455’te bildiğimiz İtalya’daki Roma İtalya Yarımadası’nı basan Vandallar tarafından istila edildi ve şehir tahrip edildi, yağmalandı. Beşeriyet tarihinin en iğrenç olaylarından biridir: Barbarların medeniyeti tahrip etmesidir. Vandalların şefi Genserik yağma ettikleri şehri tam anlamıyla tarihe gömmüşler demek doğrudur. Çünkü 395’te İmparator Theodosius Büyük Roma İmparatorluğu’nu çocukları arasında Batı’da Honorius ve Doğu’da Arcadius olmak üzere taksim etmişti. Doğu Roma, yani başkenti Konstantinopolis olan bölge Küçük Asya’da ekseriyetle Yunanca konuşulan ama bunun yanında sayısız dillerin konuşulup yazıldığı, kültürlerin kaynaştığı bir bölgeydi. İkinci Roma yüzyıllarca satvetiyle hayatını sürdürdü. Ta ki ikinci bir barbar istilası IV. Haçlı Seferi’nin yağmacıları 1204’te baş şehir Konstantinopolis’i yağma edip burada Latin Krallığı’nı 50 yıl için kurana kadar; Roma asıl bu tarihte sona erecektir.
Karl Bryullov tarafından 1833-1836 tarihleri arasında resmedilen Roma’nın 455’teki istilasını gösteren yağlıboya tablo.
İNSANLIĞIN 1000 YILLIK ENTERNASYONAL DİLİ
5. asırdan sonra İtalya’da klasik Latin kültürü yavaş yavaş eridi. Latince yeni gelenlerin diline doğru değişti. Bu dillere İtalyanca gibi Roman ve Fransızca gibi Latin dilleri diyorsak da cümle yapısı (sentaks) ve kelimelerin çekiminde (morfoloji yönünden) temel farklılar vardır. İnsanlığın 1000 yıl kadar enternasyonal dili olan Latince Avrupa’da konuşulan kaba Latinceye, Latina Vulgata’ya dönüştü. Klasik Yunanca da zaten ayrı bir döneme girmişti ve klasik Yunan metinlerini ve felsefeyi Doğu Roma, Justinianus devrinde reddettiği için Süryaniler ve Araplar Arapçaya çevirdiler. O yolla da Eski Yunan onların sayesinde tekrar Avrupa’ya dönüş yaptı. Bu dönemin medeni eserlerini Avrupa’ya kazandıranlar daha çok Endülüslülerdir. Özellikle hem Latinceyi, hem Yunancayı, hem de Arapçayı bilen Yahudi mütercimlerdir. Justinianus Latinceyi seven bir Makedonyalıydı. Kodifikasyonu Bizans’ta esas itibariyle Latince yaptı. Hazırlattığı ünlü teorik hukuk eseri “Corpus Iuris Civilis” Latincedir. Nitekim Beyrut ve İstanbul hukuk mektepleri hukuk eğitiminin ilk defa ciddi olarak kurulması olayıdır.
Roma bugün her yerde muhteşem kalıntılarıyla yaşıyor. Mısır’da Kuzey Afrika’da, İspanya’nın dışında taşra tipi kalıntılara da Almanya’da, İngiltere ve Avusturya’da rastlanıyor ama asıl Roma medeniyetinin kalıntıları İtalya ve daha da ziyade Küçük Asya’dadır. Türkiye, Roma kültürünün parlak kalıntılarını taşır. Roma’nın hukuku, modern insanlığın ortak hukuk anlayışına temel olmuştur. Romalı hukukçunun fikir yürütüşüyle İslam hukukçusu da çok yerde büyük benzerlik gösterir. Medeniyetlerin birbirini naksedeni yoktur. Sağlam olanlar hem tarihe, geçen zamana dayanır hem de birbirleriyle kaynaşırlar. 455 istilası gibi Roma’yı yıkan bir istila Küçük Asya’da ancak 1204’te oldu. Şehrin o dönemde geçirdiği haçlı yağması ve faciası bugün bile telafi edilmiş değil.
BARBARLAR AVRUPA’YI NASIL DEĞİŞTİRDİ
JOHN
SAYIN Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Mehmet Özhaseki Bey, sahilleri belirli bir kullanım şekline bağlayacak çok önemli ve kapsamlı proje hazırladıklarını açıkladı. Şu anda özellikle turistik sahillerimizin çok kapsamlı bir araştırması sürüyormuş. İlk elde Göcek ele alınıyor. Bu yer üzerinde duralım. “Sahillerimizde de 50 metreden daha yakın plajların kaçak olanlarını tamamen yıkacağız” diyor. Bunun üzerinde de duralım. Verilen süre çok kısa.
Sahillerin kamuya ait olduğu zaten kanun gereğidir. Bu ülkede çoktan tapusu, belgesi, sicili kayıtlı bu hukuk ihlal eden binaların, şık otellerin sayısı belirsiz. Göcek’ten işe başlanması reklam değeri çok yüksek bir girişimdir. Çünkü Göcek’te teknesini bağlayan veya kıyıda evi olan insanların en başta kendi grubuna giren münasebetsizlerden rahatsız oldukları açıktır. Girişim, Türkiye toplumunda herkesin uğraşmaya cesaret edemeyeceği insanların arasındaki problemi devletin çözmesidir. Sağda solda kıyılara ev yapan, peyzajı bozan Marmaris’te belirtiğimiz gibi bir otel sahibi hanımın sahil kıyılarına diktiği kaçak yapıların sayısı hayli yüksek. Bodrum’da ve diğer sahillerde kıyılar edepsizce istila edilmiş.
DÖRT KİŞİLİK BİR AİLENİN GÜNEŞLENECEĞİ YER YOK
İşin ilginci Türk halkının bütün sıkıntılara rağmen kazanç seviyesi 1950 ve 1960’lardaki gibi değil. Öncelikli ihtiyaçları yer değiştirmiş vaziyette.
VAROŞ ve kasaba çılgınları, doktorları, hemşireleri ve sağlık çalışanlarını sopalı saldırı ve hatta silah zoruyla sindirdikten sonra öğretmenlere ve eğitim çalışanlarına da yöneldiler. Maalesef memleketimizde kasabalar 16. - 18. yüzyıldaki ananevi konumlarını, geleneklerini ve üretkenliklerini kaybetmişlerdir. Evliya Çelebi’nin ünlü seyahatnamesinde Anadolu ve Rumeli’deki birçok kasaba için verdiği teferruatlı tasvirler, çarşı pazardaki esnafın ürettikleri, ahalinin usul ve erkâna nasıl sahip oldukları, evlenme ananelerine kadar uzanan tasvirleri ve geleneği nasıl korudukları malûmdur. Zamanın rüzgârları 20. - 21. yüzyıl kavşağında bu âdetlerin çoğunu süpürmediyse de daha tatsız bir duruma dönüştürdü. Günün şartları olumlu olumsuz etkileriyle kendine göre bir silsile ortaya çıkardı.
İstanbul Eyüpsultan’da, okul müdürü İbrahim Oktugan, odasında, liseden atılan 17 yaşındaki Irak uyruklu Y.K. tarafından silahla 5 el ateş edilerek öldürüldü.
TÜRK HALKI EĞİTİMCİSİNE ÇOK SAYGI GÖSTERİRDİ
Cumhuriyet’in ilk döneminde kasaba çocukları vilayet merkezindeki lisede okurlardı. Hayatlarını düzene koyacak yatılı eğitimden geçerlerdi. Öğretmenlerimiz Mustafa Necati ekolünün yarattığı ayrı bir kuşaktı. Biz onlardan her şeyi öğrendik; Türkçeyi, güzel yazıyı, hatta güzel bir üslubla yakın tarihi ve Osmanlı tarihini. Edebiyat hocalarımız pekâlâ divan edebiyatına kadar gereken çeşniye verirlerdi. Sağcı veya solcu olmaları mühim değildi. Bu memleketin insanlarıydılar ve Türk öğretmeni seçkin bir simaydı. Türk halkı da eğitimcisine, öğretmenine çok saygı gösterirdi.
İlk yırtılma fanatiklerin kışkırtmasıyla oldu; öğretmen ile halk arasında bir gerilim doğdu. Hekim ve hemşirelere yapılan saldırı ise sadece kasaba delilerinin tepesinin atmasıyla izah edilemeyecek biçimde örgütlü bir karaktere dönüştü. Sağlık politikalarının kötülüğü dolayısıyla hekimsiz ve sağlık personelsiz kalmaya mahkûm Almanya, Avusturya, Hollanda gibi ülkeler açıklarını kapatmak için bizimkileri avlamak yolunu seçtiler. Bunun en önemli yolu düşük maaşlar değil, ön planda artan okul fiyatları ve hekiminden hemşiresine karşı gereken terbiyeyi ve saygıyı gösteremeyen kasaba halkıdır. Bunları kışkırtıyorlar da.
Şimdi öğretmenlere yönelik saldırılarda bu grup kadar bir de memleketimizin âdetlerini benimsememekte ısrarlı olan Suriyelilerin ve bazı Iraklıların da payı var. Özel okulların yapısı ise hat safhadadır. Zira özel okullar çocukluğum ve gençliğimdeki gibi Ayşe Abla (Neriman Hızır), Büyükelçimiz Çoşkun Kırca’nın babası merhum Mehmet Ali Haşmet Kırca’nın kurduğu okullardaki (Yeni Kolej) otorite ve veliler ile talebeleri saygıya alıştıran yerler olmaktan çok uzaktır ve “Müşteri velinimetimiz” lafının dozunu çarşıdaki esnaftan daha fazla kaçırıyorlar. Özel okul öğretmenleri velilerin devamlı tacizi ve cahilane müdahalelerini dinlemek zorunda kalıyor. Müdürler ise “müşteri her daim haklıdır” düsturuyla hareket ediyor. Çoluk çocuk takımı da bu havayı hissettiği için edepsizliğe ve şımarıklığa sürükleniyor.
Bizim millet eğitimde demokrasiyi şamata ve küstahlık olarak anlar.
VENEDİK’teyiz. Mayıs ayının ilk onunda. Yağmur, alışılmamış bir olay değil. Yeni olan yağmurdan sonra Venedik’in muayyen sokaklarını ve başta San Marco Meydanı’nı suyun basması; anında plastik torbaları yetiştiriyorlar, suni çizmelerle geziyorsunuz. Elgiz Müzesi Venedik Bienali’ne bir ziyaret tertipledi müze dostlarıyla birlikte. Ama daha ilginci Demet Sabancı Çetindoğan’ın başkanlığını yürüttüğü T-One derneği, Elgiz Müzesi kurucusu Sevda Elgiz organizasyonunda, Venedik Belediyesi ve Pesce di Pace vakfı başkanı Nadia de Lazzari, Veneto bölgesi Türkiye fahri konsolosu Filippo Olivetti’nin işbirliğinde bir de konferans tertiplendi. Filippo Olivetti ve eşi Türklerin yoğun olarak bulunduğu Veneto bölgesinde Türkiye’yi çok iyi temsil ediyorlar ve yurttaşların işleriyle yoğunlukla ilgileniyor. Bir fahri konsolosun yapacağından daha fazlasını yerine getiriyorlar. Bunun dışında hiç şüphesiz ki Türk Hava Yolları’nın büyük desteği oldu. Milano Başkonsolosu Mehmet Özöktem’in de desteğini belirteyim. Konferansta Venedik Türkiye ilişkileri ele alındı. Asıl önemlisiyse Marco Polo’nun 700. ölüm yıldönümü.
SEYAHATNAMELER İÇİNDE EN ÇOK TARTIŞILANI ONUNKİ
Marco Polo, dünya tarihinin ilginç bir seyyahıdır. Seyahatname yazmak Mısırlı hekim Şinoe’den beri bir adet, yani milattan önce 13. asırdan beri kaleme alınan seyahatnameler var. Onların içinde Marco Polo’nunki en çok tartışılanı. Yüz elliye yakın kopya var. Bunlar matbaadan evvel yazılmış el yazmalarıdır. Marco Polo seyahatnamesinde birbirini tutmaz kelimeler var. Bazı olaylar yazılmamış. Mesela Çin Seddi’nden niye bahsetmiyor diyorlar. E oradan geçmedi çok açık. Ama buna karşılık banknottan (Çin ve Moğol banknotu ilginç bir gelişmedir ve ortaçağların harikasıdır), silahlardan, kağıttan bahsetmektedir. On üçüncü asırdan beri var olan bu seyahatname bazı atlaslara da -Barselona Atlası, Katalan Atlası gibi- yardımcı da olmuştur. Yalnız şu konunun üzerinde duralım. Kendisinden evvel gezenler vardır. Asya’dan bahsedenler vardır.
Mesela, Benjamin Tudela bir Yahudi seyyah olarak Bizans İmparatorluğu ve Türklerin bulunduğu bölgelerden geçti ve çok önemli bilgiler verdi, yorumlar yaptı. Kendisinden sonra Asya’yı gezenlerin içinde de en başta İspanya elçisi yani Katalunyalı Clavijo ve Bertrandon de la Broquiere (15. asır başı), Hans Schildberger (yine 15. asır başı) gibi seyyahlar var. İbn-i Battuta’yı hepimiz tanıyoruz. Türklerin bulunduğu Volga boyu ülkelere ilk giden İbn-i Fadlan’dır. Bu önemli eseri, muhteva ve analizini dünyaya Zeki Velidi Togan tanıttı.
Şunların üzerinde durmamız gerekir. Bazı konularda Marco Polo eğlenceli bir üslup hatta abartıya gidiyor. Eski seyahatnamelerde vazgeçilmez bir unsur. Ama bazı şeylerde de iyi bilgiler veriyor. Çin, Hindiçini, Endonezya ve Seylon Adası gibi olaylar üzerinde. Her halükârda Latinceyi dahi bilmeyen o çağlar için fazla münevver sayılmayacak biri ama iyi bir denizci ve babası gibi tüccar. Dünyadan ticaret kaybolsa, bizim Ömer Lütfü Barkan Hoca’nın dediği gibi, Venedikliler onu yeniden keşfederdi. Bu çok önemli bir unsur. Dolayısıyla Anadolu’da Trabzon ve İstanbul’dan başka bir yeri pek zikretmeyen, ki İstanbul da Haçlılar istilasından geçtiği için Ayasofya ve birkaç manastırın dışında çok aciz bir merkezdi, Anadolu üstündeki kervansaraylardan ve başka şehirlerden söz edemeyen bir yapısı vardır. İran’ı, Kubilay Han prenseslerinden birini İlhanlı Hanları olan kuzene götürdükleri, refakat ettikleri için tesadüfen gördü. Moğol İmparatorunun Çin’de olduğu (Kubilay Han zamanı) ve İran’da İlhanlılar hüküm sürdüğü önemli bir periyoda baktı. Bu nedenle kendisi daha evvelden bu bölgelere giden Plano di Carpini gibi rahiplerden bu yana tamamıyla gözlemci olarak bakan, kilise adamı olmayan biri. Bu bilgilerin çok yararlı olduğu bir gerçek. Ama bütün Orta Çağ yazıtları gibi ihtiyatla değerlendirilmesi gerekiyor. İkinci bir nokta üzerinde durmalıyız, bu bilgiler bizim için orijinal fakat her zaman için yan bilgilerle birlikte değerlendirilmesi gerekiyor. Unutmayalım, orta zaman tarihinin modern zamanlara geçişinde en önemli bir dönem. Türkiye’de bu gibi araştırmalara da bakılması gerekiyor ve bizim kendimiz bu kanala girmeliyiz.
Diğer çok önemli bir husus İstanbul tarihidir.
TAHRAN (28 Kasım-1 Aralık 1943) ve Yalta (4 Şubat 1945 - 11 Şubat 1945) konferanslarında mağlubiyetinden sonra Almanya’nın kaderi tayin edilmişti. Franklin D. Roosevelt Tahran’da Almanya’nın ve Almanların İkinci Dünya Savaşı’ndaki suçlu rollerinden dolayı tehlikeli ulus olduğunun anlaşıldığını bu nedenle Almanya’nın tamamıyla bir ziraatçı ve endüstrisi olmayan memleket hâline getirilmesi tezini ileri sürdü. Winston Churchill bu konuda sessiz kaldı. Stalin ise bir Alman hayranı olduğunu gösterdi; belki strateji bunu gerektiriyordu; Almanya’nın ayakta kalmasını istedi ve Roosevelt’in modeline hiç iltifat etmedi.
Yalta Konferansı / Winston Churchill - Franklin D. Roosevelt - Stalin
Yeni Almanya pek de gerçeği yansıtmayan; daha doğrusu demokratik gelişimine faydası olmayacak federal bir sisteme bürün-dürüldü. Bu gerçek bir federalizm değildir. 1948’de Batılı müttefiklerin işgalindeki Almanya bir cumhuriyet olarak böyle kuruldu. Konrad Adenauer Nazi hayranı olmayan ve onlarla geçinemeyen bir muhafazakârdı (Köln Belediyesi eski başkanıydı). Hitler’in maliye nazırı olan Dr. Hjalmar Schacht da arka planda bu yeni cumhuriyetin iktisadi sorunlarını çözen biriydi. İki ihtiyarın gizli - açık işbirliği vardı ve kuru-cu oldular.
Hitler
SAVAŞTA BİLİM İNSANLARINI MUHAFAZA ETTİLER
Yeni Almanya’nın sıfırdan kurulması sonradan çıkarılmış, abartılan bir kasidedir. Savaş sırasında en mühim üretim unsuru insandır. He-saplı biçimde cepheye sürülenlerin arasında ne o günkü Almanya’nın ne de geleceğin Almanya’sının kolay gözden çıkaramayacağı mühendisler, fen ve bilim insanları cephe gerisinde muhafaza edilmiştir. Hatta ileride Amerikan sanayiini ve harp sanayiini geliştirecek uzmanlar bile böyle ortaya çıkmıştır. Tabii ki Sovyetler Birliği de Doğu Almanya’daki insan kaynağını aynı şekilde kullanmıştır. Yeni Almanya’nın düzenli toplumu müttefik Batılılardan bile daha hızlı bir şekilde örgütlenmeyi becerdi. Daha savaş içerisinde zarar gördükçe hızla onarılan tesisler (meskenler değil) yeniden üretime geçti, savaş sonrası dünyanın ihtiyacını karşılamaya başladı. Fabrikaların dirilmesinden işçiler ve işverenler birlikte çalıştı. Bu nedenledir ki 1948’de kurulan cumhuriyetin sıfırdan inşa edilmediği açıktır. Malî reform; yani bütün tasarrufları silen ve herkese geçerli bir miktarı bağışlayan tedavüldeki paraların fiilen lağvı ve belirli karşılığı olan meblağın yurttaş başına 75 DM verilmesi gibi acı bir ilaçtı. Marshall Yardımı en rasyonel olarak kullanılabildiği ülke Almanya olmuştur. Askerî harcamaların yapılmadığı, kapitalist (hür dünya) veya komünist (esir dünya) diye ayrılan iki blok arasın-da Batı Almanya savaş masraflarından da oldukça kurtulmuştur. Ordusu çok sınırlıydı. Aynı şansın Doğu Almanya için olduğunu söylemek mümkün değildir.
Uzak Doğu’da da Japonya benzer bir durum yaşadı. Savaş sonrası komünizm Birinci Dünya Savaşı’ndan farklı olarak en önemli problem hâline gelmiştir. Dünyanın nüfus olarak yarıya yakını, coğrafya olarak da önemli bir kısmı yeni bir bloğun içindeydi. Soğuk Savaş dönemi Batı’da sosyal harcamaların felaketi önleyici maksatlarla bir ölçekte arttırılmasını bir yandan da komünizm korkusu-nun birlikte artmasını sağladı.
Demokrasiler ilginç bir döneme girmişti. 1 Mayıs’ın işçi bayramından çok bahar bayramı olması adı öyle konmasa da bir sokak şenliği hâline çevrilmesi Türkiye’de de “bahar ve çiçek bayramı” denmesi böyle bir anlayışın örneğidir. Aslında “1 Mayıs’ın” ortaya çıkışı herkesin bildiği gibi Amerika’da kanlı biten ilk büyük işçi mitinginin yıldönümü olmasından ileri gelir.
11 Eylül 1922’de Bursa şehri iki yıllık Yunan işgalinden kurtuldu. Bu işgal tıpkı İzmir gibi fakat daha gürültüsüzce tamamen İngiliz Yüksek Komiserliği’nin tertiplediği bir operasyondu ve İstanbul’un yanında Bursa’nın açıkta ve kontrolün dışında bırakılması onlar açısından uygun görülmemişti.
Mücadele uzun sürmüştür. Bursa’nın kurtuluşu bizde artık manasını yitiren birtakım yerlerin kurtuluşundan bahsetmekten epey farklıdır. Bursa, İstiklal Harbi’mizin önemli bir merkezidir. İstiklal Harbi’mizin merhum ve muhterem komutanları arasında Bursa-Antalya-İzmir hattı konusunda farklı mütalaalar ileri sürülmüştür. Anadolu’da birçok yerin kurtuluşundan sonra bu bölgeyi de zorlamanın bizi aşacağı ve başarısızlık söz konusu olduğu belirtilmiştir. Batı Anadolu hattının kurtulması ani ve “yıldırım harekâtı” denen harekât planlarıyla önplanda Mustafa Kemal Paşa’nın başarısıdır. Türkiye mareşali asıl bu safhada yeni Türkiye’nin dâhi bir komutanı ileri görüşlü insan olduğunu ispat etmiştir.
6 Nisan 1326’da Söğüt ve Bursa’yı başkent edinen küçük Osmanlı Devleti evvela, Koyunhisar Muharebesi (Bafeon) ile 1304’te bir kuvvet ve devlet olduğunu ispat etmiştir ve Batı Anadolu’da Bursa’nın etrafındaki birçok yeri ilhak etmeye başladıktan sonra Osman Gazi’nin tam ölümü anında Bursa’nın fethi Orhan Gazi tarafından tamamlanmıştır. Sultan Orhan sikkesi basılan ve Bursa gibi önemli bir merkezi fetheden ayrıca da Doğu Roma imparatorunun kızı Holofiera’yla Kantakouzenoslardan gelin getiren biridir. Bu ûnvan ortaçağlarda önemliydi. “Sultan” ûnvanını kullanmıştır ve ondan o şekilde bahsedilmiştir. Bu artık Türk İmparatorluğu’nun kuruluşunda ilk beylik (principote) devrinin kapanmasıdır. Bundan sonra tahtı devam ettirenler Hüdâvendigâr ûnvanlı I. Murad ve Yıldırım ûnvanlı I. Bayezid’dir.
İSTANBUL’UN KADERİNİ YAŞIYOR
Bursa her hâliyle Osmanlı mülküne intibak etmiştir ve mazideki kalıntılarına rağmen tipik bir Osmanlı şehri olarak ortaya çıkmıştır. Bereketli bir bölgedir. Bugün de öyledir. Mesela İnegöl’ün mobilyacıları bile neredeyse Çukurova kadar ihracat geliri getirmektedir. 1960’lardan itibaren acele bir kararla otomotiv sanayii oraya kuruldu. Bunda bölgeye yerleşen Tuna Boyu Türklerinin içinde mekanik ustaların bulunması başlıca rolü oynamıştır. Dokuma sanayii konusunda da önemli bir bölge. Ne var ki Bursa’nın geleceğini karartan da bu otomotiv endüstrisi oldu. Şehrin etrafında dünyanın en bereketli bahçeleri ve tarım alanları yutuldu. Aşırı nüfus artışı bugün Bursa’yı problemli şehir hâline getirmiştir. İstanbul’un kaderini yaşamaktadır.
1963 yılında henüz lise ikinci sınıf öğrencisiyken gördüğüm Bursa bir rüyaydı. Beni çarpmıştı. Ahalisinin zarafeti, ucuz otellerin bile sakız gibi temizliği yemeklerin çeşnisi, ister gündüz ister akşam vakti olsun yeşillik, yeşillik, yeşillik... O yeşilliğin içinde şehrin panoraması başka renk ve asaletti. Güneşli havalar kadar sisli havalarda da Bursa efsanevi şehirdi. Ecdadın niye burayı başkent, payitaht olarak seçtiği, fethi için Osman Gazi’nin neden bu kadar heyecanlandığını anlamamak mümkün değildi.
Bugün o şehrin yarattıklarından geçiniyoruz ama o yarattıklarımız bir yerde altın yumurtlayan tavuğu kesmek gibi.
TÜRKİYE kıyılarının eni boyu bellidir. Uzunluk itibariyle ne Yunanistan ana kıtası ve adalar kadar geniş ve bakir sahillerimiz var, ne de İtalya kadar. İspanya’nın nüfusu ise neredeyse bizden yarıdan azdır. Daha Turgut Özal’ın devrinde Türkiye turizminin öncülerinden merhum Mukadder Sezgin kıyılara rastgele otel yapılması, bunun için krediler açılması, kıyıların kullanılması konusunda eli sıkı (muktesit) davranılması için gerekli raporları verdi.
Şimdi nüfusumuz 80 milyonu aştı. Belki daha da büyüyecek ama kıyılarımız büyümüyor ve Karadeniz’in kıyıları ile Akdeniz’in kıyıları, Ege ve Marmara arasında hem iklim bakımından fark var hem de Marmara’da olduğu gibi nitelik açısından fark var. Çünkü bizim kuşağın şahane Marmara Denizi artık kirlilik içinde.
Hâl böyleyken kıyılarla ilgili anayasal hüküm ortada. Kıyılara bina yapılması hoş mümkün değil ama bunu dinleyen yok. Sık sık hem de turizm otoriteleri tarafından otellerin hem tabiatın dengesini bozacak hem kıyıları kapatacak şekilde her yere yapıldığı görülüyor. Bu alışılagelmiş gibi görünüyor. Ne var ki alışılagelmiş gibi değil. Mukadder Sezgin raporunda 1980’lerde belirtildiği gibi Türk halkı gittikçe denize yönelir oldu. Bu onların hem hakkı hem de sağlık bakımından, eğitim bakımından görevi. İnsanlarımızı etraflarındaki denizi tatmak ve hayatlarına almak durumundalar. Çok yakın bir gelecekte bu açıdan kriz yaşanır.
Benim ister istemez sık sık tekrar ettiğim General Franco’nun işi sosyalistlere bile bırakmadan kıyılarda üzerindeki sert uygulamasını ve prensiplerini zikrediyorum, kıyılara bina yapılmıyor. İspanya’da kıyıları kullanmak durumunda olan art plandaki lüks oteller ancak oraya markalı şezlonglarını koyabilirler. Hepiniz artık gezmeye başladınız, İspanya’da kıyılar nasıl kullanılıyor gözlerinizle görüyorsunuz. Eğer böyle yapılmaz ise önemli gerilimler hatta çatışmalar çıkar. Çatışmaları engellemek sadece İçişleri Bakanlığı’nın görevi değil, başka kurumlardaki insanlarımız da kurallara uymak zorunda.
Kıyıların korunması bakımından bugünlerde yeni CHP’li belediyelerden Beyoğlu Belediyesi ve Başkanı İnan Güney önemli bir karar aldı. Galata Projesi maalesef çok müsrif bir kullanımdır. Baştan ayağa lüks restoranlar, Kılıç Ali Paşa Camii ve Nusretiye’ye bile zarar veriyor. Alımlı restoranlar, kafeşantanların bulunmasına kimse itiraz edemez ama bütün sahilin birbirine benzeyen blok binalarla dolu olması bence isabetli bir karar değil.
BU HAYDUTLUKLARIN BİTMESİ LAZIM
Boşuna konuşmayayım;
Osmanlı zamanında denizcilerin yerleştiği bölge esas itibariyle Kasımpaşa, Dolapdere ve bugün maalesef Polat İnşaat’ın Piyalepaşa İstanbul adlı sitesinin ve Kasımpaşa Büyük Piyale Paşa Camii’nin yer aldığı bölgedir. Bu bölgenin mülki ve idari amiri de Kaptan Paşa’dır. Yani oradaki karakolhanelerde oturanlar adı üzerinde Yeniçeri karakollukçularının değil, doğrudan doğruya donanma leventlerinin ve onların başındaki ricalindir. Semtte de zaten ekseriyetle donanmaya mensup insanlar otururlar. Bu 19. asırda da böyleydi. Hatta bizim çocukluğumuzda ve gençliğimizde de birtakım bahriye subayları Kasımpaşa’da otururlardı.
TİPİK BİR OSMANLI MAHALLESİ
Kasımpaşa fakirin, zenginin okumuş ile okumamışın bir arada bulunduğu tipik bir Osmanlı mahallesidir. İstanbul’un en renkli yerlerindendir ve İstanbul’un her semti gibi onun da kendine has bir şivesi vardır. Bu şive daha çok birtakım argo kelimelerden de oluşur. Şaşılacak bir şey değil. Osmanlı donanması lügat olarak İtalyanca kullanırdı. O yüzden dilimizdeki birtakım İtalyanca kelimeler, donanma deyimleri gibi hayatımıza girmiş. “Façanı alırım”, “Bu işin raconu budur” gibi laflar da Kasımpaşa sayesinde Türk diline girmiştir. Yani “façanı alırım” yüzünü yırtarım demek; “bu işin raconu” doğrusu budur demek. İtalyanca “ragione”den gelir.
Divanhane’nin yerindeki Osmanlı Bahriye Nezareti diyeceğimiz bölümü ilk defa Cezayirli Hasan Paşa yeniden teşkil etmiştir. Daha evvelden burada kaptan paşalık yok demek değildir. Divanhane Bahriye zabitlerinin, amirallerin Kaptan Paşa başkanlığında toplandıkları Deniz Kuvvetleri Yüksek Konseyi gibidir. Donanmanın bütün zabitleri, ofisleri, mali bölümleri de orada bulunurdu. Geniş bir binadır. Bakımı da son derece zordur. Şu ara zaten yeniden bir restorasyon geçirdi. Şu an ne olacağı konusunda kamuoyunda tartışmalar sürmektedir. Osman Öndeş “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Divanhane ve Bahriye Nezareti Müzesi” olarak tüm milletimize, devletimize armağan edilmesinin uygun olduğunu deniz tarihi alanında önemli bir uzman olarak söylemektedir.
Divanhane’nin tarihçiler tarafından teklif edildiği gibi Deniz Kuvvetleri Müzesi olması uygundur. Çünkü Beşiktaş’taki Deniz Kuvvetleri Müzesi artık fonksiyonunu yerine getiremeyen bir yapı haline dönüşmüştür. Üstelikte trafiği tıkamaktadır. Buraya nakli daha doğru olur.
Kaptan Paşalık yine adı üzerinde Kaptani Paşa yani Bahriye’de Bahriye kuvvetlerinin komutanı, Divan-ı Hümayun azası olan büyük amiralin ofisidir. “Kaptan Paşalık” ismi Sultan Abdülaziz devrinde kaldırıldı ve Bahriye Nezareti’ne çevrildi. Kayserili Ahmet Paşa ki Kaptan Paşa’ydı bu unvan ve isim değişikliğinden hiç hazzetmedi. “Bahriye Nazırlığı” gibi bir ismi istemediğinden darbenin taraflarından biri olduğu bile söylenir.
RASTGELE GELİŞİME TERK EDİLMEMELİ
Kasımpaşa İstanbul demektir.