Türkiye’nin operasyonları ve kararlılığına rağmen terör örgütü PKK, Suriye’nin kuzeyi ve Irak’ın kuzeyinde, Kürtlerin tek hamisi ve temsilcisi olduğu iddia ve yalanını sürdürmeye çalışıyor. Bunun için de ABD’den de destek alarak, bir süredir KDP’ye siyasi ve askeri baskı uyguluyor. Bu gelişmede, Suriye’deki Kürt Ulusal Konseyi görüşmelerinden KDP’nin çekilmesinin de etkili olduğu belirtiliyor.
Bu çerçevede KDP’nin Hakurk ve Sincar gibi taşra hâkimiyetini kırmaya yönelik faaliyetlere ağırlık veren PKK, daha sonra Erbil merkezde suikastlar ve işadamlarını haraca bağlama girişimlerini arttırdı.
PKK üst yönetiminin, Türkiye’nin başarılı operasyonları nedeniyle yaşadığı başarısızlığı perdelemek amacıyla KDP’yi suçlayıcı kara propagandaya hız verdiği değerlendirmesi de yapılıyor.
Sonuç itibarıyla bir süredir KDP, PKK ile bazı alanlarda özel önlem alarak mücadele ediyor. Ankara bu mücadeleden memnun. Erbil’e de “terör örgütü PKK’nın hedefinin ABD’yi de arkasına alarak KDP’yi etkisizleştirmek olduğu” anlatılıyor. Yetkililer, Türkiye’nin PKK ile mücadelesinin ise bağımsız bir şekilde kararlılıkla sürdürüleceğinin altını çiziyor.
ÇELİK’İN ARDINDAN POYRAZ’IN YANITI
Son dönemde Ümit Özdağ’ın iddiaları siyaset gündeminde tartışma yaratıyor. İddialarından biri de İYİ Partili bazı yetkililerle, AK Partili bazı yetkililerin ortak bir anayasa taslağı üzerinde çalıştığı idi. Özdağ iki partiden isim de verdi. AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik ile İYİ Parti Genel Sekreteri Uğur Poyraz’ın görüştüklerini ileri sürdü. Çok sert bir açıklama yapan Ömer Çelik, “Ümit Özdağ isimli şahıs ahlaksız bir yalan söylemiş” dedi. Konuyla ilgili İYİ Parti Genel Sekreteri Uğur Poyraz’ı aradım. Özdağ’ın yalan söylediğini belirten Poyraz, “Sayın Özdağ’ın bir süredir yapmış olduğu açıklamalar sahip olduğu kariyer ve tecrübesi ile örtüşmemektedir. Kendisinden hiç beklenmeyecek bu sıra dışı tutum ve davranışlarını kararlı bir şekilde sergilemesi, kişisel bir sorunu olduğunu gösteriyor. Yaptığı açıklamalarla ilgili partimize değil ama kendisine verdiği zararı üzülerek seyrediyorum” dedi. Ne AK Parti ile ne de Ömer Çelik ile herhangi bir görüşmelerinin olmadığının altını çizen Poyraz, kısa zaman içinde iyileştirilmiş, güçlendirilmiş parlamenter demokrasiye ilişkin bir lansman yapacaklarını da açıkladı.
Seçim kampanyasında Türkiye’yi, Rusya ve Kuzey Kore ile birlikte otokrat yönetimler arasında sayması, iktidarı, muhalefeti destekleyerek değiştireceğini söylemesi çok tepki gördü. Amerika’nın “İktidarda kim varsa onunla çalışmanın yollarını buluruz” prensibinden hareketle kısa vadede seçim söylemlerinin geride kalacağını söyleyebiliriz. Ancak ilişkiler ne günlük güneşlik olacaktır ne de sürekli fırtınalı. Amerika ile Türkiye arasında sorun da çok, müttefiklik gerektiren alan zorunluluğu da. O yüzden duygusal yaklaşımlar, aceleci politikalar yerine soğukkanlı, akıllı adımlar görülecektir.
Bugünü öngörebilmek için hem geçmişe hem de Biden’ın açıklamalarından yola çıkarak dış politikasına dair beklentilere bakacağız.
TERLİK GİYDİ, ERDOĞAN İÇİN ‘ESKİ DOSTUM’ DEDİ
Joe Biden 2009-2017 yılları arasındaki sekiz yıllık başkan yardımcılığı boyunca Türkiye’yi dört kez ziyaret etti, Obama ile Erdoğan görüşmeyince bir dönem Erdoğan ile sık sık telefonda görüştü. Kısa kısa hatırlayacak olursak:
Biden’ın ilk ziyareti 2011 yılındaydı. Erdoğan ameliyat olmuştu, bu nedenle de görüşme Erdoğan’ın Kısıklı’daki evinde yapılmıştı. İki ismin terlikli fotoğrafları gündem olmuştu.
Türk-Amerikan ilişkilerinde en dikkat çeken yıllardan biri 2014’tü. Hem Suriye’deki gelişmeler hem de Gezi Parkı olayları dahil Türkiye içindeki gelişmeler, iki ülke ilişkilerini etkiledi. Erdoğan ile Obama arasında soğuk rüzgârlar esip, telefonda bile görüşmez olunca, iki ülke ilişkileri Biden-Erdoğan telefon görüşmelerinde ele alındı.
Aynı yıl
Daha kaç acı, kaç ölüm, kaç çaresizlik, kaç isyan gerekiyor? Erzurum, Erzincan, Dinar, Van, Gölcük, Düzce, şimdi de İzmir... Acı, gözyaşı, enkaz, çaresizlik, isyan, haykırış, ölümler hep aynı. Sadece isimler değişiyor. Peki yarın neresi olacak? Yarın hangi ilden çığlıklar yükselecek? Yarın hangi ilde enkazdan çıkacak ölü bedenler sayılacak? Yarın tüm Türkiye hangi il için dua edecek? Kaç gün sürecek gözyaşlarımız? Kaç gün sürecek televizyon programları? Kaç günde unutacağız? Kaç günde yine aynı düzene döneceğiz? Kaç günde gündemimiz sadece kısır siyasi tartışmalar olacak? Sonra... Sonra, yeniden bir şehirde bir apartmanda bir çocuğun masa saati tam “o” anda duracak. Sonra yine ölü bedenler sayılacak, yine yapılması gerekenler anlatılacak, yine, yine...Yetmedi mi? Artık buna bir son vermek gerekmiyor mu? Neden “gerekenler yapılmıyor” ve neden “yine aynı” sarmalına mahkûm ediliyoruz?
ELİF’İN ELİ
Japonya’da deprem de bina da genelde öldürmüyor. Türkiye tam da bunu öğrendi: Deprem değil, bina öldürür. Öğrendi öğrenmesine ama bilginin gereğini bir türlü yerine getirmiyor. Katil bina 14.51’de duran bir çocuğun masa saatiyle kazındı akıllarımıza. El ele ölen ailelerle çıktı karşımıza. Çantadan çıkan borçlarla yandı yüreğimiz. Umuda tutunan minicik bir elin kurtarıcısının parmağını tutması ile bir yanımız gülümsedi, bir yanımız ağladı. O minicik el, bugün artık başta sorumluluk makamlarında oturanlar olmak üzere hepimizin parmaklarını tutuyor. O minicik el sorumluluk makamındakilere, “Bir an önce bir başka şehirde bir başka çocuk ölmesin, enkaz altında kalmasın diye gereken adımları atın” diyor. O minicik el, bizlere “Sorumluluk makamlarında oturanları denetleyin, soru sorun, hatırlatın, niye yapmadıklarının hesabını sorun” diyor. O minicik el hepimizin parmağını, hepimizin yüreğini tutuyor. O minicik eli kimse unutmasın.
22 YILDA DEĞİŞMEYEN SORULAR
1999 yılında sabaha karşı Ankara bile sallanmıştı. Ankara’dan ötesi yok oldu deniyordu. O büyük sallantıdan hemen sonra yataktan fırlayarak önce ofise, sonra da deprem bölgesine doğru yola çıktım. Ankara’nın ötesinde sabahın ilk saatlerinde adeta bomba atılmış gibi duran enkaz yığınlarının altından gelen çığlıklar, ölüm, acı, korku vardı. Sonra sadece üç ay sonra Düzce depremi yaşandı. O dönem iller bazında riskli ve hasarlı binalar, zeminler, tehlikeli bölgeler incelendi. O dönem depremin yaralarını sarmak için vergiler konuldu. 22 yıl geçti, 22 yılda başka depremler de yaşandı. Üstelik Türkiye bu geçen 22 yılda her deprem olduğunda büyük İstanbul depremini hatırladı, bir gün olacağını, bir gün o kâbusun yaşanacağını konuştu. Peki niye hâlâ büyük İstanbul depremine, İzmir’e ya da 18 ilde yaşanabilecek olası bir depreme hazır değiliz?
Çürük raporu olan binalarla ilgili neden bir şey yapılmadı? Örneğin Bayraklı’da yerle bir olan Doğanlar ve Rıza Bey apartmanlarına belediye çürük raporu vermiş. “Bataklığa apartman dikildi” demiş. Neden bir şey yapılmadı? Bunun sorumlusu kim ya da kimler?
Ülke genelinde 6.7 milyon riskli konut olduğu söyleniyor. Bu konutlar için ne zaman harekete geçilecek?
Bugünümüz, geleceğimiz, bizi biz yapan ay-yıldızımız, uğruna göğsümüzü siper edeceğimiz, başımızın üzerinde taşıyacağımız Atatürk ve silah arkadaşlarının en güzel emaneti: Cumhuriyetimiz... 97 yaşını gururla, onurla, minnetle, gözlerimiz dolarak kutladık. Biliyor musunuz, Cumhuriyet Bayramı, Atatürk’ün vefatından önce kutladığı son bayramdı. 1938 yılının 29 Ekim’inden önce Atatürk’ün durumu ağırlaşmıştı. Yine de “Yapacak önemli işlerim var” diyerek Ankara’ya gitmek istemiş ancak doktorları izin vermemişti. Atatürk’ün 12 yıl hizmetini gören Cemal (Çelebi) Granda’nın anlatımına göre 1938 yılının Cumhuriyet Bayramı, Atatürk’ün hastalığı nedeniyle yas havası estirmemek için şenliklerle kutlanmasına karar verildi. Geçit töreni yapıldı, fener alayı düzenlendi, gösteriler yapıldı, havai fişekler atıldı. Cumhuriyetin 15. yılıydı. Granda o 29 Ekim’i şöyle anlatıyor:
“Biz Cumhuriyet Bayramı’nın on beşinci yıl şenliklerine candan katılmadık. İçimiz kan ağlıyordu. Hep Büyük Ata’yı düşünüyorduk. Kim bilir o, şenlikleri göremediği için ne kadar üzülmüştür. Sevgili milletinin arasına katılamadığı için kendi kendini yemiştir. Cumhuriyet Bayramı’nın ertesi günü Atatürk’ün ateşinin birdenbire yükseldiğini duyduk. Derken bir haber daha geldi: Atatürk komaya girdi. İlk koma 48 saat sürdü.”
Son bayramı Türk gençliğine emanet ettiği Cumhuriyet’in bayramıydı. O’nun, silah arkadaşlarının, milletin kurduğu Cumhuriyet’i müdafaa ve muhafaza etmenin önemini biliyoruz, anlıyoruz. Atatürk’ün dediği gibi, Cumhuriyet fikri hür, vicdanı hür muhafızlar ister. Bunu da unutmamamız dileğiyle... 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’mız kutlu olsun.
FRANSA’NIN MACRON’U
Hırsı boyundan büyük, İslam düşmanı, diplomaside nezaketten ve sağduyudan yoksun bir politikacı Macron. Bazı tespitleri alt alta sıralayacak olursak:
Türkiye ve Fransa özellikle son dönemde Doğu Akdeniz’den Ortadoğu’ya birçok kritik alanda karşı taraflarda yer alıyor.
Macron şimdiden iki yıl sonraki seçimlerin telaşına düşmüş durumda.
Fransız toplumunda İslamofobi ve yabancı düşmanlığı arttı.
GÖZLEM NOKTALARINA İDLİB’DE YENİDEN YERLEŞİM
Türkiye’nin İdlib’in etrafında 12 askeri gözlem noktası bulunuyor. Bunların bir kısmında bir süredir hareketlilik var. Güvenlik kaynakları, “Bazı gözlem noktaları yeniden yerleştiriliyor” açıklamasını yaptı. Buna göre yeniden yerleşimin ayrıntıları şöyle:
- Yeniden yerleşim, Türkiye ile Rusya arasındaki 5 Mart muhtırasındaki maddeler ve yol haritasına göre şekilleniyor.
- Daha önce Türkiye’nin istediği şartlar yerine gelmedikçe yeniden yerleşim olmayacağı söylenmişti. Bu çerçevede yeniden yerleşim, Türkiye’nin şartları, hakları, menfaatleri yerine getirildikçe gerçekleşiyor. Yeniden yerleşim kuzeydeki alanlara yapılıyor.
- Rusya ile görüşmeler makul ve mantıklı bir çerçevede sürdürülüyor. Ancak Ankara bir yandan beklenmeyen ve istenmeyen gelişmelere de hazır.
TÜRKİYE RUSYA İLE EN ÇOK GÖRÜŞEN ÜLKE
Gelelim Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki çatışmalarla, bu konunun Türkiye-Rusya ilişkilerini nasıl etkilediğine... Rusya’nın Dağlık Karabağ’ı Ermenistan toprağı olarak görmemesinin önemine dikkat çeken güvenlik kaynakları, sorunun Dağlık Karabağ’ın Ermenistan’dan tam olarak kurtarılmadan çözülmeyeceğini düşünüyor. “Putin ister istemez Ermenistan’ı tutuyor” diyen kaynakların, Türk-Rus ilişkilerine ve Türk uçaklarıyla ilgili iddialara yanıtları ise şöyle:
- Rus Dışişleri Bakanı Lavrov’un Türkiye için “Stratejik ortak değil” demesinde maksat ve niyet önemli. Lavrov’un kendisinin Ermeni kökenli olduğunu açıklaması ve Ermenistan’a duyarsız kalamayacağını söylemesi dikkat çekici.
2018 yılının Haziran ayında ekmek fiyatlarındaki artış üzerine MHP Genel Başkanı zammın insani ve vicdani olmadığını söyleyerek, “Ankara’da, özellikle de Çankaya’dan başlamak üzere ‘askıda ekmek’ projesini başlatıyorum” demişti. Bugün o kampanya yeniden gündemde. Peki ama neden ihtiyaç duyuldu? MHP, ekonomide işlerin yolunda olmadığı yönünde bir imada mı bulundu? Bu durum AK Parti kanadında bir rahatsızlık mı yarattı? Soruların yanıtlarını MHP kulislerinde aradım. İşte yanıtları:
Kampanya eski kampanyanın devamıdır. Ekonomik sıkıntıdan dolayı başlatılmadı. Osmanlı’nın en şaşalı döneminde bu tip yardımlar yapılıyordu. Refah dönemlerinde de âdettir.
Buradan bir çıkarım yapıp bunu siyasete alet etmek yanlıştır.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli bir şey söyleyecekse açık ve net söyler. Ekonomi ile ilgili bir görüşü var ise onu da ima etmeden açıkça dile getirir.
AK Partili yetkililerden MHP’ye bu konuda bir rahatsızlık iletilmedi.
MISIR İLE GÖRÜŞMELER NASIL GİDİYOR?
Bir süredir Türkiye ve Mısır istihbarat örgütleri üst düzeyde görüşmeler yapıyor. Görüşmelerin ana amacı Doğu Akdeniz konusunda uzlaşmaya varabilmek. Ana amaç gerçekleşirse, iki ülke ilişkilerin normalleşmesi açısından da karşılıklı adımlar atacaktır. Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü
O soruna geçmeden önce şunu belirtmek isterim: Yargıçlar kararlarıyla konuşur, konuşmalı. Tartışmalar, hukuki sorunlar olsa da yargıçlar siyaset yapmaz, yapmamalı. Türkiye gibi “vesayetten”, “iktidarların yargı üzerindeki güçlerinden”, “terör örgütlerinin yargıyı ele geçirmesinden”, “darbelerden”, “darbelerin kamu binalarının yanan ışıklarıyla anlatılmasından” çok çekmiş bir ülkede yargıç da siyasetçi de ağzından çıkana, kaleminin yazdığına bir değil iki kere dikkat etmeli. Görevi Türkiye Cumhuriyeti’nin temel metni Anayasa’yı korumak olan yüksek mahkemenin herhangi bir üyesinin hukuk, siyaset, tarih bilgisinin yeterli olmayacağı düşünülemez. Anayasal çerçevede yüksek mahkeme içinde görüşlerini dile getirmesinde, eleştirilerini sıralamasında bir sorun yok. Ancak mevki, görev ve yaşıyla bağdaşmayan şekilde sosyal medya kullanması kesinlikle sorunludur.
ASIL SORUN
Bundan daha da önemli olan, Anayasa Mahkemesi’nin o üyesi, bilerek ya da bilmeyerek, o niyetle ya da bu niyetle, o zihniyetle ya da bu zihniyetle ne yazık ki asıl sorunun konuşulmasını gölgelemiştir. Özür de dilese amacı sorgulanacaktır, tartışılacaktır. Kendisi bu görüşlerini çok rahat dile getirebileceği siyaset arenasında kullanacak mıdır bilmiyorum.
Ancak bu tartışmayı bir kenara bırakarak, ana soruna gelmek isterim. Ana sorunun adı “hukuk ve adalettir”. Yakın tarihimizdeki en acı tecrübeleri hatırlayacak olursak; “terör örgütünün sızdığı bir yargıda deliller üretilmesi”, “kumpaslar kurulması”, “yanlış yargılamalar”, “boş yere hapishanede yatanlar hatta ölenler”... Diğer yandan iktidar partisinin kapatılmaya çalışılması, bu girişimin haklı olarak yüksek mahkemeden dönmesi... Kendi tarihimizin en kritik ve gelecek nesiller için ders çıkarılması gereken dönemeçleridir.
Diğer yandan tüm dünya tarihi açısından bakacak olursak, Avrupa kıtasında anayasa mahkemeleri 2. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulmaya başlanmıştır. İki dünya savaşına yol açan iktidarları ve savaşta yaşananları hatırlayacak olursak, yüksek mahkemelerin kurulmasında temel amaç bireyleri korumaktır. Sıralayacak olursak;
- Bu koruma, bireyin devlet iktidarı karşısında sahip olduğu özgürlükleri güvence altına alan ve devletlerin temel metinleri olan anayasa hükümlerini korumaktır.
- Bu koruma, parlamento çoğunluğuna karşı da korumayı içerir. Kısacası bireyler, bireylerin hak ve özgürlükleri iktidarlara karşı da korunur.
- İnsan hakları, temel hak ve özgürlükler güvence altına alınır.
Yukarıdaki soru ve yanıt Ertuğrul Özkök’ün Sağlık Bakanı Fahrettin Koca ile yaptığı sohbetten alındı. Türkiye bir süredir Bakan Fahrettin Koca’nın “Her vaka, hasta değildir” gerekçesinden hareketle, kamuoyuna günlük vaka sayısı yerine günlük hasta sayısını açıklıyor. Yani Ertuğrul Özkök’ün mülakatında dikkat çekildiği üzere, HES kayıtlarında yer alsa da kamuoyu günlük kaç kişinin COVID-19’a yakalandığını bilmiyor, çünkü açıklanmıyor. Sağlık Bakanlığı’nın internet sitesinde yer alan durum raporlarına göre Türkiye, temmuz ayının sonuna kadar kamuoyuyla vaka sayılarını paylaşmış. Ağustos ayından itibaren ise hasta sayılarını...
Peki vaka sayılarının açıklanması gerekli mi ve neden önemli? Soruyu Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Enfeksiyon Hastalıkları Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Mehmet Ceyhan’a yönelttim. Mehmet Hoca, Dünya Sağlık Örgütü’nün vaka tanımına dikkat çekerek, “Vaka tanımı klinik durumu ne olursa olsun ifadesiyle başlar, yani testi pozitif olan kişi vakadır” dedi ve şöyle devam etti:
“Halkı ve biz bilim insanlarını ilgilendiren vaka sayısıdır. Bizi neden ilgilendiriyor? Çünkü tüm istatistiki hesaplamalar, modellemeler vaka sayısı üzerinden yapılır, hasta sayısı üzerinden değil. Bana bu gidişle ‘Toplumsal bağışıklık ne kadar sürede gelişir’ diye sorarsanız, açıklanan rakamlarla bu modellemeyi yapamam. Bana ‘Toplumda virüs ne kadar yaygın’ diye sorarsanız, vaka sayısını bilmedikçe bunu da söyleyemem. Bunlara hasta sayısıyla değil, vaka sayısıyla yanıt verilir. Kısacası salgın ne kadar yaygın, ne zaman biter sorularının öngörüleri için vaka sayısının açıklanması gerekir.”
BİR-İKİ YILA TOPLUMSAL BAĞIŞIKLIK KAZANMA OLASILIĞI
Mehmet Hoca’ya Türkiye’de günlük hasta sayısı ortalama 1500 ise vaka sayısı nedir sorusunu da yönelttim:
“Ortalama bir hesap yapacak olursak, Türkiye’de 1500 hasta sayısının açıklandığı gün vaka sayısının bunun 10 katı olduğunu düşünebiliriz. Kabaca yaptığımız bu hesaba, taramaya katılmayan, yani bulunamayan, tespit edilemeyen vakaları da koyarsak, ortaya çıkan tablo toplumsal bağışıklık yakalanmasının süresiyle ilgili de fikir verir. Bu durumda bir iki seneye toplumsal bağışıklık kazanılmış olur.”
DÜNYA SÜRÜ BAĞIŞIKLIĞINA MI GİDİYOR?
Ülkelerin ekonomik kaygılarla sıkı tedbirlere dönmemesi zaten tartışılıyordu. Ancak buna bir de üç araştırmacının kaleme aldığı, daha sonra binlerce kişi tarafından imzalanan