Paylaş
Terörle elbette mücadele edilecek. Bu mücadele uğruna da hepimiz türlü çeşitli fedakârlıklar yapacağız. Bu fedakârlıkların başında da maalesef kişisel özgürlüklerimiz ve hayat tarzlarımız geliyor.
Ancak şunu da bilmeliyiz: Terörle mücadelenin kaçınılmaz yöntemi güvenliğin arttırılmasıdır evet ama teröre karşı kullanabileceğimiz yegâne silah da bu değildir.
Terörü var eden sebepleri ortadan kaldıramadığımız, bunun için çaba göstermediğimiz sürece yapabileceğimiz en iyi şey, kendimizi savunmaya çalışmak için güvenlik önlemlerini arttırmak, yani kişisel özgürlüklerimizden parça parça vazgeçmek olabilir.
RİSKİ AZALTMAK
O yüzden, Türkiye karşı karşıya olduğu kapsamlı terör belasından kurtulabilmek için siyaset yapmak, yani terörü ortaya çıkaran sebepleri yok etmeye, en azından azaltmaya çalışmak zorunda.
Ankara saldırısı hakkında şimdilik çok az bilgimiz var. Kimin yaptığını ve kimin azmettirdiğini bilmiyoruz. Ama yine de gerek hükümet adına sözcü Numan Kurtulmuş ve gerekse Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından yapılan açıklamalarda, son saldırıyla ilgili bazı yabancı ülkelerin ima yoluyla suçlandığını görüyoruz. Zaten saldırıdan iki gün önce de Başbakan Ahmet Davutoğlu, PKK ve onun Suriye’deki örgütü PYD/YPG için ‘Rusya’nın enstrümanı’ tabirini kullanmıştı. Bu sözlerin durduk yerde ve sadece birtakım tahminlere dayalı olarak söylenmediğini varsaymalıyız.
Türkiye halen üç terör örgütüyle aynı anda savaşıyor. Başta PKK var; onu DAEŞ izliyor ve son olarak da DHKP-C.
KÖK NEDEN SURİYE
Her üç savaş da kökünü Suriye’de buluyor. Suriye iç savaşında Türkiye’nin kontrol edebildiği gelişmeler var; tamamen Türkiye’nin kontrolü dışında yaşananlar var. Gün geçtikçe Suriye konusunda Türkiye’nin kontrol edebildiği gelişmelerin sayısının ve miktarının azaldığına da tanık oluyoruz.
Nitekim, terörün hedef ve amacının zaten Türkiye’nin Suriye’deki kontrolünü azaltmak olduğunu söyleyen güçlü bir teori de var.
Bu durumda Türkiye ne yapmalıdır?
Suriye iç savaşı söz konusu olduğunda, bu savaşa doğrudan veya dolaylı müdahil ülkelerin hemen hemen hepsi barıştan yana olduğunu söylüyor ama bir diğerini ‘Çözümün değil sorunun parçası’ olmakla suçlamaktan da geri kalmıyor. Türkiye de bu pozisyonda.
Oysa, Suriye’yi gelecekte kimin yöneteceğine hiç odaklanmadan, bu ülkede bir an önce kalıcı bir barış kurulması için çaba sarf etmek gerekir. Zaten sahadaki yeni gerçekler ve olayların gidiş istikameti, Türkiye’yi bu yeni duruma uygun politikalar geliştirmeye, eski politikalarını ise gözden geçirmeye mecbur bırakıyor.
TEHDİTLERİ ÖNCELİKLENDİRMEK
Türkiye, mevcut Suriye muhalefetinin barış masasına oturması ve maksimalist talepler yerine gerçekleşebilir taleplerle o masada olması konusunda hâlâ bir rol oynayabilir. O maksimalist talepler, Esad’ı ve onu destekleyen Rusya ile İran’ı da maksimalist taleplerle konuşabilir hale getiriyor.
Son tahlilde Suriye’nin kaderini Suriyelilerin belirlemesi, bunu da şiddetten arınmış bir ortamda yapabilmesini sağlamak gerekir. Mevcut rejim, aldığı güçlü dış destekle ayakta duruyor ve yıkılamıyorsa, bu durumu görmek gerekir.
Kaldı ki Türkiye’nin önceliği zaten Suriye olamaz; öncelik Türkiye’dir, bizim güvenliğimizdir. Ve bizim oturup Suriye kaynaklı üç temel tehdit içinde bir önceliklendirme yapmamız gerekir.
Bana sorulacak olsa, bir numaralı tehdit mülteci meselesidir; Suriye’nin insansızlaşması, Suriye nüfusunun hatırı sayılır bölümünün Türkiye’ye geçmesidir.
PKK/PYD/YPG meselesi ikinci sırada gelir. Üçüncü sırada ise Esad rejiminin varlığı var.
Ve esasen Esad rejimin varlığını sürdürmesiyle mülteci meselesi bir tandem içinde birlikte ele alınması gereken meseleler. Yani Esad rejimini tehdit görmekten vazgeçtiğimiz ölçüde mülteci meselesini çözebilir, bizdeki Suriyelileri yeniden evlerine gönderebilir hale gelebiliriz.
PKK/PYD/YPG sorununda da durum benziyor. Burada da müzakere masasına, hiç değilse dolaylı müzakere masasına geri dönmek için kapıyı açık tutmamız gerek.
Türkiye, terörle mücadelesini sadece polisiye önlemlerle sürdüremez. Siyaseti devreye sokmalıyız.
Paylaş