Paylaş
BU tatilde benim gibi siz de görmüşsünüzdür; özellikle yangın felaketine uğrayan ormanların daha önceleri yanından geçtiğinizde iç karartıcı manzarasına şahit olmuşsunuzdur. Ormanların ta içine kadar girip bakmaya lüzum yok. Yol kenarındaki çamların bile senelerdir budanmadığı, tutuşmaya müsait otların bir şekilde ayıklanmadığı görülüyor. Disiplinsiz ve hoyrat insanların oranı düşük de olsa bu gibi serseriler her yerde vardır. Pencerelerinden çöp atarlar veya izmarit fırlatırlar.
Benim dikkatimi çeken şey belirli nüfusun olur olmaz her yerde durup piknik yapmalarıdır. Bu piknik sonunda bırakılan çöplerin ne toplandığını ne de gözden geçirildiğini sanmıyorum. Avrupa’da çok düzenli sayılan Hollandalılar gibi milletlerin de son derecede laubali ve tahripkâr sürücüleri vardır. Her alanda piknik yaparlar ve piknik yaparken de peşlerinde izmarit bırakmadıklarını düşünmek mümkün değil.
Halkımız ormanlarına sahip çıkmıyor. Yangınlarda itfaiye ve Orman İşletme Müdürlüğü ekipleri canla başla çalışıyor ama Ankara’da Tarım ve Orman Bakanlığı’nda işler aksak ilerliyor. Bu çok açık. Bu bir düzenleme gerektirir. En azından odun ihtiyacının karşılandığı bölgeler var, bununla hiç ilgilenilmeyen orman bölgeleri var. Mesela Balıkesir’in bazı ormanlık köylerinde orman idaresi civardakilerin ve köylülerin yakacak odun ihtiyacını kendi karşılıyor ve bedava yahut makul bedelle satıyor. Bir sürü yerde bu yok. Bürokrasinin her zaman liyakatli ellerde olması gerekir. Hele ki konu ormanlarımızsa.
DÜZENLİ İSTATİSTİK YAYIMLANMASI LAZIM
Maalesef Türkiye’de orman arazisinin içine kadar sokulmuş yerleşmeler var. Bunların bazıları ormanın korunmasına dikkat ediyor ama hepsinin sakinleri için aynı şeyi söylemek yine mümkün değil. Hatta bir ilçenin sınırları içindeki orman kenarı yerleşmelerde bunu gözlemek mümkün oluyor. Ülkemizde pek yanlış kanaat ve slogan vardır: “Namütenahi zenginlikleri olan, gümrah; yani bereketli bir ülke.” Bu tamamıyla yanlıştır. Türkiye’nin ne Kuzey Avrupa ülkeleri kadar bereketli ve gümrah ormanları vardır ne de ABD ve Avrupa’daki birçok ülke kadar zengin su kaynakları bulunur. Eski rakamlar yüzde 13.5’i ormanla örtülü olduğuydu. Bu bilgimizde değişmelerin olması kaçınılmaz. Değişmeler olumlu mu olumsuz mu? Ormanlar ne derecede korunuyor? Bakımı yapılıyor mu ve yeni sahalar ağaçlandırılıyor mı? Bakanlığın bu konuda daha düzenli istatistik yayımlaması lazım. TEMA kadar faaliyet gösteren başka vakıflar ve hatta devlet organları var mı?
Zeytinliklerin çok korunmadığını biliyoruz. Tarım ve Orman Bakanlığı anlamsız ve fakir kömür kaynaklarını açmak için bu zeytinliklerin tahribine ses çıkartmıyor. Son senelerde Vakıflar Genel Müdürlüğü de geniş ölçüde arazileri imara açtı. İmardan istifade edenler daha çok yılda 15-20 gün memlekete gelen Avrupa’daki Türkler ve kıyılara kadar yayılan turistik oteller. Bunların bazılarının işletmesi hiç de öyle bereketli değil. Daha doğrusu otelciliği hızlı bir kâr kaynağı olarak gören insanların bu sanattan anlamadıkları çok açık. Nitekim bir açıklama yapılırsa birçok kıyı otelinin lenduha hâlinde inşa edilip birkaç yıl sonra sahipleri olan şirketlerin ve şahısların el değiştirdiği görülür. Turizmde hedef az sayıda turist ve bol gelirdir. Tabiatımıza mâl olan bu tip konaklama tesislerinin beklenen geliri getirmeyeceği ve bir felakete sebep olacağı açıktır.
2000’li yılların başında Alman Seyahat Acentaları Başkanı devrin yetkililerine “Biz buraya tabiat ve tarih için geliyoruz. Bu görünümleri tahrip ettikçe bizden turist bekleyemezsiniz” demişti. Hakikaten boyuna Alman turist sayında artış miktarı verilmesine rağmen bunun arzu edilen derecede olmadığı ve pek de zil çalınacak rakamlar olmadığı açıktır. Demir perdenin yıkılmasından ve düzenin değişmesinden sonra Akdeniz kıyılarını hayal eden ve büyük bir iştahla gelen Eski Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupalı turistlerin daha ne kadar zaman bir artışa cevap vereceği belirsiz. Üstelik kıyıları kapatan bu otellerde her türlü basit işletme mantığına aykırı olarak “hepsi dahil” ücretler ödendiği ve bu yerli turistten alınanın çok altında olduğu biliniyor.
KIYILARIN KORUNMASINA DİKKAT EDİLMİYOR
Kıyıların korunması aslında kanunlarımızda var. Fakat buna dikkat edilmiyor. Her zaman tekrar ediyorum; İspanya’da General Franco kıyıları umuma açtığında ve kıyıları otellerin işgal etmesini önlediğinde bunu sosyalist eğilimlerle yapmadığı açık. Sadece düzenin bozulmasını, kavga çıkmasını önlemek istiyordu. Nitekim sıkıntılı belirtiler ülkemizde görülmeye başlandı. 1980’lerin başında o zamanki Turizm Müsteşarı Mukadder Sezgin, Turgut Özal’a verdiği raporda kıyı uzunluklarımız budur ve nüfusumuz budur, çok yakında bu nüfusun çoğu kıyılara hücum edecek, tatil yapmak isteyecek ve birçoğu da buralarda yerleşecek. Çünkü büyük şehirlerin bazıları nüfusu kaldırması mümkün değil. Çalışanların birçoğunun Ankara gibi yerlerde ilelebet yaşamasını bekleme mümkün değil, demişti.
Hızla bu öngörü gerçekleşti. Bugün kıyılara hücum edenler haklı olarak isyan ediyorlar. Bodrum’un hâli ortada, fakat sosyal demokrat belediye başkanının “Bizim belediye plajlarımız herkese yeter” demesine de ancak gülünür. Yani bu demek oluyor ki bir şekilde kıyıları kapatıp plaj açanlar ve oraya astronomik fiyatlarla müşteri kabul edenler makul görülmeli. Bazı turizmciler de bunu destekleyen görüşler ileri sürüyorlar. Bodrum yarımadasını biraz bilen insanların bu gibi görüşleri paylaşması mümkün değil. Muğla vilayetinin çeşitli köşelerinde kıyı şeridinin peyzajını bozacak özel yapılanmalar var. Bunu yapanların bazıları otelciler. Yağmalama alışkanlığı edinenler arasından çıkıyorlar.
PLANSIZ ZİRAAT OLMAZ
Su kaynakları sınırlıdır. Konya ovasındaki sorumsuz üretim, mesela yonca üretimi araziyi mahvetti. 250 metreye kadar artezyen kuyuları kazıldı, su çekildi ve bugün bu obrukların ortaya çıkmasıyla neticelendi. Oysaki daha işin başında zirai planlama ve uzmanlar Orta Anadolu’da yonca ekimine müsait olunmadığını mısırın da buna dahil olmadığını belirtmişlerdir. Buna rağmen hem çiftçiler hem kolay para kazanmak isteyenler, hem de mahalli halkla şu veya bu şekilde ilişkisi olan ziraat profesörlerinin bile yonca üretimini teşvik ve serbest bırakılması için bin türlü lobicilik yaptığını hatırlıyorum.
Türkiye’nin yaylaları, ormanları, bozkırı hepsi planla kullanılır. Ziraatta iyi planlama yapmadığımız ve menfaat sahipleri bunu dinlemedikleri için Çukurova tarımı batmıştır. Böyle bir memlekette plansızlık neticesinde birtakım ürünün daha tarladayken müşteriye ulaşılmayacak şekilde heba olması anlaşılmaz.
Şunu söylemeliyiz; burası ABD topraklarının imkânlarına sahip değildir. Bazı ürünler konusunda çok bereketli olan tropikal ülkelerin durumu da söz konusu değildir. Dolayısıyla bereketin ortasında aç kalmak istemiyorsak birtakım planlamalara dikkat etmeli, bazı tedbirler alarak arazi ve kıyı yağmasını önlemeliyiz.
TÜRKİYE’NİN MEDARIİFTİHARI İDİL BİRET
ÇANAKKALE yolunda ilerliyoruz. Otomobilde Frédéric Chopin bantı var. Vladimir Ashkengi, Anna Şikovska ve birden İdil Biret’in Chopin nokkinleri, mazurka icrası geliyor bizi büyülüyor. Hiç abarttığımı sanmıyorum. Bantın en çok çarpanı İdil Biret. Türkiye ne kadar aziz bir ülke, çünkü birçok sorunlarına ve kusurlarına rağmen bu ihtişamı ona büyük evlatları veriyor. İdil Biret bunlardan biri.
Dört yaşında Türkiye’de mülteci olarak yaşayan Prof. Fritz Neumark başta herkesi büyüleyen bir küçük piyanistti, İdil Biret. Onun yüksek kabiliyeti sonucunda “harika çocuklar kanunu” çıkarıldı. Bu kanunla bazıları Türkiye’nin müzik atmosferini değiştirdi. Her giden için belki aynı şey söylenemez. Buna bakarak da bu gibi kanunlar tenkit edilmez. Çünkü bir yerden başlamak lazımdır. Batı kültürüne intibak eden Rusya, 18. asırdan beri bu gibi kabiliyetli çocukları Avrupa’ya yollayıp bilhassa musiki ve güzel sanatlar dalında eğitim için geri getirmiştir.
HEM BÜYÜK BİR VİRTÜÖZ HEM DE BİR TÜRK AYDINI
Sadece uluslararası bir virtüöz değil bazı edepsiz plak şirketleri onun plaklarını satılmasını ve dağıtılmasını önlemek gibi aşağılık yöntemlere girişseler de sonunda sanatın sesi galip geldi. İdil Biret uluslararası büyük bir virtüöz değil aynı zamanda istisnai bir Türk aydını. Avrupa dillerinin birkaçını çok iyi kullandığı gibi üslubuyla etrafı etkiliyor ama şunu söylemek lazım, coğrafyayı da tarihi de çok iyi biliyor.
Merhum Müntekim Ökmen kitaplardan ve haritalardan çok iyi tanıdığı ve 1973’ten sonra pasaportla gidip yaşadığı Paris’te eski işçi semtlerini ararken çıkmaza girmişti. Bir toplantıda rastladığı İdil kendisine bütün Paris’i anlattı: “O mahaller güney banliyölerinde değil, kuzey banliyölerindedir. Orada Mağribiler yaşar, burada Afrikalılar. Eski Fransız işçi sınıfı daha çok şuralardadır” gibi bilgiler... Sanki büyük bir Konzertmeister değil de sosyalist bir partinin propaganda şefi gibi endüstri merkezinin işçi coğrafyasına hâkimdi. Türkiye’nin Tanzimat tarihini de, Avrupa’nın yakınçağ tarihini de bilirdi.
Bu olgun hafıza, bu sınırsız yetenek Küçük Asya Türkiye’sinin Sovyetler Birliği’nde Türkî kitlelerle de ilk büyük temasını konserleriyle temin etti. İnsanlar İdil’in adını haykırarak uzaktaki Türkiye’ye saygılarını ve özlemlerini belirttiler. Zamanımızda politikacıların yıktığını sanatçıların yeniden inşa edeceğine en iyi delildir. Dileğimiz uzun yıllar, mütevazı, sakin büyük insanımızın aramızda bulunması.
Paylaş