Bugün ne o ayyaşlar var, ne de ayyaşlıkta o neşe

Bekri Mustafa adını biliyordum ama itiraf etmeliyim ki ‘Ayyaşlar Bayramı’nın ne olduğundan bihaberdim bugüne kadar.

Haberin Devamı

Pazar akşamı konuyla ilgili bir yazı yazmaya karar verdiğimde, bilgi almak amacıyla Üstad-ı Azam Murat Bardakçı’yı aradım.
“Oğlum ben o konuyu yarın yazıyorum zaten” demez mi?
Biliyorum ki üstad yazarsa dört başı mamur yazar, bizim naçizane satırlar ona hiç dokunmaz.
O zaman ben de kendi başıma ufak bir araştırma yapıp, sizi dünyanın en garip bayramı ve en şahsına münhasır sarhoşuyla bir zaman yolculuğuna çıkartmaya karar verdim. Buyrun efendim...
1600’lü yılların ortalarında soğuk bir kış gecesiydi.
Balıkpazarı’ndaki meyhaneden sallanarak çıkan orta yaşlı adam, lapa lapa yağan kardan korunmak için üzerindeki cekete sıkıca sarıldı.
Palto giymek falan aklına gelmezdi çünkü zaten paltosu yoktu. Öylesine sarhoştu ki, kar tanecikleri yıldızlar gibi görünüyordu gözüne.
Sonra biraz ileride köşeye büzülmüş soğuktan titreyen köpeği fark etti.
Usulca yanına yaklaştı, hiç düşünmeden tek ceketini çıkartıp köpeğin üzerine örttü ve sallanarak yoluna devam etti.
Evine ulaşana kadar zatürreye yakalanan ve 41 yaşında hayata gözlerini yuman bu ‘ademoğlu’ Bekri Mustafa’dan başkası değildi.
IV. Murat devrinde yaşadığı söylenen Bekri Mustafa’nın ölümü, rivayete göre böyle olmuştu.
Rivayete göre diyorum çünkü Bekri Mustafa, Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinden, Karagöz oyunlarına kadar Osmanlı kültürünün pek çok evresinde bir anti-kahraman olarak karşımıza çıkıyor.
Dönem, IV. Murat’ın içkiyi ve her türlü keyif verici maddeyi yasakladığı dönemdi.
Bekri Mustafa, nüktedan kişiliği ile bu yasaklara meydan okuyarak inadına içmeye devam eden, zamanın baskıcı ortamına karşı çıkan bir ‘yarı meczup’ olarak anılıyordu.
15 yaşında babası yorgancı Ahmet Ağa’nın dükkanında çırak olarak çalışan Mustafa’nın, aşık olduğu kızla evlenemediği için içkiye başladığı ve zamanla her gece İstanbul’un bütün meyhanelerini dolaştığı söylenirdi.
Hazır cevaplığı bir efsane haline gelmişti Bekri Mustafa’nın...
Onun hakkında en kapsamlı çalışmayı yapan Doç. Dr. Abdülkadir Emeksiz’in ‘Bir İstanbul Kahramanı- Bekri Mustafa’ adlı kitabında naklettiği şu fıkra, efsane karakter hakkında hepimize ipucu veriyor:
Bir gün IV. Murat ahalinin arasında içki içen olup olmadığını kontrol etmek için tebdil-i kıyafetle teftişe çıkmış. İşe bakın ki, Boğaz’ı geçmek için bindiği kayığın kürekçisi Bekri Mustafa’ymış. Mustafa bir yandan kürek çekip bir yandan da zulasındaki şişeden bir iki yudum alırken padişah şüphelenip sormuş; “Nedir o içtiğin kürekçi?”
İhtiyatı elden bırakmayan Bekri, “Kuvvet şurubudur” diye cevap vermiş. “İki yudum içince kürek mürek vız gelir bana.”
“Ver o zaman biraz da ben içeyim” demiş IV. Murat. Bekri çaresiz uzatmış şişeyi... Padişah bir yudum alır almaz “Ulan bu düpedüz şarap, ben size içki içmeyi yasaklamadım mı” diye bağırmaya başlamış.
Kafası atmış Mustafa’nın; “Sen kimsin ki içki içmeyi yasaklıyorsun be adam” diye çıkışmış.
Diğeri “Ben Sultan Murat’ım bre gafil” deyince, Bekri dayanamamış bağırmış; “Küreği vurdum mu yuvarlarım aşağı seni. İki yudum içtin, kendini padişah zannettin. Şişeyi diksen kim bilir kendini ne sanacaksın?”
Gelelim o zamanlar çok ufak bir grubun kutladığı ‘Ayyaşlar Bayramı’na... Kutlama deyince öyle büyüklerin ellerin öpüldüğü bayram ziyaretlerinden bahsetmiyorum.
Eskiden ramazan ayı başladığında halkın dini hassasiyetlerine saygı için bütün meyhaneler kapanır ve ayyaşlar gizli kalmaya gayret ederlermiş.
Bununla beraber bazı meyhaneler daha bayramın kör sabahında açılır ve hatta kapıdan ilk giren birkaç müşteriye verilmek üzere bahşiş keseleri hazır bulundururlarmış.
Ölümünden sonra İstanbul’un en iflah olmaz şarhoşları her bayram sabahı neredeyse üstatları mertebesine çıkarttıkları Bekri Mustafa’nın mezarı başında toplanıp kafaları çeker; içkisiz geçen ramazan ayını vur patlasın çal oynasın eğlenerek uğurlarlarmış.
Bu ilginç gelenek, 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanına kadar sürmüş
Aynı dönemde gayrimüslüm kadınların içkiye düşkünlüğü olan kocalarını bu illetten vazgeçirmek için Bekri Baba’nın mezarından aldığı toprak parçalarını kocalarının yemeklerine karıştırdıkları bile söylenir.
1980 yılında Bekri Mustafa’nın mezarı, Bedrettin Dalan’ın ‘Haliç’i ıslah etme’ projesinin kurbanı olmuş.
Buldozerler dört bir tarafı hallaç pamuğu gibi atarken, mahalle esnafı Bekri Baba’nın kırılan mezar taşını ve sandukasını kaçırıp, Eminönü’ndeki Şeyh Abdülrauf Şamadani Türbesi’nin hemen ayak ucuna defnetmişler.
İskender Pala’nın yıllar önce Ayyaşlar Bayramı ile ilgili yazısındaki şu yoruma haydi gel de katılma: “İstanbul sokaklarından hatıraları hiç silinmeyecek iki ayyaş vardır. Osmanlılar devrinde Bekri Mustafa, Cumhuriyet döneminde Neyzen Tevfik... Her ikisi de kalender meşreb, rind adamlar imiş... İçinizden, ‘Bugün ne o ayyaşlar var, ne de ayyaşlıkta böyle bir neşe?’ diye hayıflanan olur mu bilmeyiz amma anlaşılan o ki Osmanlı medeniyeti ayyaşına bile sahip çıkmış ve Bekri, bir kültür ve medeniyet malzemesi olarak asırlarca yaşamış. Oysa biz bugün Neyzen Tevfik’in, bırakınız ayyaşlığını, şairliğini ve neyzenliğini bile unutmak üzereyiz...”

Haberin Devamı


Mario Levi: Ülkemin sağduyulu insanlar bana umut veriyor

Bugün ne o ayyaşlar var, ne de ayyaşlıkta o neşe

Haberin Devamı

İsrail’in Filistin politikasına karşı çıkarken sapla samanı birbirine o kadar çok karıştırdık ki, konu artık soy kırıma isyan etmekten çıkıp, neredeyse bir nefret söylemi haline geldi.
Hitler özlemini açığa vuranlardan tutun da, Coca Cola’yı boykot etmeye varan bu eylemler arasında beni en çok şaşırtan ve üzen Mario Levi’nin kitaplarına yapılan boykot çağrısı oldu.
Aslında bunu ‘boykot çağrısı’ diye de geçiştirmemek lazım. Çünkü yapılmak istenen resmen hedef göstermek, hatta biraz daha ileri gidersek neredeyse bir linç girişimiydi.
Sadece ağaçlara değil ormanın bütününe bakarsak işin daha da vahim olduğu ortaya çıkıyor.
Küçücük bir kıvılcımın bazılarını nasıl gözü dönmüş bir hale getirdiğini görüyoruz maalesef...
Levi’ye atılan Tweet’lerin arasında “Sadece kitaplarını boykot etmek değil, senin bu ülkeden yok olmanı istiyoruz” gibi ifadelerin bulunması insanın tüylerini diken diken etmeye yetiyor.
Mario Levi, doğduğu günden beri İstanbul’da yaşayan, 57 yıllık hayatını bu ülke sevgisi ile geçirmiş, Haldun Taner Öykü Ödülü ile Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazanmış bir Türk Yahudisi...
Eserleri 23 dile çevrilen Levi, bu vesiliyle gittiği her şehirde hem İstanbul’dan hem de ülkesinden övgü ile bahsetmeyi kendisine görev edinmiş bir İstanbullu...
Bu akıl almaz kampanya başladıktan kısa süre sonra pek de beklenmedik bir gelişme oldu.
Kültür Bakanı Ömer Çelik’ten Hakan Şükür’e kadar pek çok kişi Levi’ye destek verdi ki, bir anda madalyonun yüzümüzü aydınlatan tarafı ortaya çıktı. Yaşadıklarını konuşmak için aradığım ünlü yazar da zaten bu yüzden geleceğe öfkeden çok umutla bakıyor...
İlk cümleleri “Ateistinden Müslüman’ına, solcusundan Kemalist’ine kadar öylesine anlamlı mesajlar aldım ki; ‘demek bu ülkenin aydınlık bir yüzü de varmış’ diye düşünmeye başladım” oldu...
Aslında bu konuda çok konuşmak istemiyor Levi.
İşin fazla üzerine giderse durumun bir pazarlamaya döneceğine inanıyor ve bu tür reklamdan yararlanmanın çok aşağılık bir durum olduğunu söylüyor.
Konuyla ilgili çağrıldığı pek çok televizyon kanalına çıkmayı da bu yüzden kibarca reddetmiş.
Nedeni kendince açık; siyasi demeçlerle kitaplarını gölgelemek istemiyor, bu nedenle de sessiz kalmayı tercih ediyor.
“Ben bir yazarım sadece kitaplarımla anılmak istiyorum. Bu fırtına geçtikten sonra yazarlığım hakkında konuşmak isterlerse tabii ki hepsinin davetine giderim” diyor ve gülerek ekliyor: “O zaman da zaten kimse çağırmaz...”
Aslında olayın başlangıcı son derece absürd...
Facebook’ta ‘İsrail ürünlerini boykot edelim’ kampanyası başladığı zaman Mario’nun kızı “Coca Cola’yı boykot edeceğinize Facebook’u boykot edin. O da Yahudi icadı” diye bir ileti yazmış.
Hemen “Babanın kitaplarını boykot edersek görürsün” cevabı gelmiş. Önce tepkiler ve ardından da karşı tepkiler çığ gibi büyümeye başlamış.
Ayrıca kendisinin hedef gösterildiği söylemlerine katılmıyor. “Birkaç kendini bilmez beni kırdıysa da hiç önemi yok çünkü onların karşısında durabilecek çok fazla insan olduğunu da gördüm. Biz onlarla yaşayacağız” diyor Mario...
“Bu ülkedeki sağduyulu insanlar bana umut veriyor. Bütün bu yaşananlar, küçük çapta da olsa birleştirici bir unsur olduğumu gösterdi bana.”
Ve şöyle bitiriyor sözlerini: “Ben de bu ülkenin suyundan içtim. Aramızdaki tek fark, siz Türk Müslümanısınız, ben de Türk Yahudisiyim ve bunu söylemekten de gurur duyuyorum...”
Mario Levi’nin eserleri 23 dile çevrildi ve bu vesiliyle gittiği her şehirde ve ülkede hem istanbul’dan hem de ülkesinden övgü ile bahsetmeyi kendisine görev edindi.

Yazarın Tüm Yazıları