BUGÜNE kadar yerli ve yabancılar arasında “Modern Türkiye’nin Doğuşu” kitabının yazarı Bernard Lewis Fars, Arap kültürü, Latin ve İbranî dillerindeki ustalığı ve birikimi yanında Rusça, Almanca, Fransızca, İtalyancada, Batı ve Doğu’yu bir araya getirmeye gayret etmiş biriydi. Siyonistti ama dindar değildi. Bu siyonizminin hiç şüphesiz bugün İsrail’de ve Amerika’da rastlanan aşırı fonlarına bulaşmayacak kadar da Arap dünyasını tanırdı. Tanıdığı ve iltifat gördüğü Türkiye’nin aşırı bir hayranı ve taraftarı mıydı? Mesafeli bir sempatisi vardı. Türkiye onun için reformlar yapan ve demokrasiye yakın bir ülkeydi. Ömrünün son 30 yılına yaklaşan şahsi görüşmelerimin dışında 1970’lerin başından beri sayısız konferansında da bulundum. “Ortadoğu” onun en iyi kitabıdır ve bu sahada okumamız, okuyucumuzun bilmesi gereken bir eserdir. “Ortadoğu” kitabının yanında yakın zamanda çıkan “Modern Ortadoğu Nasıl Kuruldu?” kitabının okunması da tavsiye edilir.
Senkronik (eş zamanlı) olarak Çin’de, Hint’te medeniyet vardı, ama bu parçaların birbiriyle ve Ortadoğu’yla ilgisi azdı. Bu cümle bir slogan değildir. Çinliler Ortadoğu ve Mısır kadar olmasa da milattan önceleri devletleştiler ve yazıları vardı. Hint alt kıtasında Muhanca - Dara kültüründe bu yazılı safhaya rastlanmaz. Demek ki Akdeniz ve Ortadoğu milattan önce 4000’lere kadar uzanan piktografik (resim yazısı) ve bunu izleyen çivi yazısı ve Mısır’daki hiyeroglif ile yazılı kültüre ulaşan, etrafıyla ilişki kuran, Küçük Asya’yı, Akdeniz’deki kıyıları, Ege adaları ve Kıbrıs gibi yerleri de etkileyen bir medeniyettir. İran da bu büyük çerçeveye bitişiktir.
ROMA, BİZANS VE OSMANLI İMPARATORLUĞU
Bu safhayı bugün ele almıyoruz ama gerçekten bu eski Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de birtakım milletler gibi Filistinliler ve Yahudiler de yer alır. Bugün Lübnanlıların ataları Fenikelilerle bağları malûmdur. Bu medeniyetin Helenistik devirdeki kalıntılarını yeryüzüne ilk çıkaran da arkeolog Osman Hamdi Bey’dir (Sayda [Sidon] kazılarıyla). Helenizm Doğu ve Kuzey Akdeniz’e bunlara göre geç gelir ama dünya tarihindeki önemi açıktır. Roma bütün Akdeniz’i birleştiren ilk büyük imparatorluktur. İkincisi coğrafya olarak buna yakın olanı ve Hristiyanlığın getirdiği felsefede ve plastik sanatlardaki yenileşmeye rağmen Bizans’tır ve Müslüman dünyayla eskinin birbirini artiküle eden, ekleyen (saçaklaştıran) Osmanlı İmparatorluğu’dur. Fatih Sultan Mehmed aslında tipik bir Roma imparatorudur; Kayzer-i Rum unvanları arasındadır ve bu özellik kendi portresini oluşturan çizgilerde de mevcuttur.
1516 ve 1517 yılı bugünkü Suriye, Çukurova, Filistin, Lübnan ve ardından da Mısır’ın imparatorluğa katıldığı yıldır. Bunların hepsi zamanın askerî teknoloji ve bir harp dehası olan Osmanlı İmparatorluğu’nun gerçekleştirdiği değişimdir. Aynı zamanda Kuzey Afrika’da Cezayir, Tunus bugünkü Libya, o günkü Trablusgarp, Garp Ocakları denen memleket bu devlete tabidir ve burada sosyal bir değişim tamamlanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’ndan evvelki Memlukler, İslam’ın Türk - Çerkes savaşçı sınıfını Arabistan ulemasıyla kaynaştıran bir idareydi. Mercidabık ve Ridaniye Savaşlarıyla Osmanlılar onların halefi oldu.
19. asırda yerli yabancı herkesin üzerine müttefik olduğu bir durum şudur; Arap değişmiştir. Bugünkü Arap entelektüellerinin ve iş bilmeyen bazı sözde tarihçilerin de tekrarladığı, “Araplar Türkler yüzünden yerinde saydılar” sözü çok tartışılır ve tartışılıyor. Hem de sırf bizim açımızdan değil çünkü tarihçiliğimiz bir iki istisna dışında modern Ortadoğu’yu incelemeye üşeniyor. Bu işi yapan Amerikan ve İngiliz üniversitelerindeki Yahudi bilginlerdir. Şüphesiz ki muhalif görüşler bazı grupların kendi yorumundan çok onlara dayatılan görüşler de olabiliyor. Ama tarihçilikte yeni safhaya geliyor.
Ortadoğu 1919’da ortaya çıkan Fransız ve İngiliz mandasından beri huzursuzdur. Bozdukları en önemli nizam; şehirlerdeki Osmanlı idari sistemi, her din mensubunun millet idaresi altında ele alınması, iki; bilhassa aşiret yapısına Osmanlı yönetiminin ilginç bir uzlaşma sistemiyle el atmasıdır. Bu böyle devam etti. İngilizler geldiği zaman daha mükemmel ve modern bir tarz getiremediler. Üstelik eski nizamı sarsarak yer yer isyanlara ve huzursuzluklara sebep oldular.
İSTANBUL, İzmir, Ankara ve Adana’nın varoşları, resmi rakamlarının çok ötesinde nüfus barındırıyor. Mesela İstanbul vilayeti, neredeyse Kocaeli’nin varoşlarına bitişmiş durumda. Adana, Mersin, Tarsus gibi merkezler birbirine çok yakın. Ankara’da varoş diye tanımlanan mahalleler, bizim kuşağımızda mütevazı alt orta sınıf banliyöleriyken, bugün son derece karmaşık bir demografik yapıya ve kriminal yuvalanmalara ev sahipliği yapıyor. İzmir de bu gidişatın dışında değil. Aynı toplumsal kalıbı Batı Avrupa metropollerinde de görmek mümkün.
İMKÂNSIZLIK SUÇA İTİYOR
Bu bölgelerdeki eğitimsizlik ve okullaşma sorunu öğretmen eksikliğini ve eğitim kalitesizliğini iki kat artırıyor. Varoş gençliğini eğlendirecek ya da meşgul edecek ne sanat, müzik ve tiyatro imkânları var, ne de yoğun bir spor faaliyeti. Türkiye’de spor, pahalı bir faaliyet. Bu nedenle varoşlar, sanat ya da spor yıldızlarından çok, suçlular yetiştiren bir yapıya evriliyor. Bu gelişme, Türkiye’yi birçok üçüncü dünya ülkesinde olduğu gibi Güney Amerika metropollerine benzetiyor. Tarihsel ve kültürel kodlarımıza tamamen zıt bu durum, toplumu büyük bir dehşetin eşiğine getiriyor. Aziz dostum Sedat Ergin’in bu hafta kaleme aldığı yazı da bu korkunç gerçeği gözler önüne seriyor.
Toplumda orduya ve polise karşı bir direnç ve bu kuvvetleri hafife alma gibi bir davranış biçimi yaygınlaşıyor. Bu, toplumsal bir serserilik hâlini alıyor. Liyakatsiz, partizan, eğitimsiz ve ideolojik saplantılarla malul bürokrasi ve siyasi temsilciler kanuna ve devlete saygıyı ortadan kaldırıyor. Devleti bir tabu olarak gören geleneksel kültürümüz, yeni liberal takımın hayalini kurduğu bireysel haklar ve özgürlükler anlayışına dönüşmediği için, yerini haydutluğa ve başıbozukluğa bırakıyor. Bu durum, bireylerin devlet karşısındaki bin yıllık tutumlarını terk etmeleri anlamına geliyor. Avrupa tarihinde de benzer süreçler yaşandı; ancak Avrupa, muhafazakâr ve sosyal demokrat anlayışlarıyla vatandaşlık kültürünü geliştirmeyi başardı ve serseriliğe yer bırakmadı.
YA TIMARHANE YA HAPİSHANE
Varoş suçluluğu her yerde mevcut, ancak bunun kahramanlığa evrilmediği yerlerde toplum düzeni daha sağlam kalabiliyor. Kanunların, güvenlik güçlerinin ve ordu mensuplarının savunma haklarını garanti altına almamak, politikacıların popülizm adına sorumsuz kitlelerle işbirliği yapması son derece tehlikeli bir gelişme.
Henüz
Kutupların erimesi artık gözlerimizin önünde gerçekleşen bir facia. Dünyanın iklimi değişiyor ve bu durumun üzücü sonuçları, belki de bir dönüşüm ve restorasyon sürecine kapı açacak. Ancak bu meseleleri derinlemesine tartışmak, sadece bizim değil, doğa bilimcilerin bile tam anlamıyla üstesinden gelemediği bir konu. Ortak paydada buluşulan tek nokta; gelecekte karşılaşacağımız çevre felaketleri ve insanlığın yüzleşeceği devasa sorunlar. Açlık, tuhaf hastalıklar ve nihayetinde yaşadığımız kara parçalarının sular altında kalması. Şimdiden Seyşeller halkı gibi, vatanlarının sulara gömüleceği gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalan toplumlar var.
Allah bilir, kuzeydeki bazı ülkeler, gelecekte göç dalgalarını daha sert ve acımasız yöntemlerle önlemeyi nasıl başaracaklarını düşünüyorlar. Ekvatora yakın bölgelerde yaşayan halkların giderek kuzeye kaçacağı aşikâr. Sibirya’nın yüzölçümü ne kadar büyük olursa olsun, bereketi Kuzey Amerika kadar değil. Bazılarının hayal ettiği gibi bir milyar insanı barındıracak kapasitede bir coğrafyadan söz etmek mümkün değil.
SAHİLLERİMİZ DE SUALTINDA KALACAK
Tecrübeli gazeteci Mert İnan’ın geçen hafta çıkan özel haberi bize tekrar Türkiye’yi hatırlattı. Akdeniz sahillerimiz, sadece Türkiye’de değil, birçok yerde su altında kalmaya aday. Türkiye kıyıları, zaten mevcut nüfusun ihtiyaçlarına cevap vermekte zorlanıyor. Dolayısıyla, bu kıyıları yeni inşaatlarla işgal etmek bir yana, var olan yapıların bir kısmını dahi ortadan kaldırmanın yollarını aramalıyız. Kıyılarımızdaki tek mesele, tarımı nasıl sürdüreceğimiz ve lüzumsuz betonlaşmayı nasıl önleyeceğimiz değil.
Küçük Asya, antik çağların en zengin, en müreffeh ve en yoğun yerleşim bölgelerindendi. Ne İtalya, ne Adriyatik kıyıları, ne de İber Yarımadası, Efes, Didim, Miletos, Knidos, Kaunos, Antalya, Side ve Perge gibi ardı ardına sıralanan antik şehirler dizisiyle doludur. Bu liste, sadece en bilinenleri içeriyor. Bu antik harabelerin çoğu, kazılar ilerledikçe daha da çarpıcı bir miras ortaya koyacak ve maalesef mirasın önemli kısmı da yükselen suların istilasıyla yüzleşecek. İstanbul’un Suriçi bölgesinin bile bir kısmı bu tehlikeyle karşı karşıya. Bugünden, istesek de istemesek de surların çevresindeki bulvarların ortadan kaldırılması ve doğal ile tarihi çevreyi koruma çalışmalarını planlamak zorundayız. Gelişigüzel göç politikaları, kıyıların sorumsuzca kullanılması ve her yere yol yapma sevdası; bu açgözlü istilanın tümü tabiatın engellerine takılacak. Tabiat, kendisinden çalınanı unutmaz, er ya da geç geri alır.
ORTALIĞI DERLEYİP TOPLAMANIN VAKTİ GELDİ
Türkiye gibi antik çağlardan geç antikiteye, hatta orta ve yeni çağlara uzanan bir zenginliği barındıran bir ülkenin antik kentleri, çeşitlilik ve zenginlik bakımından eşsizdir.
12 Eylül’de gazetelerde “Türk dünyasının ortak alfabesi kabul edildi” haberi vardı. Mevcut 29 harfe eklemeler yapılacakmış, sayı 34’e çıkacakmış. Eklenen harfler de aslında harf demeye bin şahit ister; daha çok hareke misali bir takım işaretler. Fakat içlerinde en gereksiz olanı da “Q” harfi. Bu “Q”, Arapçadaki “kaf”ın karşılığı olarak görülüyor ve Türk lehçelerinde kaba bir şekilde telaffuz edilen kalın “K” sesini karşılıyormuş. Hem İran’da hem Sovyet Azerbaycan’ında, keza Osmanlı dünyasında da okumuş yazmış insanlarımız bu kalın “kaf”ı pek kullanmazdı. Modern Farsçada bu “kaf” zaten “Ga” sedasıyla karşılanır. Bu kalın telaffuz, halk arasında vardı ve hâlâ da var.
TÜRKİYE DİL MESELESİNDE ÖNCÜ OLMA VASFINI YİTİRDİ
Bir de “e” var ki, oldukça açık bir ses; ancak edebiyat ve tiyatro sahnelerinde gittikçe terk ediliyor. Dil meselesinde siyasi tayinlerin yetkinliği olmadığı malum. Bilhassa Türk birliğine üye devletlerin içinde dil biliminde otorite sayılacak uzmanlar Macar bilim insanlarıdır. Macar meslektaşlarımız, Türk dilini hakkıyla öğrenmiş, derin bilgi birikimine sahip bir gruptur. İkinci sırada Azerbaycanlılar ve Kazan Tatarları gelir. Ne yazık ki Türkiye, bu konuda öncü olma vasfını yitirmiştir. Bunu geri kazanmak ise son derece önemlidir.
Önerilen bu harfler, hele o garip “kâf u nûn” kombinasyonu, kırsal bir konuşmayı çağrıştırıyor. Cumhurbaşkanı’mızın bu tarz bir telaffuzu kullanmadığını hepimiz biliyoruz. Hiçbir nutkunda “yaptığının, ettiğinin” gibi bir telaffuz işittiniz mi? Yakın zamana kadar lise tahsili görmüş hiçbir İstanbul ve Anadolu çocuğu da bu tarzı korumazdı. Ancak bugün işler değişti. Daha vahim bir tabloyla karşı karşıyayız. Haberi sunan spiker hanımdan tutun da, genç kızlarımızın büyük bir kısmı, bırakın bu yeni beş harfi, mevcut sekiz sesli harfi dahi düzgün telaffuz edemiyor. Türkçemiz, adeta sümüklü bir telaffuzla dolaşıyor ortalıkta.
Haberdeki örnekler de son derece ilginçti. İspanyolca’daki “nyo” sesini veriyorlar, maşallah! Ama en çok sinirime dokunan kısım, rahmetli Oktay Sinanoğlu’nun ruhunun şad olduğunun söylenmesiydi. Oktay Hoca’yı hayatının son on yılında yakından tanıdım. Pek çok tehlikeyi abarttığını sanıyordum; fakat sonradan gördüm ki, hepsi gerçekmiş. Ruhundan özür dilerim. Hocamızın dikkat çektiği bir mesele de buydu: Sesli harfleri çöp eden bir Türkçe. Hatta bu durumu bir komplo olarak bile değerlendirirdi. Kız kardeşi Esin Afşar da Türkçeyi tertemiz konuşanlardandı. Oysa bugün Jülide Gülizar, Aytaç Kardüz gibi düzgün Türkçe konuşan spikerler kaybolup gitti. RTÜK, Türkçeyi katleden medya kuruluşlarına ceza kesmekle meşgul olsa, siyasi sansürden daha hayırlı bir iş yapmış olur.
TÜRK DÜNYASI İSTANBUL LEHÇESİNE YÖNELİYOR
OSMANLI İmparatorluğu, yani Türklerin İmparatorluğu’nda Türkçe eğitimin modernleşme süreci 250 yıl evvel başladı. Reformun ana itici unsuru askerî reformların gerekliliğidir. Mühendislik, tıp, veterinerlik, kimya dalındaki Batı Avrupa ilminin getirilmesi, Mühendishane mektebleri kurularak, bunun tatbiki ve tabii ilimler içinde bilhassa orduda ele alınması 18. yüzyıla ait bir başlangıçtır. Hiç şüphesiz ki 19. yüzyıl boyunca bu süreç hukuk eğitimine (II. Mahmud devri) ve yine tıp eğitimine hız vermek yoluyla geliştirildi.
TÜRK KADIN DEVRİMİNİN BAŞLANGICI
19. yüzyılda eğitimin en önemli rolü sıbyan mekteplerinin kız ve erkek çocuklarının birlikte eğitime tabi tutularak, bu okullarda kısmen modern sayılacak okuma, yazma ve hesap öğretimi ile tanıştırılmasıdır. Bu ilk kademe eğitimden sonra bazı çocukların imkânlarının darlığı dolayısıyla, şayet kabiliyetliyseler, Bâbıâli’deki ofislere çırak olarak alınmasına da devam edildi ve büyük Tanzimat memurları yetişti. Asıl değişiklik, kız çocuklarının da eğitime devam etmesine müsaade edilmesidir. Tabii Rüştiyelerin yapısına ek olarak bu durumda kız ortaokulları (İnas Rüştiyeleri) da kuruldu ve daha da muhteşem bir eylem olarak Dar’ülmuallîmat (Kız Öğretmen Okulu) mevcut erkek öğretmen okulları (Dar’ülmuallîmin) yanında ortaya çıktı. Kadın öğretmenlerin cemiyetimize katılması Balkan ülkeleri ve Rusya ile hemen hemen aynı tarihleri taşır ve gerçek Türk kadın devriminin de başlangıcıdır. Bir bakıma Osmanlı İmparatorluğu eski ananeyi yeni dünyaya intibak ettirerek devam ettirdi.
Osmanlı eğitim sistemi bursa önem veriyordu. Askeri alanda olduğu gibi, Dârüşşafaka, Mülkiye, 1860’larda kurulan Galatasaray ve veterinerlik okulları öğrencilerin sadece okuma yazma masraflarını değil, giyim kuşam masrafları ve yatılı olarak da barındırırdı.
Galatasaray Lisesi
Daha da ilginci, imparatorluk Avrupa tipi eğitimde Fransızca eğitimini zorunlu gördüğü için bu sahayı misyonerlerin etkinliklerine bırakmak niyetinde değildi. Eğitim tarihimizin gerçekten büyük insanı Sultan Abdülaziz devrinde Mehmed Emin Âli Paşa, Ahmed Vefik Paşa ve bilhassa Keçecizâde Fuad Paşa, Fransızca – Türkçe eğitimli bir okulu, Galatasaray’ı kurdular. Bu örnek, sadece Rusya’da 33 yıl boyunca eğitim veren “Tsarskoye Selo Lisesi” gibi bir şeydir. O okulda da büyük Puşkin, birtakım devlet ve edebiyat büyükleri ve Rusya’nın Hariciye Nazırı ünlü Aleksandr Gorçakov gibileri okumuştur. Paşalarımız “Fransızca lazımsa misyon okullarını biz yaparız” dediler ve alasıyla yaptılar.
Askerî eğitimin modernleşmesi sadece Harbiye ile kalmayarak, aynı zamanlarda Avrupa’da yeni teşkil edilen kurmay eğitiminin benimsendiği 1840’lardadır. Bu yüzden Osmanlı ordusu Birinci Dünya Savaşı’na bile genç fakat âdeta tecrübeli generaller gibi, lisanları, matematik ve coğrafyayı her şeyi bilen yüklü bir kurmay sınıfıyla girdi.
Millî eğitim meselesi, gayrimüslimlerin de Türkçeyi iyi öğrenmelerine dikkat etmiştir.
TOPKAPI Sarayı hepimizin bildiği gibi Sarayburnu diye adlandırılan Suriçi İstanbul’un en uç mıntıkasında yer alır. Bu bölgedeki kalıntılar temelde Atina civarından geldiği bilinen Megaralılar’ın kurduğu efsanevi Byzantion’dur. Ama bu isim unutulmuştur. Hiçbir zaman bizim Bizans dediğimiz imparatorluğun ahalisi kendilerine Romalı demekten başka bir isim kullanmadılar, kimlikleri buydu. Hellenizm şuuru bu bölgede miladi 10. - 11. asırlarda başlamıştır. Bugünkü Saray-ı Amîre aşağıda Çinili Köşk ve bugünkü alan, henüz Edirne döneminde, yani 1446’dan itibaren yapıldı ve saray 1460’larda buraya nakledildi.
SİRKECİ DEMİRYOLU HATTI KALDIRILMALI
Bugün Sarayburnu’nda dış kapıda bir Gotlar Sütunu vardır. Şehrin Gotlar tarafından kuşatılmasının önlenmesi üzerine bunun şerefine dikilmiştir. Bir küçük şapel (ayazma) vardır. Doğrusu bir kazı yapıldığında neler çıkabilir. O Sarayburnu’nu çevreleyen yolun kaldırılmasına bağlıdır. Bugün için Sarayburnu’ndan Sirkeci Demiryolu hattını kaldırmak yeterli. İmparatorluk ulaştırma tarihinin önemli istasyonu Sirkeci İstasyonu’dur, bunun müştemilatı, Sepetçiler Köşkü, alay köşkleri gibi kalıntılar Topkapı Sarayı bahçelerine dahildir. Bu bakımdan Sirkeci Demiryolu hattının kaldırılması gerekir. Hattın altında bir de Bizans devrine ait bir bazilika vardır. Hâlen bölgede zaman zaman görülüyor, şu son birkaç yılda Topkapı Sarayı idaresi yeni bir sarnıç daha keşfetti. Gülhane Bahçesi’nin de yer aldığı bu bölümde geniş bir parkın tesis edilmesi düşünülüyor ki isabetlidir. Çünkü İstanbul halkının tenezzüh, hava almak ve gezmek için bu gibi alanlara şiddetle ihtiyacı vardır.
Soğukçeşme ile sınırlı olan bugünkü Saray-ı Hümayun duvarları şüphesiz Ayasofya’nın devamı olan Aya İrini’yi de barındırıyor. Aya İrini 8. asırdan kalma bir bazalikal tipte bir kilisedir. İkonklast (put kırıcı dönem) kiliselerin son ve tek muhteşem örneğidir. Şiddetli restorasyona muhtaç olduğu için konserlerin iptal de isabetli olmuştur, restorasyonun hızla başlaması gerekir.
Darphane dediğimiz bölüm aslında sarayın başka ülkelere yollayacağı diplomatik hediyelerinin, mutena cilt işlerinin, soğuk demir işlerinin, marangozluğun yapıldığı alandı. Bugün burası Topkapı Sarayı’nın zengin çini koleksiyonu için düşünülüyor. İlk anda isabetli bir kara gibi ancak yakın gelecekte Topkapı Sarayı’ndaki muhteşem çini porselenleri, Avrupa porselenlerinin (Saksonya ve Petersburg) ayrı bir alanda mutena bir bina da toplanması icap eder. İstanbul en büyük ve en orijinal porselen müzesini barındırmaya aday bir şehirdir. (Aday binalar eski Defter-i Hakanî ve Maçka’daki Teknik Lisesi’dir.)
Aynı şekilde Topkapı Sarayı’nın cam eserleri de son yıllarda Beykoz’daki Abraham Paşa Köşkü’ne taşındı. Korunun içinde gayet sempatik bir müze ortaya çıktı. Lâkin o müzenin restorasyon bölümü, uzmanların çalışacağı bölümler için sahaya ihtiyaç var. Bu saha Türk Alman Üniversitesi dediğimiz; nasıl çalıştığı hâlâ belli olmayan, verimliliği de çok tartışılan bir üniversite tarafından işgal ediliyor. Amacımız bu üniversite ile uğraşmak değil. Fakat üniversitenin müzenin alanına ve ormandaki diğer sahaları kapatması da hoş değil. Hatta buraya güya çok lüks öğrenci yurdu yapılarak bu saha, orman kapanmak, tahrip edilmek yoluna gidildi. Bunların düzeltilmesi gerekiyor. Bu alan müzeye aittir.
TOPKAPI SARAYI’NIN GÜZELLİĞİ MÜTEVAZI OLMASINDADIR
Sarayımızın II. Mahmud döneminde fiilen, Sultan Abdülmecid devrinde resmî olarak Dolmabahçe Sarayı’nın yapılmasıyla terk edildi. Zaruri bir durumdu. Çünkü en geniş salonunda bile 19. yüzyılın bir diplomatik banketi tertiplenemez. Arz odasının muasır diplomatik törenler için geçerli olmadığı açıktır.
BU tatilde benim gibi siz de görmüşsünüzdür; özellikle yangın felaketine uğrayan ormanların daha önceleri yanından geçtiğinizde iç karartıcı manzarasına şahit olmuşsunuzdur. Ormanların ta içine kadar girip bakmaya lüzum yok. Yol kenarındaki çamların bile senelerdir budanmadığı, tutuşmaya müsait otların bir şekilde ayıklanmadığı görülüyor. Disiplinsiz ve hoyrat insanların oranı düşük de olsa bu gibi serseriler her yerde vardır. Pencerelerinden çöp atarlar veya izmarit fırlatırlar.
Benim dikkatimi çeken şey belirli nüfusun olur olmaz her yerde durup piknik yapmalarıdır. Bu piknik sonunda bırakılan çöplerin ne toplandığını ne de gözden geçirildiğini sanmıyorum. Avrupa’da çok düzenli sayılan Hollandalılar gibi milletlerin de son derecede laubali ve tahripkâr sürücüleri vardır. Her alanda piknik yaparlar ve piknik yaparken de peşlerinde izmarit bırakmadıklarını düşünmek mümkün değil.
Halkımız ormanlarına sahip çıkmıyor. Yangınlarda itfaiye ve Orman İşletme Müdürlüğü ekipleri canla başla çalışıyor ama Ankara’da Tarım ve Orman Bakanlığı’nda işler aksak ilerliyor. Bu çok açık. Bu bir düzenleme gerektirir. En azından odun ihtiyacının karşılandığı bölgeler var, bununla hiç ilgilenilmeyen orman bölgeleri var. Mesela Balıkesir’in bazı ormanlık köylerinde orman idaresi civardakilerin ve köylülerin yakacak odun ihtiyacını kendi karşılıyor ve bedava yahut makul bedelle satıyor. Bir sürü yerde bu yok. Bürokrasinin her zaman liyakatli ellerde olması gerekir. Hele ki konu ormanlarımızsa.
DÜZENLİ İSTATİSTİK YAYIMLANMASI LAZIM
Maalesef Türkiye’de orman arazisinin içine kadar sokulmuş yerleşmeler var. Bunların bazıları ormanın korunmasına dikkat ediyor ama hepsinin sakinleri için aynı şeyi söylemek yine mümkün değil. Hatta bir ilçenin sınırları içindeki orman kenarı yerleşmelerde bunu gözlemek mümkün oluyor. Ülkemizde pek yanlış kanaat ve slogan vardır: “Namütenahi zenginlikleri olan, gümrah; yani bereketli bir ülke.” Bu tamamıyla yanlıştır. Türkiye’nin ne Kuzey Avrupa ülkeleri kadar bereketli ve gümrah ormanları vardır ne de ABD ve Avrupa’daki birçok ülke kadar zengin su kaynakları bulunur. Eski rakamlar yüzde 13.5’i ormanla örtülü olduğuydu. Bu bilgimizde değişmelerin olması kaçınılmaz. Değişmeler olumlu mu olumsuz mu? Ormanlar ne derecede korunuyor? Bakımı yapılıyor mu ve yeni sahalar ağaçlandırılıyor mı? Bakanlığın bu konuda daha düzenli istatistik yayımlaması lazım. TEMA kadar faaliyet gösteren başka vakıflar ve hatta devlet organları var mı?
Zeytinliklerin çok korunmadığını biliyoruz. Tarım ve Orman Bakanlığı anlamsız ve fakir kömür kaynaklarını açmak için bu zeytinliklerin tahribine ses çıkartmıyor. Son senelerde Vakıflar Genel Müdürlüğü de geniş ölçüde arazileri imara açtı. İmardan istifade edenler daha çok yılda 15-20 gün memlekete gelen Avrupa’daki Türkler ve kıyılara kadar yayılan turistik oteller. Bunların bazılarının işletmesi hiç de öyle bereketli değil. Daha doğrusu otelciliği hızlı bir kâr kaynağı olarak gören insanların bu sanattan anlamadıkları çok açık. Nitekim bir açıklama yapılırsa birçok kıyı otelinin lenduha hâlinde inşa edilip birkaç yıl sonra sahipleri olan şirketlerin ve şahısların el değiştirdiği görülür. Turizmde hedef az sayıda turist ve bol gelirdir. Tabiatımıza mâl olan bu tip konaklama tesislerinin beklenen geliri getirmeyeceği ve bir felakete sebep olacağı açıktır.
2000’li yılların başında Alman Seyahat Acentaları Başkanı devrin yetkililerine “Biz buraya tabiat ve tarih için geliyoruz. Bu görünümleri tahrip ettikçe bizden turist bekleyemezsiniz” demişti. Hakikaten boyuna Alman turist sayında artış miktarı verilmesine rağmen bunun arzu edilen derecede olmadığı ve pek de zil çalınacak rakamlar olmadığı açıktır. Demir perdenin yıkılmasından ve düzenin değişmesinden sonra Akdeniz kıyılarını hayal eden ve büyük bir iştahla gelen Eski Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupalı turistlerin daha ne kadar zaman bir artışa cevap vereceği belirsiz. Üstelik kıyıları kapatan bu otellerde her türlü basit işletme mantığına aykırı olarak “hepsi dahil” ücretler ödendiği ve bu yerli turistten alınanın çok altında olduğu biliniyor.
KIYILARIN KORUNMASINA DİKKAT EDİLMİYOR
ÇANAKKALE Belediyesi’nce bu yıl 61’incisi düzenlenen Uluslararası Troia Festivali’nin resmi açılışı, Troya Antik Kenti’nde gerçekleştirildi. Troya Harabeleri’nde Odeon (küçük tiyatro, müzik dinleme yeri) kısmında Macaristan’dan gelen kardeş şehir Tapolca Belediyesi meclis üyeleri ve belediye başkanı ve Almanya’dan gelen kardeş şehir Osnebrück Belediyesi meclis üyelerinin katılımıyla bir konferans da yapıldı. “Troya’nın Tarihteki Rolü” adlı bu konferansta Troya’nın tarihteki rolü üzerinde durdum. Troya Zaferi’ne Fatih Sultan Mehmed çok ilgi duymuştur ki kendisi bir Rönesans hükümdarıdır ve bittabi Türkiye’nin Ebedî Başkomutanı, Reis-i Cumhurumuz Gazi Mustafa Kemal Paşa da bu zaferle ve tarihiyle ilgilenmiştir.
“İlyada” nasıl bir eserdir? Homeros kimdir? Kişilik üzerinde destanın mahiyeti üzerinde 1795 yılından beri çetin münakaşalar var. Friedrich August Wolf, “İlyada”nın muhtelif şarkılar, türkülerden oluşan anonim bir eser olduğunu bile iddia etmiştir. Homeros’un doğum yeri, kişiliği de aynı şekilde tartışma konusudur. Ama şurası bir gerçek ortada bir eser, bir “İlyada” var. Zamanla bazı bölümlerine müdahale edilse de Anadolu ile Hellas Adası kavgasını konu ediniyor. Vakıa Fransızların Seddülbahir’deki anıtına da Hellas Anıtı deniyor. Bu ilginç bir şekilde Akhalıların mirasına sahip çıkmaktır. Hoş Fransa’nın Birinci Dünya Savaşı’nda hele Gelibolu’daki muharebelerde ulaştığı neticeler ortadadır. Gelibolu’daki muharebelerle Fransa daha çok İngiltere ile karşılıklı bir nefret içine düştü. Çünkü müttefikinin kendine bu muharebelerde stratejik bir harcama uyguladığı kanaatindeydi. Fransa Genelkurmayı Türk askerlerinin askerlikte yetenekleri ve onurlarına, şövalye davranışlarına saygı duymuştur. Bu o günkü komutanlarda olduğu gibi sonra İstanbul’da işgal komutanı olan Mareşal Louis Franchet d’Espèrey’de de görülür.
HÜSEYİN AVNİ BEY
10 Ağustos ayrıca, Anafartalar Zafer Günü’müzdür. 109 yıl önce Mehmetçik, Conkbayırı’nda süngü taarruzuyla İtilaf kuvvetlerini bozguna uğratmış ve çıkarma harekâtını bertaraf etmiştir. O dönem kurmay albay olarak görev yapan Mustafa Kemal, Conkbayırı, Anafartalar ve Arıburnu’nda gösterdiği üstün askeri başarı sonucu “Anafartalar Kahramanı” diye ünlendi.
O günlerde şehit olan önemli bir subayımız da 57. Alay’ın şanlı komutanı Hüseyin Avni Bey’dir. Hüseyin Avni Bey, 25 Nisan çıkarmaları sırasında binbaşıydı ve “canını verircesine” gösterdiği kahramanlıktan dolayı 12 Mayıs’ta yarbay rütbesi verildi. 25 Nisan 1915 tarihindeki Arıburnu Çıkarması’nda büyük kahramanlıklar gösteren 57. Alay’ın komutanını, Atatürk şu sözlerle anmıştı: “Arıburnu muzafferiyetinin ilk ve metin temel taşı olan 57. Alay’ın temiz kalpli, inançlı, seçkin komutanı Şehit Yarbay Avni’yi özel bir hürmetle anarım.” (Hakkında çok önemli bir kitap, torunu Hüseyin Avni Tanman ile Çanakkale Muharebeleri’ne dair araştırmalarıyla tanınan Ahmet Yurttakal’ın kaleminden “Şanlı 57. Alay’ın Cesur Komutanı: Şehit Yarbay Hüseyin Avni Bey” adıyla çıktı. İlk kez yayımlanan belgelerle birlikte 57. Alay’ın ve onun efsane komutanının muharebeler esnasındaki faaliyetlerini, mücadele sahnesindeki tarihi önemini tüm detaylarıyla anlatan bir eser.)
Çanakkale Belediye Başkanı Muharrem Erkek
Bugün Gelibolu toprakları üzerinde müstesna bir anıt ve mezarlık tarihî hafızamızda bu alayı yaşatmaktadır.