Başbakan’ın bu sözlerini pek çok kişi, Türkiye’de bütün telefonların dinlendiği, internet dahil bütün iletişimin izlendiği Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’nın (TİB) bütün yetki ve görevleriyle birlikte Milli İstihbarat Teşkilatı’na (MİT) devredileceği şeklinde okudu; böyle olunca da ‘Muhaberat devleti’ eleştirileri yükseldi.
Oysa ben, zaman içinde bölük pörçük sahip olduğum başka bilgilerin ışığında bu sözleri, MİT’in kendi ‘ulusal istihbarat çıkarma’ çalışmaları çerçevesinde yapmak istediği telefon dinleme ve internet izleme çalışmalarının TİB bünyesinden çıkarılıp eskiden olduğu gibi MİT’in kendisine aktarılması olarak anladım. Umarım doğru anladım.
MİT, 2005 yılında TİB kurulduğundan beri dinleme ve izleme faaliyetlerini TİB bünyesinde yapıyor. Ve bu durumdan da taa ilk günden beri rahatsız.
Rahatsızlığın aslında tek bir sebebi var: MİT, kimi dinlediğinin ve izlediğinin başkaları tarafından bilinmesini istemiyor.Tamam, MİT’in yaptığı işin doğası gereği bu dinleme ve izlemeler hukuki bir gri alanda yapılmak zorunda. Çünkü diyelim yabancı ülkeler lehine casusluk yapanları izlemek de, başka ülkelerin stratejilerini öğrenmek de MİT’in görevi. MİT’in iç güvenliğe ilişkin görevleri de var; PKK’ya ve teröre karşı stratejik istihbarat oluşturmaktan tutun organize suç örgütlerine kadar uzanan geniş bir görev tanımı bu.
MİT tabii polis değil. İşi suçu ve suçluyu kovalamak, onları yakalayıp mahkemenin önüne çıkarmak değil. MİT sadece bir haber alma kurumu. Bu sayede de, polise göre daha rahat ve geniş çalışmak istiyor; çalışıyor da.
Ama çalışmalarının bir bölümü, TİB çerçevesinde başka gözler tarafından da görülür, bilinir olunca sıkıntılar çıkmaya başladı.
Bu sıkıntılardan en meşhuru MİT’in sudan bahane ve gerekçelerle, üstelik sahte takma isimlerle bazı gazetecileri izlediğinin ortaya çıkmasıydı. Yani MİT de aynen polis gibi yetkilerini suiistimal ediyor, casusluk yapmaması gereken alanlarda casusluk yapıyordu; kim bilir ne için...
Bıraksanız daha çok yazacak şeyim var; özellikle de TİB’in kurulduğu 2005 yılından itibaren yaşanan suiistimallerle ilgili olarak ama bugün bu konuyu bitireyim istiyorum.
İsterseniz önce, bugüne kadar yaşadığımız tecrübemizle toplumca tanık olduğumuz suiistimal çeşitlerine bir bakalım. Aklıma geliş sırasıyla yazıyorum:
1-Soruşturulan veya engellenmeye çalışılan suçla ilgisi olmayan özel hayat/ iş hayatı teşhiri.
2-Soruşturulan veya önlenmeye çalışılan suçla ilgisi olmayan insanların telefonlarının dinlenmesi, iletişimlerinin izlenmesi.
3-Soruşturulan veya önlenmeye çalışılan suçla ilgisi var ya da yok; yapılan dinleme kayıtlarının elden ele dolaşması, internete yüklenmesi, polis merkezleri ve savcılıklar dışında yerlere çıkarılıp depolanması, buradan ilgili ilgisiz insanlara servis edilmesi.
4-Mahkemelerin yanıltılmak istenmesi, takma isimler, sahte isimlerle dinleme yapılması, dinlemelerin telefon numarasıyla değil telefonunun kimlik numarasıyla (IMEI) yapılması.
5-Mahkeme kararı bile almadan telefon dinlemesi yapılmasına imkân veren cihazların polisin envanterinde bulunması.
Olabilir, polis ve savcılık Aydın Doğan’la ilgili kuvvetli bir suç şüphesine sahip olmuş ve onu da soruşturmasına dahil etmiş olabilir. Türkiye’de kimse yasaların üzerinde değil.
Ancak, Aydın Doğan’ın kendi adıyla değil de uydurulmuş isimlerle dinlemeye alınmış olması ister istemez kafaları karıştırıyor. Öyle ya, eğer Aydın Doğan’la ilgili kuvvetli bir suç şüphesi varsa, onu adıyla dinlemenin ne sakıncası olacak?
Ama hayır, belli ki telefonları dinleyenler birkaç amacı bir arada güdüyor. Birincisi, Aydın Doğan’ın günlük hayatına, iş ve özel ilişkilerine ilişkin istihbarat topluyorlar, belki bazı konuşma kayıtlarını bir kenarda biriktiriyorlar, belki bu konuşmaları başkalarıyla paylaşıyorlar. İkincisi, Aydın Doğan’ın dinlendiğinin ortaya çıkmasını istemiyorlar, o yüzden yalnız sahte isim kullanmakla yetinmiyor bir de telefon numarasıyla değil IMEI numarasıyla dinleme kararı aldırıyorlar.
2009’da neredeyse bir yıl boyunca Aydın Doğan’la ilgili mahkeme kararı geçerli kalıyor. Aradan geçti 5 yıl, savcılıkta yapılan soruşturma ne oldu, hiçbir resmi açıklama yok. Bir yıl boyunca özel hayatı izlenen, endüstriyel sırlarından özel hayatının ayrıntılarına kadar pek çok şeyi başkaları tarafından öğrenilen Aydın Doğan’a, ‘Kusura bakmayın sizi bir şüpheyle izledik ama şüphelerimiz yersizmiş, o kayıtları da imha ettik’ diye yasanın emredici hükmü ortada olduğu halde bilgi veren de yok.
Aydın Doğan sadece bir örnek. Böyle yıllar içinde telefonu dinlenmiş yüzbinlerce isimden söz ediliyor. Çoğu sahte isimlerle, takma isimlerle.
Geçen hafta boyunca TİB’e getirilmek istenen yeni düzenle ilgili yazmaya çalıştım; yazıların odak noktası denetim meselesiydi. Bu hafta gelin telefon dinlemelerinin nasıl denetlenebileceğini konuşalım...
Bu işin iki ucu var. Birincisi, TİB ve telefon operatörleri. Açıkçası bu uçta denetim yapmak zor değil; sadece teknik bir sorun. Her işlem elektronik ortamda yapıldığı için geriye dönüp taramak da mümkün. (‘Log kayıtları’ denen veri giriş kayıt kataloglarının silinmesini engellemek ve bunları düzenli aralıklarla denetlemek yeterli.)
Toygun Atilla’yı sevmiyorlardı; çünkü Ergenekon dosyasından başlayarak bu polislerin yaptığı soruşturmalarla ilgili kimi eleştirel haberlere imza atmıştı. Haberleri yalanlamak yerine onu ‘Ergenekoncu’ ilan etmeyi tercih ettiler; çünkü haberler sağlamdı.
Dün Hürriyet’ten öğreniyoruz ki Toygun Atilla’nın elektronik posta hesabı da, telefonları da uyduruk suçlamalar bahane edilerek yıllarca izlenmiş. Bunların hepsi de mahkeme kararlarıyla olmuş!
Benim bu konudaki en iyi örneğim aslında İzmir’de bir hâkim için verilen dinleme kararı. Hâkim, o kadar hiçbir şeye bakmadan önüne gelen kararı imzalamıştı ki, kendi imzasıyla kendi telefonunu da dinleme listesine sokmuştu.
Daha önce yazdım, MİT’i dışta bırakacak olursak temelde iki çeşit dinleme yapılıyor: Bir suç soruşturması sebebiyle yapılan ‘adli’ dinlemeler ve polisin ‘suçun işlenmesini önleme’ görevi çerçevesinde yapılan ‘istihbari’ dinlemeler.
Kamuoyunda duyulan bütün büyük soruşturma ve davalarda benzer bir yöntem izleniyor: Önce ‘istihbari’ dinlemeler yapılıyor; bunun için sahte isimler, mahlaslar vs kullanılıyor. Öyle ya Türkiye bir terör ve uyuşturucu kaçakçılığı ülkesi, terörü önlemek için de istihbarat lazım. Polis mahkemeye böyle gidince akan sular duruyor.
Sonra bu istihbari dinlemede elde edilen kimi bilgiler isimsiz bir ihbar mektubuyla polis tarafından kendi kendine postayla yollanıyor. Mektubu alan polis savcıya gidip adli soruşturma başlatıyor ve düne kadar takma isimle, sahtekârlık yaparak dinlediği telefonu ‘adli’ olarak dinlemeye başlıyor.
Birkaç ay önce yapılan bir yasal düzenlemeyle bu ‘adli’ dinlemelere bir dizi sınır getirildi, hâkimlerin kararlarında daha dikkatli olmaları için daha dar bir çerçeve çizildi vs.
Daha çok erken ama gerek savcılıktan yapılan açıklamadan ve gerekse gazetelere yansıyan kimi iddialardan, soruşturmanın özünü bu gözaltına alınan polis müdürlerince yapılan bazı telefon dinlemelerinin oluşturduğu anlaşılıyor.
Peki neden telefonları dinlemiş polisler? ‘Selam-Tevhid’ adı verilen ve İran’a casusluk yapan bir örgütü çökertmek üzere.
Düşünsenize, İran lehine casusluk yapan, Türkiye’nin Milli İstihbarat Teşkilatı’na müsteşar seviyesinde, bakanlıklarına, başka yüksek seviyelerde ve nihayetinde Başbakan’ın yakın çevresine kadar sızdığı öne sürülen bir örgüt var ve bu örgüte karşı elinizdeki yegâne soruşturma silahı telefon dinlemeler.
Bu işte bir yanlışlık var.
Ya karşıdaki ‘örgüt’ öyle sizin söylediğiniz çapta değil, hatta belki hiç yok. Veya evet belki siz şüphelerinizde haklısınız karşıda devasa bir sızma/casusluk örgütü var ama siz bunca yıldır bu örgütü bildiğiniz halde onun içine sızmayı, eylemlerini ve ilişkilerini telefon dinleme dışında başka yöntemlerle delillendirmeyi hâlâ başaramamışsınız.
Neyse, amacım ‘Selam-Tevhid’ örgütü veya şimdi onun karşısına çıkarılan diğer öcü olan ‘Paralel Yapı’ ile ilgili yazmak değil. Geçen gün başladığım telefon dinlemeyle ilgili ufukta beliren yeni yasal/idari düzenlemelerle ilgili yazmaya devam etmek istiyorum. Son operasyon benim için fazladan bir örnek daha, o kadar.
Şu anda rakamlar nedir bilmiyorum ama bir dönem, herhangi bir anda (sizin için bu cümleyi okuduğunuz an) tam 80 bin kişinin telefonu mahkeme kararıyla dinleniyordu. Bu insanlar ayda ortalama 25 farklı insanla konuşuyor olsalar 2 milyon kişinin konuşmaları kayıt altına alınmış olur. Üç aylık bir dinleme sonunda 6 milyon insanı kayıt altına almış olursunuz. Bu da yetişkin nüfusun yüzde 10’dan fazlası eder.
‘Telekulak’ skandallarının biri bitiyor biri başlıyordu; bu yolla hükümetler düşürülüyor, hükümetler kuruluyordu.
2005 yılında AK Parti hükümeti telefon dinleme konusundaki düzensizliği gidermek üzere birtakım yasalar çıkardı. Bana soracak olursanız, bunlar ciddi hatalar ve eksikler içeren yasalardı. (Merak eden o günlerden başlayarak TİB ve telefon dinlemeler konusunda yazdığım yüzlerce yazıya bakabilir.)
Telefon dinlemelerine hukuki çerçeve kazandıran yasalar hiçbir zaman tam olarak işlemedi; o yasalardaki açıklar istismara izin verdiği için istismarın dibine de vuruldu; son olarak bu yılın başında ortaya dökülen ses kasetleri zaten başka söze gerek bırakmıyor.
Ama işlemeyen sadece hukuki çerçeve de değildi. TİB, belli ki iyi niyetle kurulmuştu ama kısa zamanda baş edilmesi zor bir canavara dönüştü. Bu kurumla ilgili çok sayıda iddia var; son olarak pek çok kaydın yasadışı biçimde bizzat kurumun içinden yapıldığı yönünde iddialar var. Bir başka vahim iddia, TİB binasına giren (ve her türlü iletişimi taşıyan) kablolar olduğu gibi çıkan kablolar da olduğuyla ilgili. Umarım bu iddia yalandır.
Geri kalan yasal çerçeveyi bilmiyorum ama TİB’in yapısını değiştirmeye yönelik ciddi arayışlar olduğunu ilk olarak geçen nisan ayında katıldığım bir toplantıda hissettim.
İzninizle önce kısa bir izahat vermeliyim. TİB’de üç çeşit yasal dinleme yapılıyor. Birincisi, suç soruşturması sebebiyle yapılan adli dinlemeler; ikincisi daha çok polis ve jandarmanın ‘suçu önleme’ görevi çerçevesinde yaptığı istihbari nitelikte dinlemeler ve son olarak MİT’in yaptığı devlet istihbaratı oluşturma amaçlı dinlemeler.
Bunlardan üçüncüsü hep sorun oldu. Çünkü MİT, diyelim bir yabancı elçiliği dinlemek veya işadamı kılığında Türkiye’ye giren ve casus olduğundan şüphelenilen birini dinlemek için mahkemeye gidip izin almak ve böylece iz bırakmak istemiyordu. Dolayısıyla eskiden olduğu gibi kendi dinlemesini kendi yapmak istediğini de hiç saklamadan söylüyordu.
Kim bilir belki uyudunuz, belki yanınızdakiyle sohbet ediyorsunuz, belki kulaklıklarınızı taktınız, film seyrediyorsunuz.
Ve bir gümbürtü duyuluyor. İçinde olduğunuz yolcu uçağı bir füze tarafından vuruluyor, ölüyorsunuz.
Önceki gün Ukrayna’dan çıkıp Rusya’ya girmek üzere olan Malezya Havayolları uçağına olan bu. İçeride ne olduğundan habersiz 298 insan, başlarına ne geldiğini bile anlayamadan öldüler.
Neden öldüler? Yanlışlıkla mı, kasten mi?
Ne fark eder, aşağıda ellerinde bir hayli sofistike bir silah olan BUK veya SA-11 diye adlandırılan karadan havaya füze sistemi olan ‘isyancı’lar, önce radardan devasa bir uçak olan Boeing 777’yi izlediler, sonra onu hedef alıp füzelerini ateşlediler.
Malezya Havayolları’nın uçağı ‘yanlışlıkla’ vurulan ne ilk sivil uçak ne de bu gidişle son uçak olacak.
Mesela 4 Ekim 2001’de Ukrayna, Tel Aviv’den kalkıp Sibirya’ya giden Sibirya Havayolları’na ait bir uçağı ‘yanlışlıkla’ düşürdü. İçindeki 78 kişiyle birlikte Karadeniz’e düşen uçağı Rus yapımı S-200 füzelerini bir tatbikatta deneyen Ukrayna ordusu düşürdü.
Köşe yazarı esnafının kimisi açık açık ve göstere göstere, kimisi gizli gizli Cumhurbaşkanı seçiminde hangi adayı neden tercih ettiğini veya etmediğini yazıp duruyor.
Sonuçta bir düzlemden baktığınızda iki tür (siyaset dışı ve içi) adayın yarıştığı bir siyasi yarış bu. Üç adaydan birinin (Recep Tayyip Erdoğan) avantajı da dezavantajı da yaptıkları ve yapabilecekleri. Bir diğerinin (Ekmeleddin İhsanoğlu) ise avantajı ve dezavantajı yapmadıkları, yapmayacakları. Üçüncü aday (Selahattin Demirtaş) uzun yıllardır Türk siyasetinde duyulmayan bir sesle kendine yer açmaya çalışıyor ama o ses bunca yıldır neden duyulmuyorsa tam da o sebeple bu seçimde fazla bir şans da verilmiyor o adaya.
Kendimce bir kısa paragrafa özetlediğim bir yarış hakkında bugüne kadar bir sürü yazdı yazdım, Allah bilir daha da yazacağım. Ama yazılar da keçiboynuzu misali, okuyucuyu bugün olduğu yerden başka bir yere götüremeyecek ahkâm sonuçta.
Daha da fenası, benim gördüğüm araştırmalar adaylardan birine (Erdoğan) oy verecek olanların büyük ölçüde kararlarını verdiğini, diğer iki adayın seçmeninde ise hâlâ daha bir kararsızlık görüldüğünü ortaya koyuyor. Yani seçmen kendi seçimini büyük ölçüde yapmış durumda zaten; bu yazıların seçmeni ‘daha fazla bilgiyle oy sandığına göndermesi’ pek söz konusu da değil.
O zaman, bana izin verin, ülkemizin geleceği için son derece önemli olan ama maalesef son derece sığ bir zeminde ilerleyen bu seçimle hiç değilse bugün ilgilenmeyeyim.
Çocuğunuza antibiyotik alırken bir daha düşünün...
BİZİM