Paylaş
Venedik’teki mimarlık bienalinden söz ediyordu Özdemir ve ‘Akşam programda bunu işleyeceğiz, biraz vizyonunuz değişsin’ diyordu.
Durdum kaldım.
Siyaset dışında bir şeyden söz etmeyeli epey zaman olmuş. Siyasetten söz ederken bile yarına değil düne bakmışım. Yarına bakmaya çalıştığım nadir anlar ise eğitimle ilgili yazarken olmuş.
Kendimden söz ediyorum ama gazetelere, televizyon haberlerine, haber programlarına bir bakın; başkaları da benden farklı değil. Hepimiz bir biçimde geçmişte takılıp kalmışız, dünle ilgili sorunumuzu çözemezsek sanki yarın olmayacak, bırakın yarını bugün bile yaşayamayacağız sanıyoruz.
Oysa öyle değil. Hayat devam ediyor. Bahar geldi geçti, yaz başladı. Dünyamız ekinokstan geçti; günler kısalmaya başladı bile. Erik mevsimi bitti bitecek.
Peki acaba kafasını bir türlü dünden, geçmişten kaldıramadığı için bugünü ve yarını ıskalayanlar, hayat sevincini kaçıranlar sadece biz gazeteciler miyiz, yoksa bu ruh halinin toplumda da bir karşılığı var mı?
Kuşkusuz var. Ama acaba toplumun çoğunluğu böyle mi? Bence hayır.
Bana son yıllarda en ilginç gelen bölünmelerden biri, Türkiye İstatistik Kurumu TÜİK’in düzenli yaptığı bir araştırmanın sonucuna ilişkin yaşanan bölünme.
TÜİK son olarak nisan ayında, 2013 yılına ilişkin ‘Yaşam Memnuniyeti Araştırması’nın sonuçlarını açıklamış ve Türkiye’de bireylerin yüzde 77’sinin ‘Gelecekten umutlu’ olduklarını söylediğini saptamış. Aynı araştırma, ‘Mutluyum’ diyen bireylerin de ülkemizde yüzde 59 oranında olduğunu söylüyor. En mutlu ilimiz Sinop, en mutsuz ilimiz ise Hatay imiş bu açıklamaya göre.
Bu haberi duyan veya görenlerin bir bölümü hemen kendini ortaya atıyor, ‘Nasıl mutlu olabilirler, nasıl geleceklerinden ümitli olabilirler ki’ diyor; kendini komik zannedeni ‘Onlar ne içiyorsa ben de ondan istiyorum, ben de mutlu ve umutlu olayım bari’ diyor.
‘Mutluluk’ denen şeyin böyle araştırmalarla ve bireylerin cevaplarıyla ölçülebilir olduğundan yana kuşkularım var ama sanıyorum mutsuzluk bu sayede dolaylı yolla ölçülebiliyor.
Başkasının mutluluğundan, gelecek ümidinden rahatsız olmak ve bunlarla alay etmek ise herhalde özel bir mutsuzluk biçimi.
393 liralık lahmacun faturasının akla getirdikleri
PAZAR günü Posta gazetesinin magazin sayfasında gördüm o alışveriş fişini.
Bodrum’un şirin köyü Türkbükü’nde koyda demirli bir tekneden oradaki meşhur MaçaKızı oteline lahmacun sipariş edilmiş; otel de yapıp göndermiş tekneye. 9 lahmacun, tekneye yapılan servisin de bedeliyle birlikte 393 liraya mal olmuş. (Umarım teknedekiler en azından yüzde 10, yani 40 lira bahşiş de vermiştir lahmacunu getirenlere; yani yiyenler açısından maliyet 430 liradan az değil.)
Lahmacunun fiyatı değil derdim; çünkü bu fiyattan almaya razı olan varsa satan da olacaktır mutlaka.
Esas derdim, Türkiye’deki eşitsizliğin bu denli basit bir örnekle çok çarpıcı biçimde ifadesi.
Halen ülkemizde asgari ücret net 868 lira. Bir asgari ücretli, o teknedekilerin akşamüstü atıştırmalığı olarak verdiği siparişi bir aylığıyla ancak iki kez verebilir.
Asgari ücretle hayata tutunmaya çalışan milyonlarca insan olduğunu biliyoruz; buna karşılık hem teknesi olan hem de 400 liradan fazlasını lahmacun için gözden çıkaran insan sayısının çok ama çok az olduğunu tahmin edebiliriz. Bana kalırsa, toplam nüfusun yüzde 1’i bile olmayan sahiden minicik bir azınlık bu.
2015’ten 2019’a nasıl gideceğiz?
TAHA Akyol, dün AK Parti içinde ekonomi yönetimine yaklaşımla ilgili belirginleşen iki eğilimi yazmıştı. Biri piyasaya ekonomisinden ve piyasanın kurallarından yana, diğeri bir hayli popülist olan iki eğilim.
Eğer Başbakan Erdoğan 1 Temmuz’da Cumhurbaşkanlığı adaylığını açıklar ve sonra da ağustos ayında seçilirse, geleceğin AK Parti’sinde bu iki eğilimden hangisinin öne çıkacağı önemli olacak. Erdoğan döneminde iki eğilim aynı anda var oldu ama kritik zamanlarda hep piyasa kurallarını izlemek isteyen eğilim galebe çaldı.
Muhalefet pek fazla ümit vermediğine, 2015 seçiminden yine AK Parti’nin tek başına iktidar çıkması en büyük ihtimal olduğuna göre, taa 2019’a bakan bir ekonomik perspektiften söz ediyoruz demektir.
Daha fazla konuşmak gerekmez mi?
Paylaş