Neyle aldıklarını bilmeyen kalmadı, ‘Tanrı Parçacığı’ olarak da adlandırılan ünlü ‘Higgs bozonu’ teorileriyle.
Ama bir dakika bu teori sadece Englert ile Higgs’e ait değildi. Daha doğrusu, François Englert’e Nobel getiren makalenin bir yazarı daha vardı: Robert Brout. Maalesef Brout öldüğü için Nobel’i alamadı.
Alamadı çünkü 49 yıl bekleyemedi. Aslında François Englert ile Robert Brout, bugün ‘Higgs bozonu’ olarak bilinen bozonun varlığını öngören teorilerini 1964 yılında yayınladılar. Onlardan bir ay sonra da, Peter Higgs’in makalesi çıktı.
Higgs’in makalesinin ilk versiyonu dergi tarafından ‘Somut bir öngörüde bulunmuyor’ denilerek geri çevrilmişti. Bunun üzerine Higgs makalesine ‘somut öngörü’ ekledi; teorideki mekanizmanın bir ‘bozon’ tarafından gerçekleştirileceğini söyledi.
O yüzden bugün adı ‘Higgs bozonu’ olan bir şey var. Ama Standart Teori ile uğraşan fizikçiler, buna ‘Brout-Englert-Higgs Meknizması’ adını da veriyorlar; çünkü diğer atomaltı parçacıklara kütle kazandıran şey bir mekanizma aynı zamanda.
Higgs’e teorik buluşunu yaptıran esini, Japon fizikçi Yoichiro Nambu, 1960’da yazdığı (ve taa 2008’de Nobel’i kazandıran) ‘eş zamanlı simetri bozulması’ teorisiyle vermişti. Higgs de Nobel’ini Nambu’dan 5 yıl sonra aldı.
Daha pek çok isimden söz edebilirim; geçen yıl Temmuz ayında CERN’deki büyük açıklamayla varlığı gösterilen ‘Higgs bozonu’ fikrine insanlığı götüren ama söylemek istediğimi söyledim sanırım:
Saat 13.00’de kalkacak uçağım için sabah 11’i biraz geçe evden çıktım, 12.25’te ancak havaalanına varmıştım.
Bu durumdan yakınmak ve sıkışık trafikte biraz olsun oyalanmak için Twitter’a birkaç bir şey yazdım trafikle ilgili. Bir tanesinde, ‘Mart ayına kadar İstanbul’da trafik böyle olursa bunun Ak Parti’nin belediyeyi kaybetmesine yol açabileceğini’ de söyledim.
İzleyicilerimden biri şaka yaptı, sırf Ak Parti seçim kaybetsin diye ulusal ve uluslararası güçlerin işbirliği halinde İstanbul’da trafiği tıkadıklarını, hatta bir büyük yerli sermaye grubunun bedava otomobil dağıttığını yazdı. Ben de güldüm.
Fakat birkaç saat sonra benim izleyicimin komiklik olsun diye yazdığı şeyi gerçek düşüncesi olarak yazan pek çok insan belirdi. Acaba İstanbul trafiği bir ‘Gezi komplosu’ muydu? Otpor dahil uluslararsı güçler sırf belediye seçimini etkilemek için trafiği mi tıkıyordu? Bu işin içinde bir iş vardı.
Hayır şaka yapmıyorlardı, bazılarını kafası sahiden böyle çalışıyordu.
Bu tuhaf komplo teorisi yaygınlık kazanmaya başlayınca bu teoriyle dalga geçenlerin sayısı da arttı. ‘AK Partililer, Gezi komplosunu otomobillerini trafikten çekerek bozsun’ dedi biri mesela. Birisi de, komplo teorisinin komplo teorisini yaptı: ‘Trafik Gezi işidir diyenler, AK Parti destekçilerinin kötü görünmesini sağlamak için Geziciler tarafından ayarlandı.’
Kim kimi ayarladı, Orpor bu işe kaç para döktü, Zello örgütü de bu işte faal mi, Gene Sharp’ın kitabında bu konuda neler yazıyor bilmiyorum ama bildiğim şu:
12 Mart dönemi olmalı, Anayasada kapsamlı bazı değişiklikler yapıldı, elbise daraltıldı.
Sonra 12 Eylül’ü hatırlıyorum. ‘Elbise bol geldi’ meselesi hortladı. Darbeciler, alabildiğine dar bir elbise biçtiler Türkiye’ye.
Bu elbise bol geldi-hayır dar geliyor tartışmalarının dibinde hep aynı laf vardır: Toplum henüz demokrasiye ve özgürlüklere hazır değil.
Şimdi yeniden, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın açıkladığı (idari kararlarla olacak bölümlerinin hayata geçmeye başladığı) ‘Demokrasi Paketi’ için de aynı şey söyleniyor: ‘Bu bir son değil başlangıç. Daha çok paket olacak ama toplum hazır hale geldikçe.’Ne olacak da toplum hazır olacak? Yaşımız mı büyüyecek, okuldan mezun mu olacağız, belli değil.
Toplumun hazır olmadığına kim nasıl karar veriyor, yarın öbürgün toplumun hazır olduğuna nasıl ve neye bakarak karar verilecek?
Aslında bu ‘Toplum hazır değil’ savunmasını daha çok Kemalist-Devletçilerin dilinden duyardık eskiden. ‘Tabii Batılı ülkeler gibi olmak istiyoruz ama henüz bizim toplumumuz o özgürlüklere hazır değil’ denirdi. ‘Toplum eğitimsiz, eğitimli olsalar demokrasiyi ben de isterim’ denirdi.
Şimdi aynı akıl yürütme biçimini Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarından duymak bazılarını şaşırtabilir, ben pek şaşırmıyorum.
En başta, iktidarın önce polisiyle sonra da bizzat Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ağzından Gezi eylemcilerine muamelesi geliyor.
Sonra, paketin ifade özgürlüğü gibi temel konularda hiçbir şey içermemesi ama buna karşılık başörtüsüne kamuda özgürlük getirmesi, koca Kürt sorununu ilkokullardaki andımızı kaldırmak ve üç harfi serbest bırakmaya bağlaması, bir üniversite adı değiştirerek kırılmış Alevi gönüllerinin düzeleceğini düşünmesi gibi eeleştiriler geliyor.
Üstüne bir de Hürriyet’in pazar günkü manşetinde yer alan toplumsal olaylarda polise önleyici gözaltı yetkisi veren hazırlık eklenince güvensizlik had safhaya ulaşıyor.
Bunların hepsi gerçek ve kendi içinde tutarlı gerekçeler. Bunlara bakan, Ak Parti’nin gerçek demokrasiden nasibini almadığını, onun yerine bazı hak ve özgürlükleri vatandaşa bir lütuf gibi verdiğini ve verdikten sonra da teşekkür beklediğini rahatça söyleyebilir. Söyleniyor da zaten.
Tamam, dediğim gibi bir tarafın yürüttüğü eleştirel mantığa söylenebilecek çok şey yok. Ama bir de bunun tersini söyleyenler var, unutmayın. Ak Parti’nin demokratikleşme ve özgürleştirme karnesinin artı taraflarını gören ve gösteren, bu partinin başından beri reformcu, özgürleştirici olduğunu anlatanlar.
Neyse ki güncel meselemiz Ak Parti’nin özgürlükçü olup olmadığı, özgürleştiriciliğinde nalıncı keseri gibi kendine yontan mı yoksa bütün toplumu kucaklayan politikalar mı izlediği değil. Meselemiz, bugün içinde bulunduğumuz somut durumda, Ak Parti dışındaki siyasi aktörlerin gelen pakete karşı ne tutum alacağı.
Alınacak tutumu başta özetlemeye çalıştığım argümanlar, akıl yürütmeler belirleyecek.
Adı ‘23AndMe.’ Beş yıl önce yaptıkları bir patent başvurusu hafta içinde kabul edildi.
Şirket bir genetik şirketi. Kurucularından biri, Anne Wojcicki, yakın zamana kadar Google’ın iki kurucusundan biri olan Sergey Brin’in kız arkadaşıydı. Hatta Brin, 23AndMe kurulduğunda kendi DNA’sını bu şirkete test ettiren ilk kişiydi.
Sergey Brin’de ileride parkinson hastalığı yaratma riski taşıyan SGK1 geni bulundu. Bunun üzerine Brin, Parkinson araştırmalarına milyonlarca dolar yatırmaya başladı.
Evet 23AndMe gibi şirketler, insanların DNA’sını tarıyor ve onların gelecekteki genetik hastalık risklerini belirlemeye çalışıyor. Gen haritalaması, hastalıklarla gen mutasyonları arasındaki ilişki dünyanın dört bir yanında binlerce bilimci tarafından araştırılıyor, bir yeni bulgu elde edildikçe bu şirketlerin saptadığı hastalık sayısı da artıyor ve artacak elbette.
23AndMe’nin son patenti, biraz insanı irkiltecek türden ama. Buna göre, eğer çocuğunuzu tüp bebek yöntemiyle yapıyorsanız, şirketin sunduğu bir ‘hesaplayıcı’ size gametlerinizden ‘en iyi’yi seçmeniz için tahminlerde bulunuyor.
Elbette hastalıklara karşı genetik tarama kabul edilen bir şey. Benim iki çocuğum için de Down sendromu gibi bazı temel genetik hastalıklar için tarama yapıldı. 35 yaş üstü hamileliklerde bu tarama doktor tarafından mutlaka tavsiye ediliyor ama daha genç hamileliklerde de aynı taramayı yaptırmaya bir engel yok.
Tabii amniyotik sıvıdan yapılan tarama ile doğrudan fetusu oluşturacak olan hücrenin DNA’sından yapılan tarama aynı değil. Üstelik 23AndMe sadece hastalıklara karşı bir tarama da önermiyor; zaten işin tartışmalı ve irkiltici kısmı burası.
Örtme çeşitleri arasında fark var, kara çarşaftan ‘Şulebaş’a ve annelerimizin örtme biçimine kadar modalar var, bilinçli veya bilinçsiz seçimler var ama başını örten kadınlara ‘Neden örtüyorsunuz’ diye sorulduğunda tamamı ‘İnancım nedeniyle örtünüyorum’ diyor.
On kadından yedisi, yani kadınların yüzde 70’i başını örtüyor ama bu yüzde 70’i ‘beyaz yakalı’ karaktere sahip işlerin hiçbirinde göremiyoruz.
Neden göremiyoruz? Cevabı çok basit: Ayrımcılık yapıyoruz ve o kadınları görünmez kılmaya çalışıyoruz da ondan.
Devlet ayrımcılığı açık açık yapıyor, başı örtülü kadınların o halleriyle devlet memuru olmasına izin vermiyor. Bir seferinde Danıştay, iş yeri dışında, özel hayatında başını örten bir anaokulu öğretmeninin işten atılmasına onay vermişti; onlara özel hayatlarında bile karışıyoruz yani.
Özel sektörün ayrımcılığı ise üstü örtülü. Eğer kol işçisi olacaksa, konfeksiyonda dikiş dikecek, temizlik yapacaksa kadının başının örtülü olup olmamasının önemi yok. Ama diyelim bankada müşteriyle karşılaşacaksa, bankada genel müdürlükte uzman veya müfettiş olarak çalışacaksa, istediği iyi üniversiteden mezun olsun başörtülüye yer yok.
Beyaz yakalı nitelikteki işlerde kadın sayısı artıyor
belki ama bunlar arasında kadınların yüzde 70’ini oluşturan başörtülülerin yeri yok.
Ülkede demokratik bir devrim olmuştu, insanlar özgürlüklerine kavuşmuşlardı.
Açıklanan paketi küçümsüyor değilim; ama bu paketin daha açıklanmazdan önce kapsamlı bir halkla ilişkiler kampanyasına konu olması, aynı kampanyanın paket açıklandığı gün de devam etmesine neden oldu.
Beklentiler çok yükseltildi; Türkiye gibi kökten demokrasi açığı olan bir ülkede özgürlük beklentisinden daha kolay manipüle edilebilen bir şey de yoktur. Ama o beklenti karşılanmadığında yaşanacak hayal kırıklığını da göze almak gerekir.
Türkiye’ye demokrasi ve özgürlüklerin neden gıdım gıdım getirildiğini, paket paket beklentiler içine sokulduğumuzu anlayabilmiş değilim esasen.
Sadece iktidar değil muhalefet de sokağın sesine kulağını kabartsa, mesela en azından TOBB öncülüğünde 40’dan fazla sivil toplum kuruluşunun bir araya gelmesiyle düzenlenen ve çok sayıda ilimizde doğrudan vatandaşlarla yapılan ‘Anaysa Platformu’ toplantılarının tutanaklarını okusa görecek zaten: Vatandaşın özgürlük anlayışı da, demokrasi talebi de, Türkiye’nin geleceğine, toprak bütünlüğüne ve rejimin esenliğine ilişkin özgüveni de siyasetçiyi fersah fersah geride bırakacak nitelikte.
‘Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni ihlallere karşı sıfır toleransla yüzde 100 uygulayacağız’ demek çok mu zor? Bu sözleşme bir anayasa maddesi tarafından yasalardan üstün tutulduğu halde bu sözü söylemek ve hayata geçirmek bizim siyasetçimiz için belli ki çok zor.
Sadece temel hak ve özgürlükler değil eksiğimiz. ‘Siyaset alanını düzenleyen temel yasaları elden geçirip siyaseti halka yaklaştıracağım, siyasetçiyi genel başkan ve genel merkez vesayetinden kurtaracağım’ demek de belli ki çok zor.
26 Eylüldeki son toplantısında bizzat Başbakan saatlerce toplantıya başkanlık etti ve bu toplantıda uzun menzilli füze savunma sistemi alımı konusunda bir karar verildi, Çin üretimi sistemde karar kılındı.
Bu karar hemen uluslararası tartışmalara neden oldu. Özellikle NATO müttefikleri, en çok da Amerikan tarafı, seçimi haberlerde ismi verilmeyen ‘üst düzey kaynak’lar aracılığıyla eleştirdi. Eleştirilerin yoğunlaştığı nokta, Çin’den alınan bir sistemin NATO standartlarına uymadığı idi.
Bu şikayetlerin resmi kanallardan da yapıldığı anlaşılıyor, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, New York dönüşü bizlere ‘Ortada kesinleşmiş bir karar yok, bu bir kısa liste, ilk sırada da Çin şirketi var’ dedi. Yani, Cumhurbaşkanı’na göre henüz ihale bitmemişti, Çin firması en üst sıradaydı ve bundan sonra da pazarlık yapılacaktı. Bu mesajın kime olduğu çok açık.
Çin sistemiyle ilgili NATO müttefiklerinden, özellikle Amerika’dan gelen itirazlar Ankara’da da yankı buldu anlaşılan. ‘İhale tamam’dan ‘Daha iş bitmedi’ye geçildi.
Füze savunma sistemiyle ilgili güncel siyasi kaygılar bir yana, şunu hepimiz görmeliyiz: Türkiye’nin hava sahası yeterince iyi savunulan bir hava sahası değil. Özellikle yüksek irtifalı savunmamızda ciddi açıklarımız var; zaten o yüzden füze savunma sistemi almaya uğraşıyoruz. Ayrıca radar yüksekliğinin altından hedefe giden seyir füzelerine karşı da alçak irtifa füze savunma sistemine de ihtiyacımız var, elektronik saldırıları etkisiz kılacak sistemlere de.
Bütün bunlar aslında literatürde tek bir paket olarak ele alınıyor ve hava savunmasının kademe kademe olmasını beraberinde getiriyor.
En azından 20 yıldır etrafında füze tehdidiyle yaşayan Türkiye’nin kendi hava sahasını savunmak için geçmişteki girişimleri başarısız oldu. Son olarak ABD Kongresi Türkiye’ye Patriot sistemlerinin satılmasını engelledi. (Bu engelin bugün artık geçerli olmadığı söyleniyor.)Türkiye’nin Çin’den sistem alması, bu sistemin NATO radarlarıyla uyumluluğu sorununa takılıyor ama aslında bu uyumu sağlamak mümkün.