İlber Ortaylı

Yobazlığın kalıntısı... Kitap yakmak

29 Ocak 2023
Kitap yakmak, barbarlığın ve engizisyon devri yobaz Katolikliğin bir kalıntısıdır. Modern devirdeki kalıntısı da Nazizm’in kendisidir. 17. asırdan beri Avrupa devletler sahnesinde yeri olan İsveç’in devlet ciddiyetinin bazı pasajlarına ulaşamadığı anlaşılıyor.

Kİtap yakma olayı Batı tarihinde görülür. Zararlı yayınlar, miktarı kalabalıklaşan ve yasaklanan bazı kitaplar ki bunlara indeks denir. 16. yüzyılda yasaklanan kitaplar listesi “Index Librorum Prohibitorum” yayımlanmaya başladı. Ama medeniyet tarihi açısından insanların en çok utanacağı ve utanması gereken Nazilerin yaktığı kitap yakma olayıdır. Heinrich Heine gibi Alman romantik milliyetçiliğinin sözcülüğünü yapan bir şair bile (sırf Yahudi asıllı olduğu için) kitapları yakılanlar arasındaydı. Histerya içindeki kitle binlerce başlığın on binlerce nüshasını yaktı. Tabii ki içinde Yahudi dininin kutsalları vardı. Hatta sinagoglardan gasp edilen bazı Tevrat rulolarının; yani deri üzerine yazılmış nüshaların birinden Alman subay bir yelek diktirmiş ve konsantrasyon kampındaki mahkûmların önünde giymiştir. Zavallı mahkûmların siniriyle oynamak ve onları ezmek için giymiştir. Dini inançlara sahip olmayabilir, yetirince saygı göstermeyenler olabilir. Fakat insanların inancı onların ruhunun bir parçasıdır, onların umududur, illa düşmanlıkların ifadesi diye bakmak fevkalade yanlış hatta iğrençtir. Bu kitap yakmak, barbarlığın ve engizisyon devri yobaz Katolikliğin bir kalıntısıdır. Modern devirdeki kalıntısı da Nazizm’in kendisidir.



DEVLET CİDDİYETİ EKSİK

İsveç maalesef Türk Büyükelçiliği’nin karşısında yapılan gösterilere, 1980’ler ve 1990’larda herkesin ve azınlıkların hakkı diye bakmakla kalmadı. Bunların fiili saldırılarını önlemek yerine sefaretin etrafını kafeslerle çevirmişti. Bu konudaki şikâyetlerin pek dikkate alınmadığı görülüyordu. Halbuki bir devletin devletliliği yabancı elçiliğin ve yabancı devlet misafir temsilcilerinin hayatının ve şerefinin teminatının sağlanmasıyla ortaya çıkar. Ortaçağlarda bile bir elçinin şahsiyetine hakaret veya canına kastedilmesi müdahale için hak teşkil etmiştir. Osmanlı Devleti’ni Avrupa’daki eski bir müttefiki olan ve en azından 17. asırdan beri Avrupa devletler sahnesinde yeri olan İsveç’in devlet ciddiyetinin bazı pasajlarına ulaşamadığı anlaşılıyor. Karşı nutkun ve tenkidin en can alıcı noktası bu olmalıdır.Danimarkalı aşırı sağcı siyasetçi Rasmus Paludan, İsveç ve Danimarka’daki Türkiye Büyükelçilikleri önünde Kuran-ı Kerim yakmıştı.

ZEKİCE BİR AÇIKLAMA

Bu görüşü ve kuralı yerine getiren

Yazının Devamını Oku

Türk Edebiyatı-Türkçe Edebiyat tartışması

22 Ocak 2023
Türkçe kaleme alınan veya terennüm edilen edebiyata Türk edebiyatı denir. Avusturya’nın yazdıkları Alman edebiyatına, Belçikalı ve İsviçrelilerin yazdıkları da Fransız edebiyatına girer. Yine Avrupa dillerinde Française, English veya Deutsch kelimesi hem lisanı ifade ediyor hem de o dildeki eserlerin ve kimliğin sıfatı oluyor. Galiba bu çakallığı yapanlar Türkçe ve Türk edebiyatı ayrımlarına yaparken grameri bu şekilde kullanmak istiyorlar. Böyle bir ayrım söz konusu değildir.

Küçük Asya, Yunancası; “Mikra Asia” demektir. Anatolia ise “Şark” anlamındadır. Türklerin Asya içlerinden gelip ulaştığı son nokta değildir. Zira buraya geldikten sonraki 400 yıl içinde bu yayılma Tuna mansabına, tekrardan Güney Ukrayna steplerine, Kafkasya’nın belirli bölgelerine ve asıl önemlisi Selçukilerin Alp Arslan’dan beri hayalini kurup da ulaşamadıkları Suriye, Filistin, Mısır’a ve Kuzey Afrika’ya kadar gitti. Her halükârda doğuda bugünkü Uyguristan’dan ve Moğolistan’dan başlayıp Hazar kıyısındaki Türkmenlere kadar uzanan birçok Türk kabilesinin bölgede iz düşümü görülmektedir.



SON BÜYÜK DALGA

Türkiye dünya tarihinde de bir kıtanın etnik yapısını değiştiren son büyük dalgadır. Selçukiler buraya ulaştıkları zaman; bir kere Türklükten ve doğudaki Türkmenistan (Mâverâünnehir) ve Türkistan gibi yerlerde yaşamak özleminde değildi. Dahası Sultan Alp Arslan’ın hedefi; Suriye, Filistin ve Mısır’dı. Biraz kaderin sevkiyle önce oralara yanaşıldı, tutunulamayınca birdenbire Anadolu’ya geçildi, İznik’te yerleşildi. 13. asırda Haçlı Seferleri ve Bizans’ın yeniden başlayan ‘Rönesans’ıyla o bölgede tutunamadık. Anadolu’nun iç kısmına çekildik.

Yazının Devamını Oku

Zübeyde Hanım

15 Ocak 2023
Zübeyde Hanım’ı Türk halkı candan benimsemiştir. Bir vatan kurtarıcısının, büyük komutan ve devlet adamının annesidir. O dönemin bütün Türk kadınları gibi hem çocuklarının dünyaya açılışını destekliyor, tasvip ediyor hem de kendi ananeleri ve itikadının içinde kalmayı tercih ediyordu.

1923 yılının ocak ayında Gazi Mustafa Kemal Paşa’mızın validesi Zübeyde Hanım, İzmir Karşıyaka’da vefat etti. Cenazesine bölgenin mülki amirleri ve İstiklal Savaşı’nın kumandaları başta olmak üzere hemen bütün İzmirliler katıldı. O devirdeki nüfus yoğunluğu itibarıyla görülmemiş, bir kilometreyi geçen bir cenaze katılımı varmış.YETERİNCE İNCELENMEDİ

Zübeyde Hanım bizim yakın tarihimizdeki biyografilerde yeterince ele alınmış değildir. Üzerinde güvenilecek kaynaklar Halide Edib Hanım’ın kendisini tasviri, kızı Makbule Atadan’ın hatıratı, üstad Şevket Süreyya Aydemir’in “Tek Adam”ıdır. Şüphesiz ki Ali Fuat (Cebesoy) Paşa’nın, Abdurrahman Çaycı gibi tarihçilerin eserlerini de unutmamak lazımdır. Öte yandan Zübeyde Hanım ve Atatürk’ün ailesi üzerindeki spekülasyonlar, art niyetli yazılar Dr. Rıza Nur’dan başlayarak devam eder. Hepsinin ortak özelliği çelişkiler ve edeb dışılıktır.

Makedonya’ya Anadolu’dan yerleştirilen sürgün Türklerin oldukları anlaşılıyor. Karaman Beyliği yöresi; yani bugünkü Konya, Isparta, İçel’in dağlık kesimleri, Niğde-Aksaray gibi bölgeler Osmanlı’nın pek huzur duymadığı Karaman Beyliği halkından oluşur. Devlet ve hanedanla gerginlik dolayısıyla yeni fethedilen topraklara Karaman ahalisinin yerleştirilmesinde hem Rumeli’nin bayındırlığı ve ümranı hem de Anadolu’nun sükûneti açısından büyük fayda görülmüştür. Kıbrıs fethedildiğinde de aynı politika uygulandı ve Toros Türkmenleri önemli miktarda oraya yerleştirildi. Bu daha iyi biliniyor çünkü devir 16. asır sonudur ve kayıtlar düzgündür.

Büyük Atatürk’ün, baba ve anne tarafından Anadolu’dan geldiği resmi biyografidir ve gelişen, araştırılan belge bilgileri bunu gösteriyor. Onun Makedonya’da doğmuş olması Makedonya için bir iftihar vesilesidir. Gittiği idadide büstü var. Büyük Makedonyalılar arasında sayılıyor. Zübeyde Hanım’ı da Türk halkı candan benimsemiştir. Bir vatan kurtarıcısının, büyük komutan ve devlet adamının annesidir. O dönemin bütün Türk kadınları gibi hem çocuklarının dünyaya açılışını destekliyor, tasvip ediyor hem de kendi ananeleri ve itikadının içinde kalmayı tercih ediyor.

ENDİŞE KAYNAĞIYDI

O devrin muharib subayı, ailesi için hiç de huzurlu bir kariyer takip etmezdi, edemezdi. Hele Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemindeki genç bir başarılı kurmay subay, onu dört gözle bekleyen anası için devamlı bir endişe ve özlem kaynağıydı. Devrin şartları gereği erken yaşta hayatına kaybeden kardeşleri ve şimdi de Sevgili Mustafa’sının izlemek zorunda olduğu hayat ve siyaset çizgisi herhalde annesini bir tevekküle ama devamlı bir endişeye de maruz bıraktı. Nilgün Kara’nın Zübeyde Hanım’ın hastalık ve ölümü üzerindeki çokça başvurulan bilimsel raporu bu gerçekleri anlatıyor.

İSTANBUL’UN HAFRİYAT TOPRAĞI SORUNUİstanbul’un il sınırlarının içi doldu. Komşu illerin, Kocaeli gibi yerlerin ilçeleri -misal Gebze- bütün gün buraya taşınıyor. Çorlu, artık uzak sayfiye kasabası değil İstanbul’un günlük hayatına dahil bir kalabalık kent durumunda. Şehir surları içinde boş alan yok. Arazi fevkalade kıymetlendi, bir yandan da acayip gökdelenler yükseliyor. Temel hafriyatı kocaman dağlar kadar. Bunları taşıyan kamyonlar bir büyük şehrin yaşam usulüne aykırı olarak 24 saat trafikteler. Hamla başı (yük) iş görüp yevmiye aldıkları için son sürat geziniyorlar. Mahkemeler bunların yaptığı kaza davalarıyla dolu, aldırış edilmiyor. Çıkan hafriyatın toprağı için dökülecek yer aranıyor. İstanbul arazisinin, taşı toprağı altın değil, artık zümrüt olan, platin olan bu memlekette, arsa sahipleri de eskisi gibi değil; gözü kulağıyla malının üzerinde. Hafriyatın döküleceği alanlar artık endemik bitkilerin ve eski eserlerin bulunduğu güzel manzaralı vadiler...

BUGÜNKÜ MİMARLARA BENZEMEZ

Yazının Devamını Oku

Lozan

8 Ocak 2023
Türk ordusunun Mudanya Mütarekesi sırasında kendi süngüsü ile çizmiş olduğu sınırlar Lozan’da taviz verilmeden savunulmuştur. Lozan Antlaşması’yla Boğazlar üzerindeki İngiltere’nin üstün kontrolü kaldırıldı. Lozan’da gizli hüküm yoktur. 100’üncü yılda gizli maddelerin açığa çıkmasından bahsedenler hayalperestlerdir.

Henüz saltanat ortadan kalkmadan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ama onun yanında İstanbul Hükümeti de muahede için davet edilmişti. Şüphesiz bu düzenleme İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya tarafındandır. Son sadrazam iki hükümetin (İstanbul ve Ankara Hükümetlerinin) birlikte gitmesi ve birlikte çalışmasının daha salim olacağını beyan ettiği halde haklı olarak Ankara Hükümeti ile Meclis buna karşı çıktı. Rıza Nur ve Hüseyin Avni Ulaş’ın başında olduğu 77 mebusun verdiği önergeyle saltanat kaldırıldı; 1 Kasım 1922. Böylece İstanbul Hükümeti’nden, devreden çıkarıldığı görülüyor.



TAVİZ VERMEDİLER

İsmet Paşa delegasyon reisi olarak uygun görüldüğünden Yusuf Kemal Bey’in yerine Hariciye vekilliğine tayin edildi, Dr. Rıza Nur yardımcısıydı. Hasan Saka ve geniş bir danışmanlar heyeti; ki içlerinde Mahmud Celal (Bayar), Münir Ertegün, Yusuf Hikmet Bayur, Tevfik Bıyıklıoğlu, Fuat Ağralı (mali müşavir) hatta eski hahambaşı Haim Nahum gibi uzmanlar da vardı.

13 Kasım’da Lozan’da tertiplenen toplantıya Lloyd George geç geldiğinden toplantı 20 Kasım’a sarktı. Birinci dönem görüşmeler 4 Şubat’a kadar sürdü. Sebebi ise; Lozan’da sınırlar konusunda hemen hemen hiçbir önemli itilaf çıkmadığı halde kapitülasyon meselesinde Lloyd George ve İngiltere ile arası hiç de iyi olmayan Fransa ve İtalya birleşerek baskı yaptılar. Kapitülasyon rejiminin reddinin üzerinde ısrar eden delegasyon ve İsmet Paşa ile Lloyd George arasındaki çatışma dolayısıyla kongre kesildi.

İkinci dönem

Yazının Devamını Oku

Son asrın tabiri... Yeni Türkiye

1 Ocak 2023
Bahsettiğim “Yeni Türkiye” son 20-30 yılın değil, son asrın sıfatıdır. Onda dahi II. Meşrutiyet’in, Genç Osmanlıların hatta 18. asır Türkiye’sinin temel rolünü unutmamak gerekir. Bu memleket; tıbbiyeye, mühendislik eğitimine, modern topçuluk ve askerliğe ta 18. asırdan ve de Avrupa edebiyatı ile felsefesini asıl kaynaklara inerek en azından 19. asırdan beri inceleme sürecine sahip.

GEÇENLERDE Cemalettin Server Revnakoğlu üzerine verdiğim konferansın bir bölümü ile, cımbızlama yöntemiyle eskilerin siyâk-sibâk ilişkisi dedikleri; konuşma veya makalenin bütününden ayırarak zikretme huyunun bir örneği daha verildi. Şunu söylemek lazım, bahsettiğim “Yeni Türkiye”, son 20-30 yıl değildir. Öyle bir isimlendirme benim işim değil, partili vatandaşların işidir. Herkesin tarihi kendine göre isimlendirme hürriyeti olsa da böyle bir hakkın dürüst dönemlendirme ve sağlam düşünce bakımından geçerliliği yoktur.“Yeni Türkiye” deyimi ve sloganı son 100 yıl için kullanılabilir. Onda dahi II. Meşrutiyet’in, Genç Osmanlıların hatta 18. asır Türkiye’sinin temel rolünü unutmamak gerekir. Bu memleket; tıbbiyeye, mühendislik eğitimine, modern topçuluk ve askerliğe ta 18. asırdan ve de Avrupa edebiyatı ile felsefesini asıl kaynaklara inerek en azından 19. asırdan beri inceleme sürecine sahip. En klasik tarihçimiz Cevdet Paşa da Çar I. Petro’ya, “Deli Petro” değil, “Büyük Petro” demek gibi bir alışkanlığı erkenden edinmiş. Ordumuzda, Harbiye’de muhtelif diller okunuyor, Rusça ve Farsça dahil tercümeler yapılıyordu, tıbbiyemizde her milletten profesör vardı. Arkeolojik kazılar yapıyorduk ama Cumhuriyet Türkiyesi bu arkeolojiyi üniversitede, akademik bir öğretim dalı ve bilimsel disiplin haline getirdi. Batı müziğine Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz bile vakıf. Hatta Sultan Abdülaziz ve Sultan Murad’ın besteleri var ama o müziği geniş kitlelere öğretecek, sevdirecek, götürecek insanları ancak Cumhuriyet’in devlet konservatuvarları yaptı. Bu iş Cumhuriyet’in başarısıdır.

TÜRK MÜNEVVERLERİ

Sözünü ettiğimiz Batı’nın ve Doğu’nun hâkimi Türk münevverleri Birinci Dünya Savaşı’nda, Balkanlar’da ve İstiklal Savaşı’nda şehit düştüler. Türkiye o kaybolanların yerine yenilerini koymak için bunca zamandır uğraşıyor. Ancak şimdiki Z kuşağı, bu tip geniş ilgilere ve bilgilenme merakına sahip. Her dala burunlarını sokan sevimli çocuklar onlar. Bu zeki kuşağın endişelendirici tarafı da var. Mevcut siyasi kadroların hiçbirini beğenmiyorlar. Bu kuşkusuz tatsız bir gelişme. Onların siyasetten uzaklaşmaları hem memleketimizin geleceği hem de demokrasi açısından büyük eksik yaratacak ve meydan hep bilgisizlere kalacak.

İnsanlarımız tarih okumuyor. Aşağı yukarı dünyada her yerde, en tarih sever ülkelerde, Almanya, Macaristan, İran, İtalya, İskandinavya ve Rusya gibi yerlerde bile tarihi serbest olarak okuyanlar ülke nüfusunun yüzde 10’unu bulmaz ama hiç değilse okullarda doğru bir yöntem, düşünce ve tahlil öğretecek ders kitapları hazırlanır. Doğru bilgi verilir demiyorum ama mesela bir dönemleştirme doğru yapılır. Son yaşadığı 20-30 yılı insanlar hiçbir zaman devir olarak tasvir etmezler çünkü oturduğun hamamın hararet derecesini ve ne olduğunu anlaman mümkün değildir. 20-30 yıl milletlerin tarihinde kısa bir devirdir. Onu ilerinin tarihçileri dahi kalemlerinde tam, sağlıklı bir şekilde biçimlendiremezler; analojik ve senkronik (eş zamanlama) biçimlendirmeye tabi tutmazlar. Yani başkalarıyla benzetmeleri de eş zamanlandırmaları da tutamaz.

SON 500 YILA BAKILIR

Bahsettiğimiz “Yeni Türkiye”, son asrın sıfatıdır. Olumlu şeyler gibi olumsuz gelişmeler de orada başlar ve zamanınız da zaten ister istemez o mirasın altında kalır. Bu mirası değiştirebildiği ölçüde reformcudur. Bu değişiklik ve reformu da günü gününe gözlemeniz, hissetmeniz mümkün değildir. Geçen zamanın içerisinde bir değerlendirme yapılır.

Yazının Devamını Oku

Sömürgecilikte özür modası

25 Aralık 2022
Hollanda Başbakanı Mark Rutte, çok moda olan özür dileme siyasetiyle beşer tarihindeki bu büyük sömürgecilik günahını geçiştireceklerini zannediyor. Hatta başka taraflara akıl verme ve saldırma hakkını da ediniyorlar. Çoğu zaman yönelttikleri eleştiriler yakın geçmişin kötülüklerini yaymak ve gölgelemek şeklinde ortaya çıkıyor. Bunu doğru bulmuyoruz.

ŞU sıra Hollanda Başbakanı Mark Rutte’nin memleketinin kölecilik geçmişi için eski Hollanda sömürgelerinden resmen özür dilemesi haber oldu. Açıkçası bütün bunların içinde etkili gözlemci bana göre CNN’de program yapan habercimiz Serdar Korucu; hem Türkçesi ve hem de anladığım kadarıyla Felemenkçesi çok iyi. Prof. Remco Raben gibi ilgili tarihçileri konuşturuyor ve muhalif yerli liderleri dinliyor.

İKİYÜZLÜ HAREKET

Bizim fikrimiz ise şu: Başbakan Mark Rutte, Almanya ve Hollanda kanadında çok moda olan özür dileme siyasetiyle beşer tarihindeki bu büyük günahı geçiştireceklerini zannediyor. Hatta böyle arınma ve konfesyon (günah çıkartma) ile yeniden doğmuş masum bir insan gibi başka taraflara akıl ve irfan verme ve saldırma hakkını da ediniyorlar. Çoğu zaman yönelttikleri eleştiriler yakın geçmişin kötülüklerini yaymak ve gölgelemek şeklinde ortaya çıkıyor. Bunu doğru bulmuyoruz.



Bizim gibi dünya tarihinin bu olayları dışında kalan, tarihçiliğimizin ise hiç bulaşmadığı bu konular üzerinde konuşmamız şu anda imkânsız, eğitim görmemiz lazım. Bildiğim kadarıyla küçüklüğünden beri tanıdığım Aslıgül Berktay’ın Güney Amerika tarihçilik ve sosyolojisi dışında üçüncü dünyanın tarihine ciddiyetle eğilen Türk henüz çok az. Oysaki üçüncü dünyaya çıktık. Ticaret yapılıyor, siyasetlerine karışıyoruz, birtakım hayırsever insanlar da Afrika’da su kuyusu açmak gibi yardım faaliyetlerine katılıyor, sınır tanımayan hekimlerimiz var. İyiliğimiz ve merakımızla bu dünyanın dışında kalamayız.

Surinam ve özellikle Güney Amerika’da sömürgelerinde Hollanda yönetimi gaddardı.

Yazının Devamını Oku

Türk vatandaşlığı

18 Aralık 2022
Türk vatandaşlığı, devletin maliyesine gelir kapısı açmak için düşünülecek bir araç değildir. Zaten bu gibi tedbir ve uygulamalar hayal kırıklığıyla biter. Bizde göç ve vatandaşlık Türk milletinin çektiği sıkıntılar dolayısıyla ulaşılan bir makamdır, bir imtiyazdır.

TÜRKİYE Cumhuriyeti’nde iskân, göç ve mülteci sorununu ve buna bağlı olarak vatandaşlığı tarif eden bazı prensipler üzerinde durur. Türkiye eski bir imparatorluk olduğu ve bu imparatorluk 18. asrın başından beri toprak kaybetmeye başladığı için değişik bir durum ortaya çıkar. 1774-1783’ten sonra Kırım ve Kafkasya, yine 1830’dan sonra Mora Yarımadası (Anaboli), Kırım Savaşı’nın hemen ardından Kırım’ın Müslüman ve Yahudi nüfusu, yine Şeyh Şamil direnişinin arkasından Kuzey Kafkasya, 1293 dediğimiz 1877-78 Harbi’nden sonra Dobruca ve Tuna boyu (bugünkü Kuzey Bulgaristan), Ahıska ve Gürcistan’dan göçler ve nihayet Balkan faciasından sonra hemen tüm Rumeli’deki Müslüman merkezler, Ege adaları ve Girit göç alınan yerlerdir.



‘TÜRKLÜK ZOR BİR İŞTİR’

Bu göç dolayısıyla kaybolan imparatorluk ahalisinin anavatana kabulü hayat şartlarının hazırlanması, toprak verilmesi ve tabii ki anında tebaaya kabul söz konusudur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ırk diye tarif edilen Türk dili ve kültürüne, İslam dinine mensup ahalinin Anadolu ve Rumeli’ye ilticası söz konusudur. Bunlar da hususi kanunlarla iskân edilmiş ve vatandaşlık çok geçmeden verilmiştir. Türk vatandaşlığı hayatı inşa için evet ama zenginleşmek ve rahata ermek için bir yol değildir. İnsanlar yersiz yurtsuz kaldıkları için sürüklendikleri eski vilayetlerinden anavatana, imparatorluğun kalbine gelirler. Bizde göç ve vatandaşlık Türk milletinin çektiği sıkıntılar dolayısıyla ulaşılan bir makamdır, bir imtiyazdır. Bu sözü ben demiyorum, derin bilgili kozmopolit kültür almış, dünyayı tanıyan Büyükelçimiz Ahmet Zeki Kuneralp Bey hatıratında (“Ömrüm”) yazıyor; “Türklük bir imtiyaz ve zor bir iştir.

GEÇ KALINAN ADIMLAR

Yani rey almak veya Müslüman bir dünyayı kurmak veya devletin maliyesine gelir kapısı açmak için düşünülecek bir araç değildir.

Yazının Devamını Oku

Mekteb-i Mülkiye-i Şahane

11 Aralık 2022
Mekteb-i Mülkiye-i Şahane iyi bir okuldu. Kendine göre eğlenceli ve modern bir havası vardı. Devlet hayatımızda bilhassa milletvekilliği ve bakanlıkları dolduran değişik görüşten Mülkiyelilerin aklıselim etrafında birleştiğini gördük. Böyle bir mektebin; devlet aygıtının çalışması için de ne kadar önemli olduğunu anladım. Mülkiye gibi bir okulun, üniversiteden çok Fransa’daki Grandes écoles gibi ayrı bir ünite olarak düzenlenmesi gerekir.

4 Aralık Pazar günü, Mekteb-i Mülkiye-i Şahane’nin (Siyasal Bilgiler Fakültesi) 163. kuruluş yıldönümüydü. “Mülkiyeliler Tarihi” adlı kocaman biyografik eserin ve mekteb tarihinin yazarı Ali Çankaya’dan beri Uygur Kocabaşoğlu da ben de üzerinde ısrarla dururuz. Mektebin kuruluş tarihi yanlıştır; 1859’da çoktan kurulmuştu. Zira 1858’e tekabül eden tarihte muallim tayinlerinden kaydedilmiş. Mektebin yeri de belliydi. İlk önce mevcut bakanlıklardan birinin içinde iki odada (Maarif-i Umumiye) kurulmuştu. Sonra bilinen başka binalarda ve Yıldız’da bugünkü üniversite sahasında devam etti. İdareci; yani mülki amir, maliye müfettişi ve diplomat yetiştirmek için düşünülmüştü.


Yıldız Sarayı’nın, Mülkiye’ye ev sahipliği yaptığı döneme ait bir fotoğrafı.

BAŞARILI OLANLAR KADROYA ALINDI

1878 Aralık’ında Sultan II. Abdülhamid’in fermanıyla Sultani bir mekteb derecesinden (seçkin lise) yüksek tahsil veren bir okula çevrildi. II. Abdülhamid, Mülkiye mezunlarına önem veriyordu. Yıldız Sarayı’ndaki kadrolara her zaman mektebin derece ile mezun olanları almıştır. Şunu da söyleyelim; diğer nezaretlerde hissedilen hafiyelik ve sansür havası tabiatıyla Yıldız Sarayı’nda mabeynde yoktu. İsmail Müştak (Mayokan) üstadın hatıratında bu çok açıktır.

Mülkiye 1936’da Harbiye ile birlikte Ankara’ya nakledildi.

Yazının Devamını Oku