Geçtiğimiz pazartesi günü karayoluyla büyükelçiliğimizin daveti üzerine Sofya’ya gittim. Bulgaristan’a karayoluyla gitmek kısa da sürse havayolundan daha da ilginç. O tarafa gidenlere bunu tavsiye ediyorum. Osmanlı İmparatorluğu’nun en bereketli ülkesiydi, bugün de Balkanların en güzel ülkesi. Özellikle Filibe ve Gabrovo’nun programa alınmasını tavsiye ederim.
Büyükelçimiz Sayın Aylin Sekizkök beni Avrupa Birliği ile yapılan “Balkan Forumu” için konuşmacı olarak davet etti. Bulgar Parlamentosu’nun (Narodno Sabranie) Türk milletvekillerinden İlhan Küçük etkinliği düzenleyenler arasındaydı. Hak ve Özgürlükler Hareketi Partisi Genel Başkan Yardımcısı Ahmed Ahmedov, Başmüftü Mustafa Hacı ve akademisyenler ile Türk işadamlarının iştirak ettiği verimli bir etkinlikti. İlhan Küçük Liberal Parti’de olduğu için Avrupa Parlamentosu’ndaki liberal grubun da başkanıdır. Bu gibi görevler iftihar edilecek şeyler. Türkiye’ye ruhen bağlı bir azınlık ki buna azınlık demekten çok halk grubu demek lazım, sayıları aşağı yukarı 1 milyondur, memleketlerine hizmet ve onu temsil yanında Türkiye’yi de seviyorlar. Saat 12’deki Türkiye oturumunda Dışişleri Bakan Yardımcısı Büyükelçi Burak Akçapar, Büyükelçi Selim Yenel Bey, Büyükelçi Aylin Sekizkök Hanım ve bendeniz bir konuşma yaptık.
Geçen hafta Rize ve Yusufeli’nde bir gezideydik. Pazar Milli Eğitim Müdürlüğü’nün davetiyle MEF Üniversitesi Rektör Yardımcısı, Roma Hukukçusu Prof. Dr. Havva Karagöz ile birlikte konuşma yaptık. Rize’deki gençlik de artık eğitimin sorunları, yönlendirilmesi konusunda yakın bir ilgi içinde. Şunu belirtmek gerekir; seçimi kim kazanırsa kazansın ciddi bir program ve faaliyete girmediği takdirde gençlerin hayal kırıklığı ölçemeyeceğimiz sonuçlar doğuracak. Kalabalık sayıdaki üniversitelerin tasfiyesi, tabii bu tasfiyenin bir plan ve gerçek ihtiyacın tespiti doğrultusunda yapılması gerekir.
REFORM YAPILMALIDIR
1933’ten bugüne kadarki üniversite reformları köksüzdür ancak 1933 Reformu istisnadır. Çünkü o, üniversiteyi kurmak ve bilimsel düzeni yerleştirmek için yapıldı. Tek parti döneminin kendine göre direktiflerine bağlı kalması ama büyük ölçüde de dış dünyanın değişmesi ve Türkiye’ye bir akademik akımın olmasıyla başka kadrolar oluştu. Bu akademik akım sadece Hitler Almanyası’ndan ve Avusturyası’ndan değil, Rusya’nın parçalanmasından ileri geldi. Kazan, Başkırdistan, Azerbaycan gibi Çar döneminde nispeten gelişme gösteren bölgelerin genç âlimleri Türk akademilerine girdiler. Türkiye 1920’li yıllardan beri sistematik bir dış burs programı uygulamıştı. Bunların hepsinin yardımı olmuştur. Mevcut olan değişme tek yönlü değildi.
Nuran Yıldırım
BÜTÜN partiler ve geçmiş ile geleceğin genel problemlerine değinelim. Bunlardan birincisi, seçimlere katılımın yüksek oranda olacağı anlaşılıyor. Hatta dışarıda bile bu oranın yükseldiği görülüyor. Mesela bu zamana kadar çok ilgi duymayan ve Amerika’nın genel seçmeninin havasına uyarak seçim sandıklarıyla alaka kuramayan ABD’deki Türklerin dahi katılım oranı yükseleceğe benziyor. Avrupa’da ise bu katılım daha hareketlidir. Türkiye’nin genel sorunları karşısında dışarıdaki seçmenin tutumu aslında çok ilginçtir. Vatandaş olsalar bile bulundukları ülkenin seçimleri ve partileriyle yeterince sıcak ilgi kuramayan ve seçimlere katılım oranları düşük olanların Türkiye seçimlerine katılımı bazen bir gösteri mahiyetini alıyor. Konsolosluklar ve büyükelçiliklerde mahalli memurlar ve diplomatlara karşı saygısız ve lüzumsuz protestolar göze çarpıyor. Hatta bu son seçimde Fransa’daki taraflar arasında çatışma çıktığı malum. Dış ülkelerdeki Türk seçmenin durumunu ele alarak bir değerlendirme yapılması şarttır. Buna karşılık seçim günü seferde ve sahada olan yüzlerce yer personeli, kabin memuru ve kaptan pilot oy kullanamıyor. YSK’ya başvurular var ama hiç ses yok. Üzerinde ciddiyetle durulması lazım ve bu bir ayıp teşkil edecek noksandır.YÜZEYSEL DEĞİNİLİYOR
Bazı sorunlara maalesef iktidar kadar muhalefetin seçim programlarında ve konuşmalarında da yüzeysel olarak değiniliyor. Bunlardan birincisi göçmen sorunudur. Türkiye’nin bir göçmen ülkesi olmadığı gerçeği, taraftarı az görünen bir partinin dışında büyük partilerin programında ciddi olarak ele alınmıyor. Hele ki bir facia haline gelen ve halkımızın, vatandaşlarımızın mesken bunalımının ve yüksek kiraların kaynağı olan vatandaşlığın satılması, dış göçmenlerin gelişi ve bunun nasıl önleneceği ne iktidar ne de muhalefet partilerinde ciddi biçimde belirtilmemiştir. Muhalefet ilk 5 yıl bu işe izin verilmeyeceğini söylüyor. Ancak geçmişin birikimi nasıl halledilecek ve 5 yıl sonra niye tekrar açılacaksınız?
Eğitim programları son derece sathi; eğitim Türkiye’nin acil ıslahat bekleyen konularından birisidir. Köy okulları kapatılıp taşımalı eğitime devam edilecek mi? Yoksa bu saçma ve yorucu sistemden vazgeçilip son zamanda bakanlığın önerdiği gibi asli sisteme dönülecek mi? Yani her köyün okulu ve öğretmeni muhafaza edilecek mi?
Diğer bir sorun, hiç şüphesiz ki seçim anketlerinde bile bazı densiz insanlar daha evvel doktorların kendilerine kötü muamele ettiğini, şimdi ise onları dövebildiklerini sıkılmadan söyleyebilmektedirler. Besbelli ki kürsülerin dışındaki militan grupların seçim propagandaları bu minval üzere gidiyor. Bu gibi seçmenin kimseye hayrı olmayacağı bir yana, muhalefetin bu konuda nasıl ciddi tedbirler almayı düşündüğünü göremiyorum. Daha açık konuşsunlar. Bazı utanç verici sorunları herkese hoş görünmek için halının altına itemezsiniz.
Çok yakın gelecekte 5 milyon nüfus, Felemenkçe ve Almanca konuşan ülkelerde emekli olacak; dolayısıyla Türkiye’ye acilen ihtiyaçları var. Çünkü Türkiye’de ara eleman miktarı diğer işsizlik çeken ülkelere göre yüksektir. Ne kadar tenkit etsek de eğitim düzeyinde de fark vardır. Üstelik yanlış ve düşmanca politikalar yüzünden, yetiştirdiğimiz en değerli kaynağımız olan insan hazinesini yitirmekle karşı karşıyayız. Artan sayıdaki üniversitelerin gittikçe niteliksizleşen eğitimi çığ gibi büyüyen bir diğer sorundur. Üniversitelerin yakın geleceği hakkında planlama belli ki yok. Herhangi bir vaat veya tasvir de göze çarpmıyor. Dış ve İçişleri Bakanlıkları kadroları maalesef geleneksel sağlam yapısından mahrum hale getirildi. Bu konuda nasıl acil bir tedbir olan, kadroların yenilenmesi veya tayinlerde restorasyon cihetine gidilecek mi sorusuna da değinilmiyor.
LİSELERİN SON SINIFLARILİselerİn
Bayram boyu İstanbul’un manzarası çok yeknesak ama endişe verici haldeydi. Daha doğrusu hüzünlendiren bir görünümdeydi. Benim çocukluğumda 1955 nüfus sayımında İstanbul’un kendine has karmaşası, temelde tramvay ve otobüse dayanan sıkışık trafiği şehirde bazıları Avrupa’ya kıyasla “cık cık cık” çekseler de bir renk olarak addedilebilecek bir görünümdü. Şebeke suyu bugünküne göre kıttı. Hayat ise daha canlı, verimli ve kültürel alışverişi mümkün kılan, gelenek yaratan bir mekanizmaydı. Bugünkü kalabalık ise renk ve üretimden çok sıkıntı yaratıyor.
MÜTEVAZILIĞINI KAYBETTİ
1960’ta şehrin nüfusunu 1.5 milyon kadar veriyorlar. 1950’de bu bütün vilayetin nüfusuydu ve İstanbul henüz vilayet ve belediye sınırlarına ayrı ayrı sahipti. 1970’te nüfus 1 milyon daha arttı. Asıl korkunç gelişme 1980’le 2000 yılları arasındadır. Oradan itibaren sınırlar aşıldı. Zavallı İstanbul güzelliklerini, tarihi eserlerini korumaya çalışıyor ama onu anlamayan birtakım kuvvetler tahrip ediyordu. Fakir bir şehir değildi ama çapaçullaşıyordu. İstanbul’a açgözlülük ve görgüsüzlük hâkim olmuştu. Eskisi gibi mütevazı değildi, acayip binalar ve gökdelenler yükselmeye başladı. Su şebekesi eskisine göre daha yaygın dağıldı ama kullanım ayrı şey. Umumi nakil vasıtalarında burnun direği kırılmadan gezmek mümkün değil. Eski fakir ve su sıkıntısı çeken İstanbul’da temizlik kurallarına sahip olan, buna gayret eden bir nüfus vardı.
İstanbul, yarattığı zenginlik ve milli gelir ortalaması itibarıyla dünyanın başka bir grubuna, Kuzey Akdeniz’e aitti ama Güneydoğu Asya’da Hindistan alt kıtasında ve Afrika’da doğan aşırı kalabalık, gecekondu metropollerin dağınıklığı da gelip yerleşti. Bugün bunu görüyoruz. Yeşil alanı olmayan (ama hiç olmayan) 1 milyon civarındaki nüfuslu ilçeler, eski anıtların profillerini yıkan yapılanmalar şehre hâkim.
Bayramın ilk günü gördüğümüz kalabalık bir kaosun değil bir endişenin ve karamsarlığın habercisidir.
23 Nisan 1920, günlerden Cuma... Bugünün özellikle seçildiğini söylemek mümkündür. Ankara’nın en önemli ve ülke çapında şöhrete sahip dini merkezi Hacı Bayram Veli Camisi’nde kılınan Cuma namazından sonra dualar ve kesilen kurbanlarla Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ni temsil eden ve “makarr-ı teessüs” dediğimiz kuruluş merkezi görevini yerine getiren binada Millet Meclisi toplandı. Bina, şehrin istasyona doğru gelişme eğilimini temsil eden en güney noktasında (bugün Ulus Meydanı) İttihat Terakki Fırkası’nın kulübü olarak inşa edilen neoklasik bir binaydı (halen İnkılâp Müzesi).
Sinop mebusu Şerif Bey’in “Ey hüzzar-ı kirâm” diye başlayan konuşması “Büyük Millet Meclisi’ni açıyorum” diyerek çalışmalarına başlamıştır. Meclis reisi Mustafa Kemal Paşa’ydı. İstanbul’dan gelen Celaleddin Arif Bey ikinci başkanlığa, Abdülhalim Bey (Konya Mevlevi dergâhı postnişini) birinci başkan vekilliğine seçildiler. Kâtip üyelerle birlikte başkanlık divanı tamamlanmış oldu. Meclisin zabıt kâtipleri pek zikredilmez ama tarihimizin ilginç kişilikleridir. Bir tanesi Ankara’da rüşdiye ve idadide talebelik yapan Koçzâde Vehbi Efendi, ikinci zabıt kâtibi hepimizin tanıdığı medeni hukuk hocamız sonraki Ordinaryüs Profesör, Hıfzı Veldet Efendi (Velidedeoğlu), üçüncüsü Ankara’da muallimlik yapan Mahir Hoca (İz) idi. Mustafa Kemal Paşa aynı zamanda Meclis Hükümet sistemine göre bu hükümetin başkanıydı. Burada hükümet kelimesini kullanıyoruz. Zira devlet henüz hilafet ve saltanatı mezceden İstanbul’daki monarşidir.
GÖKTÜRKLERDEN BERİ TARİHTE BİR İLK
Büyük Millet Meclisi, Türkiye adını almıştı. Göktürklerden beri tarihte ilk defa Türk adı kullanılmaya başlandı. Hükümet saltanat ve hilafeti, işgalin zor şartlarından kurtarmak, vatanın bağımsızlığını gerçekleştirmek için toplanmıştır. Bu nedenle hâkimiyetin “bilâ kaydü şart” Türk milletine ait olduğu vurgulanıyor. Bu nedenle kürsüdeki başlık o günden bugüne tartışılıyor. Bazı yazarlar ve hukukçular bu sloganın meşruti monarşi dediğimiz sistemle bağdaştığını, bazıları ise artık yeni bir hâkimiyet ve yeni bir devletin ortaya çıktığını söylüyorlar. “Egemenlik ulusundur.” Bugün bile Millet Meclisi’nin şiarı budur.
“Meclis hükümeti sistemi”ne tarihte daha evvel iki büyük ihtilalde, Fransız Devrimi’nde ve Sovyet Devrimi’nde rastlanıyor. TBMM’nin sistemi konvansiyoneldir ve hâkimiyet-i milliye kavramının çokça telaffuz edildiği TBMM, bu evvelki ikisine göre daha değişik görüşteki grupların burada temsil edilmesidir. Gerek Fransız gerek Rus Devrimi’nde konvansiyonel sistem veya Sovyet sistemi liderlerin hâkimiyetini aksettirir ve törensel bir şekilde tasarı, kanun ve kararları kabul ederdi.
Halbuki Büyük Millet Meclisi bir harbin yönetildiği bir organ olmasına rağmen, her zaman ciddi bir muhalefet ve muvafakatın; yani bir şekilde hükümeti destekleyen kanatla tenkit etmekte çekinmeyenlerin münakaşa ettikleri bir ortamdı. Tarihimizde hiç görülmedik bir şekilde ne 1876 Anayasası’nda ne 1908’deki yeniden düzenlemeye rağmen hükümetler her zaman birincisinde padişah tarafından seçilen ve tasdik edilen sadrazamın, vekillerin ve nazırların, ikincisinde meclisi teşekkülüyle ortaya çıkan organın hükümeti tasdik etmesiyle olduğu hâlde, burada her bakanı ayrı ayrı millet meclisi seçer. 25 Nisan tarihli karar “icra vekilleri heyetinin teşkiline karar verildi” şeklindedir. Dolayısıyla meclis başkanını seçtikten sonra başkan vekili onun tarafından tayin edilir, bakanlar kurulu üyelerini de seçmektedir ve onları denetlemektedir, Meclis hükümet dahil yargı organının da görevlerini yerine getirmelerini denetler. Yani kesin bir kuvvetler birliği söz konusudur. İcra ve yargı gücü de meclisin elindedir. Bu sistem hiç şüphesiz 1924 Anayasası’nda değişecektir.
Topkapı Sarayı Müzesi müdürlüğüm zamanında Atina’da Parthenon Müzesi’nin yeni bölümünün ziyaretine gitmiştim. Bir modern mimari harikasıdır. Bence Louvre Müzesi’ndeki piramitli galeriden daha ilginç bir konstrüksiyon. Hava kirliliğinden dolayı dökülmeye başlayan Parthenon mabedi ile üzerindeki eserler ve bir köşeye sıkışan oradaki küçük müzeyi buraya naklettiler. Plan müthiş fakat bir şey göze çarpıyordu: Parthenon’un soyulmuşluğu.
YANLIŞ VE USULSÜZ BİR HAREKET
Kim ne derse desin uzun Türk idaresi boyunca Parthenon’dan bu gibi eserler çalınmadı. Yunan Ayaklanması denen 1821 olayları durumu değiştirdi. Arada Yunanistan’ın Karlofça Antlaşması öncesi ve sonrası Venedik’e teslimi ve bu sıradaki savaşta bir depo olarak kullanılan mabedin denizden atılan mermilerle cephene kısmının infilakı bir tahribe sebep oldu. Ama asıl tahribat, 1801-1812 arasında Osmanlı İmparatorluğu nezdinde büyükelçi olan Lord Elgin’in (Thomas Bruce) bunlara el atıp boşalan şehirden parçaları, liman da çok yakın olduğu için kolaylıkla Londra’ya yollamasıyladır. Bu hırsızlık eserleri, 1816’da müzenin ilgili pavyonunun kurulmasından bu yana British Museum’un en ilginç bölümünü oluşturuyor.
Mimar Bernard Tschumi tarafından tasarlanan yeni Akropolis Müzesi’nin pencerelerinden gözüken Parthenon.
Müzeyi ziyaret ettiğimde Müdür Prof. Dimitrios Pandermalis’ti. Yakında vefat eden bu dostumuz çağdaş Yunanistan’ın en seçkin arkeologlarındandı. Onunla müzeyi gezdik. Çıkışta Yunan TV’si kanaatimi sorduğunda, “Böyle bir müze varken, British Museum’un eserleri tutması yanlış ve usulsüz” dedim. Haklıydım, her şey yerinde güzeldir; Pergamon Altarı Bergama’nın üstünde, Mısır piramitlerinden çalınanlar Mısır’ın ortasında, Elgin Mermeri denen Parthenon kalıntıları da Yunanistan’daki asıl yerinde güzeldir. Böylece, etrafla bağını ve tarihteki yerini de daha iyi anlatmış olur. Yeni nesillerin dünyayı böyle sevmeleri mümkündür.
İSTİLA SIRASINDA TAHRİP EDİLDİ
Son faciada en büyük kusurlulardan biri Türkiye’deki müteahhitlerdir. Müteahhit sayısının 450 bini bulduğu açıklandı, rakam resmidir. Ancak bu yüksek sayının aksine inşaat mühendislerimizin sayısının ise birçok ülkeye göre az olduğunu söylüyorlar. Az sayıda mühendis bu firmalarda güya istihdam ediliyor. Bu müteahhit unvanlı zevat nasıl yetişiyor, hangi meslek kuruluşlarının imtihanından geçiyor, üzerlerindeki devlet gözetimi nedir? Deneyimlerimden biliyorum; restoratör diye ortaya çıkan müteahhitlerin ne restorasyonla ne eski eserle alakaları vardı. Tuttukları çalışanlar da kendileri gibi ve bunların üzerinde denetim de kurulamıyor.
BU DURUM HİÇ SAĞLIKLI DEĞİL
Bugünlerde hepimizin şikâyet ettiği bir konuda Daron Acemoğlu da bir makale yazdı: Yatırımların yüzde 40’ı inşaat şirketlerine aitmiş. Yüksek bir orandır. İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkmadığımıza göre Türkiye’deki iktisadi, sınai yatırımların büyük ölçekte bu sektöre yöneltilmesi çarpık bir yapı gösteriyor. Bir inşaat müteahhitleri ülkesi haline dönmüşüz.
Bunun siyasi sonuçlarının daha da büyük oranı teşkil ettiği ileri sürülüyor, saymak son derece kolay. Benim bildiğim 15 yıl önceki bir sayıma göre iki büyük partinin il başkanlarının büyük çoğunluğu inşaatçıydı. Bu üçüncü ve dördüncü partiler için de doğru olabilir. Şu son andaki durumu sayı olarak veremem, bunu tespit gerek ama açıkta görünen yapı şudur; partilerde de hâkimler. İnşaat müteahhitlerinin partilere girmesi yasak değil, ayıp da değil. Her vatandaş gibi onların da hakkı ama parti kadrolarını onların doldurması ve bağışların tamamen oradan gelmesi hiç sağlıklı değil. Bu sadece onlar için geçerli değil, her meslek ve üretim grubu için geçerli prensip olmalı.
Her şey anayasa ve kanunlarla düzenlenmez.
Henüz 27 yaşında İtalya’daki Direktuvar ordularının Başkomutanı, Mısır’da Büyük İskender’in hedeflerini izleyen, Fransa’da ihtilalin yatıştığını iddia eden Direktuvar’ın (ülkenin yönetici kurulu) içine girdiği girdabı durduran, Cumhuriyetçiliğine rağmen yakın dostlarıyla bile (Madame Germaine de Staël) çatışmaya düşen, resmi unvanıyla Fransa’nın değil Fransızların imparatoru!
YENİ BİR ROMA İMPARATORU
Monarşinin bütün âdetlerini kaldırdığı gibi kendini yeni bir Roma imparatoru gibi öne süren, Fransız yaşamına, zevkine ve mimarisine Roma taklidi ampir üslubu getirilmesine ön ayak olan, monarşinin belirlediği birtakım kanunları (medeni kanunu) yeni bir veçheyle ileri süren, İtalya’da kazandığı zaferlerle aynı ülkede onun ardından yenilenlerin kaybını telafi eden, ailesini yeni Fransa İmparatorluğu’nun kralları olarak tahtalara çıkaran ama bir yandan da ihtilalci Cumhuriyet’in bazı hedeflerini tereddütsüz gerçekleştiren, Yahudilerin emansipasyonu, vatandaşlık hukukunun geliştirilmesine çalışan, 1812’deki Rusya mağlubiyetinden, daha doğrusu Rusya’nın gerilla savaşı ve “general kış”tan dolayı, mağlup ve perişan bir halde dönen, Mısır’da İngiliz tarihinin büyük amirali Horatio Nelson’a yenilen (Abukir 1799), 1815 Viyana Kongresi Fransa’yı yeniden düzenlerken aniden Waterloo’da karşısına çıkanlara karşı daha mağlup olan bedbaht ve hüzün içinde St. Helena’ya giden İmparator...
Aslında İspanya Seferi ve işgalin ardından gelen yenilgisi Bonaparte’ın talih gemisinin çarptığı ilk kayalıktı. Ardından da başarıya ulaşamayan kıta ablukası (blocus continental) yani İngiltere’nin sözde ekonomik kuşatma altına alınması bir vodvil olarak bitti.
Napoléon Bonaparte hâlâ Fransa’da Fransız demokrasinin çıkmaz sokaklarına ve kraliyetin yani Bourbonların Fransa tarihinden çekilmesini isteyen monarşi taraftarlarına önderlik eden bir siluet. Kralcılar hâlâ Bonaparte’den nefret ederler, hatta ‘Kırmızı Külahlılar’ın başı dedikleri Maximilien Robespierre kadar...
Napoléon askeri tarihin de diplomasi tarihinin de tartışılmakla bitmeyen konu ve portresi. Hakkında kaynaklar çok, yorumlar çok ters. “İstanbul’u geleceğin Doğu ve Batı medeniyetinin kaynaştığı başkent olarak” nitelemiş. Ama şunu da söylemek lazım gelir ki Osmanlı İmparatorluğu Napoléon’un Avrupa’daki neredeyse tek müttefikiydi. Onun düşmanlığını kazandığı Mısır Seferi’den sonra Rusya ile Osmanlı’nın bir araya gelerek ittifak yapmasına neden olan tek kuvvet de oydu. 1800-1801 ittifakı Yunanistan’a gelecekteki Adriyatik’teki İyon Adalarının hediyesini sağladı. İki kuvvet burada bir Cumhuriyet kurmuştu. (Bunun adı: Cezayir-i Seb’a-i Muctemi’a Cumhuri idi.)
2014’TE YAYIMLANDI
İtalya, Napoléon’dan önce ve sonra onun izlerini taşır.