Paylaş
Kİtap yakma olayı Batı tarihinde görülür. Zararlı yayınlar, miktarı kalabalıklaşan ve yasaklanan bazı kitaplar ki bunlara indeks denir. 16. yüzyılda yasaklanan kitaplar listesi “Index Librorum Prohibitorum” yayımlanmaya başladı. Ama medeniyet tarihi açısından insanların en çok utanacağı ve utanması gereken Nazilerin yaktığı kitap yakma olayıdır. Heinrich Heine gibi Alman romantik milliyetçiliğinin sözcülüğünü yapan bir şair bile (sırf Yahudi asıllı olduğu için) kitapları yakılanlar arasındaydı. Histerya içindeki kitle binlerce başlığın on binlerce nüshasını yaktı. Tabii ki içinde Yahudi dininin kutsalları vardı. Hatta sinagoglardan gasp edilen bazı Tevrat rulolarının; yani deri üzerine yazılmış nüshaların birinden Alman subay bir yelek diktirmiş ve konsantrasyon kampındaki mahkûmların önünde giymiştir. Zavallı mahkûmların siniriyle oynamak ve onları ezmek için giymiştir. Dini inançlara sahip olmayabilir, yetirince saygı göstermeyenler olabilir. Fakat insanların inancı onların ruhunun bir parçasıdır, onların umududur, illa düşmanlıkların ifadesi diye bakmak fevkalade yanlış hatta iğrençtir. Bu kitap yakmak, barbarlığın ve engizisyon devri yobaz Katolikliğin bir kalıntısıdır. Modern devirdeki kalıntısı da Nazizm’in kendisidir.
DEVLET CİDDİYETİ EKSİK
İsveç maalesef Türk Büyükelçiliği’nin karşısında yapılan gösterilere, 1980’ler ve 1990’larda herkesin ve azınlıkların hakkı diye bakmakla kalmadı. Bunların fiili saldırılarını önlemek yerine sefaretin etrafını kafeslerle çevirmişti. Bu konudaki şikâyetlerin pek dikkate alınmadığı görülüyordu. Halbuki bir devletin devletliliği yabancı elçiliğin ve yabancı devlet misafir temsilcilerinin hayatının ve şerefinin teminatının sağlanmasıyla ortaya çıkar. Ortaçağlarda bile bir elçinin şahsiyetine hakaret veya canına kastedilmesi müdahale için hak teşkil etmiştir. Osmanlı Devleti’ni Avrupa’daki eski bir müttefiki olan ve en azından 17. asırdan beri Avrupa devletler sahnesinde yeri olan İsveç’in devlet ciddiyetinin bazı pasajlarına ulaşamadığı anlaşılıyor. Karşı nutkun ve tenkidin en can alıcı noktası bu olmalıdır.
Danimarkalı aşırı sağcı siyasetçi Rasmus Paludan, İsveç ve Danimarka’daki Türkiye Büyükelçilikleri önünde Kuran-ı Kerim yakmıştı.
ZEKİCE BİR AÇIKLAMA
Bu görüşü ve kuralı yerine getiren Kemal Kılıçdaroğlu’nun demecidir. Saldırının ne olduğunu ama bu saldırının himaye edilmesinin ciddiyetle bağdaşmadığını “İsveç yönetimi devlet zekâsından yoksun, seyretti durdu” şeklinde özetledi. Bu zekâ, anane, hukuk ve terbiyeyi içeren bir açıklamadır. Bu söz yeter. Yettiğini demecin verilmesinden sonraki günlerde her şeyi görmezden gelen ve bu konuda ağzını açmaya tenezzül etmeyen İsveç siyasi otoritelerinin olayı ayıplamak zorunda kalmalarından anladık.
Diplomaside kuru gürültüyle iş halledilmiyor. Size yöneltilen bir dış hakaret ve provokasyon yurtiçinde tribünlerde halkımıza atılan nutuklarla halledilemez. Karşı tarafın ahmaklık ve iptidailiği de bu şekilde tasvir edilip kabul ettirilemez. Diplomatik dile hâkim olmak gerekir. Diplomasi bir üslup meselesidir; “Söz ola kafa kese, söz ola ağulu (zehir) aşı balla ve yağla yedire” demiş büyük şairimiz.
BU MİLLETİN UNUTULMAZ VALİSİ
RECEP YAZICIOĞLU
Vali Recep Yazıcıoğlu, Türkiye’deki vali imajını değiştiren biriydi. Konuşması hızlı, hareketleriyle yaramaz, hiperaktif bir çocuk gibiydi. Hiç durmayan söylemiyle tam bölgesinin adamı olarak en aykırı gelen yeni yeni fikirleri ortaya atardı. “İdarenin başında bir yerlere geçse de ortalık âbâd olsa” derdim. Kısmet olmadı.
*
Recep Yazıcıoğlu 1948 doğumluydu. Trabzon’un Köprübaşı ilçesinde (eskiden Sürmene’de idi) doğdu. Ankara Hukuk Fakültesi’nin bu öğrencisinin adı ilk defa Tokat Valiliği’yle duyuldu. Doğrusu çarpıcı bir gelişmeydi. Ordunun hak ettiği eli yüzü düzgün orduevlerinin, emniyet kuvvetlerine de inşası için polisevi projesine Tokat’ta başladı. Girdiği yere kazma ve proje de giriyordu, spor da etkin olarak bulunduğu yerlere getirdiği dallardı.
HİPERAKTİF ÇOCUK GİBİYDİ
Konuşması hızlı, hareketleriyle yaramaz, hiperaktif bir çocuk gibiydi. Erzincan Valiliği’nde bir sahne beni çok güldürmüştü. Ciple geldik, Munzur’un kenarında durduk. Herkes Vali Beyi bekliyor, cipten biz indik. Halbuki Vali Bey arkadan çıkıp hemen atladığı aşağıda sudan yukarıya bakıyor. Dağın eteğindeki köyleri tırmanıyor ve yanında şehir ileri gelenleri, zannetmeyin ki toprak sahipleri veya ticaret odası reisi olacak; çift çubuğuyla uğraşan “Hacı amca”, kitabevi sahibi Erol, sonra bir avukat hanım, daha bunun gibi birkaç kişi. 70’ini geçkin hacı amcayla yamaç paraşütü yapıyor. Vali Beyin tayini çıkıp Aydın’a gittikten sonra oğlu gitmiş gibi hastalandı. Boş durmazdı. İnanılmaz bir proje başlattı, “Kemaliye’den Sivas Divriği’ye tünel açacağım” dedi. Merkezi hükümetten ses yok. Özel idare bütçesiyle işe başladı. Kemaliye (Eğin) kazasında nüfus azalmış, gidenler destek oldu. Proje bitti. İlk mahalli gayret ve vilayet özel bütçesiyle dağ delindi. Yol kısaldı.
Erzincan’da Otlukbeli şenliklerine katıldık. Galiba Aydın’dayken müftü olan babasını tanıdım. Bulundukları eski adı Holomezire olan köyün âdetidir; köyün delikanlıları eskiden medresede okurlardı, Doktor Hasan Karaman’ın babası gibi. Çocuklar ise hukukçu, idare memuru yahut hekim olurlar, köyün ahalisi, Adnan Kahveci başta olmak Vali Recep, kardeşi Türkiye’nin en genç diyanet başkanı, bilgin ve bilge Mustafa Sait Hoca, doktor Hasan Karaman gibi kişiler... Memuriyetlerinde dürüstlükleriyle hizmet ve başarılarıyla tanınırlar.
REFORMİST BİR İDARECİYDİ
Vali Recep yerinde duramayan sportmen yapılı bir gençti. Ankara’ya uğradığında fakültedeki dersime misafir konuşmacı olarak çağırırdım. Talebeler arasında seveni boldu; sınıf dolar taşardı. Hiç durmayan söylemiyle tam bölgesinin adamı olarak en aykırı gelen yeni yeni fikirleri ortaya atardı. Dinlemekten zevk alırdı. “İdarenin başında bir yerlere geçse de ortalık âbâd olsa” derdim. Kısmet olmadı. Denizli Valiliği sırasında aramızdan ayrıldı. Türkiye reformist bir idarecisini kaybetti. Biz de Vali Recep Yazıcıoğlu’nu, Türkiye’deki vali imajını değiştiren bir arkadaşı.
20 yıl evvel Eylül’ün bir gününde resmi araçla ani bir kaza oldu ve vefat etti. Yatakta sükûnetle ölümü bekleyecek bir karakter de değildi. Doğduğu günden itibaren koşuşmuş, belli ki hep hızlı düşünüyordu, hızlı ve gürültülü konuşuyordu ve işlerin çabuk olmasına bakardı. Her gittiği yerde mahali halkın işini iyi yapanlarını bulurdu. Onun etrafındakiler ister fasulye eksin, ister avukat olsun, ister esnaftan olsun düzgün ve dinamik çalışan kimselerdi. Partileri mühim değildi. Bizim gibi gelen ziyaretçilerini saatlerce masada ağırlamak veya odada çay içmekle vakti kaybetmezdi. Günlük teftişlerini, köy gezilerini birlikte yapardık. Onun sayesinde Erzincan’ı, Munzur Irmağı’nın etrafını, Aydın’ın bir sürü bildiğim zannettiğim fakat bilmediğim yörelerini tanımışımdır. Topu topu ikişer günlük ziyaretlerdi. Üstelik Erzincan’a iki kere gittim, birinde vakit Otlukbeli Savaşı’nı tartışmak ve anmakla geçti. Orada da yine etrafa gezi yapıldı ve köylere uğrandı. Seyyar kongre geleneği de böyle başlamış oldu; her tebliğ bir yerde okundu.
YENİLİKÇİ GÖRÜŞLERİ VARDI
Ara sıra videolarına bakıyorum, hâlen tatbiki bekleyen yenilikçi görüşler. Bazı görüşlerimde bunları dinleyerek tadilat yapılabilirim fakat denemelerde onun kadar cesur ve gözü kara olmadığım için sadece farklı yolları önermekle yetindim. Mahalli idare mefhumunu köye kadar yetkiyle sokmak fikrindeydi. Biz daha muhafazakâr kalıyorduk, mahalli idari birimlere güvenemiyorduk ama güvensizlikle de bir yere gidilemez. İnsanları daha fazla idareye sokmak lazım. Katmadığınız takdirde kurtarıcı beklerler ve yanlış kurtarıcılar gelir. Haklıydı.
Paylaş