Bana göre en güzel mevsimdir sonbahar... Hele de eylül ayı. Tabii dünyanın başına bela olan virüs olmasaydı bambaşka bir tadı olacaktı... Yine de eylül ayının ilk günlerinde biz gazetecileri mutlu eden bir haber geldi. Hep söylerim, gazeteci olmak demek suç işleme özgürlüğünüz olduğu anlamına gelmez. Ancak mesleğin doğası gereği ifade özgürlüğünün en geniş şekilde kullanıldığı alandır gazetecilik. Bu nedenle gazeteciler Barış Pehlivan, Hülya Kılınç ve Murat Ağırel’e “Geçmiş olsun ve hoş geldiniz” diyorum. Uzun yıllardır tanıdığım Müyesser Yıldız başta olmak üzere gazetecilerin bu sonbaharda en kısa sürede özgürlüklerine kavuşmalarını dileyerek başlıyorum yazıma...
DOĞRUSU NE İSA’YA NE MUSA’YA
Tuhaf bir durum var bizim ülkemizde. Herkes kendi gazetecisini istiyor. Hangi taraf, hangi görüş, hangi parti olursa olsun “Gazeteci beni sevsin, beni övsün, karşı tarafı sürekli eleştirsin, mümkünse bağırsın, kavga etsin” istiyor. Bu son yıllarda izleyici ve okuyucuya da sirayet etti. Takım tutar gibi parti tutanlar, sosyal medyada trollük yapanlar, gazetecilerin kendi sesleri olmasında ısrar ediyor, karşı taraftakini ise linç ediyorlar. Diğer yandan daha evvel de dikkat çekmiştim, vekâlet yayınları ile bu iş daha da körükleniyor. Siyasilerin yerine siyasi parti görüşlerini ne yazık ki gazeteciler savunuyor. Peki bu işin doğrusu ne olmalı? Siyasi parti temsilcileri “Ben onunla çıkmam, tek çıkarım, bununla çıkmam” kaprislerini bırakıp, medeni tartışma programlarına katılmalılar. Gazeteciler haberleriyle, görüşleriyle, analizleriyle öne çıkmalı. Diğer yandan “Siyaset doğası gereği gazeteciyi sevmez, sevmemeli”. Üstelik doğası gereği gazeteci de “Ne İsa’ya ne Musa’ya yaranır”... Yaranmak gibi de bir derdi olmaz, olmamalı. İyiye iyi, kötüye kötü der. Umarım tüm bunları hep beraber yeniden hayata geçiririz.
SALGIN İÇİN YENİ BİR PLAN GEREKMİYOR MU?
EKONOMİK çarkların dönmesi şart. Devletler muhtemelen ekonomik çarkların durması ya da bu kış da yavaşlaması durumunda salgından çok daha vahim sonuçlara neden olabileceğini hesap etmişlerdir. Ancak bir yandan da yeni vaka sayılarındaki artış da ölümlerdeki artış da sürüyor. Bazı tedbirler alındı. Toplu taşıma ve düğünler konusunda sınırlamalar geldi. Tüm çarklar dönerken, toplu taşıma araçlarının sayıları belli iken, tedbir özellikle büyük ve kalabalık şehirlerde nasıl hayata geçirilecek sorusunun yanıtı yok. Diğer yandan yaklaşmakta olan grip mevsimini de hesaba katarsak, acaba düğünler, kalabalık toplantılar, ödül törenleri için daha radikal tedbirler gerekmiyor mu? Ben bir uzman değilim ancak sanki 2020 salgınla mücadele planını duymaya ihtiyaç var. Bu rakamlar sadece sürekli “maske-hijyen-sosyal mesafe” uyarısı ile düşmeyecek gibi görünüyor. Kısacası çember daralıyor.
15 TEMMUZ’U UNUTMAMAK GEREK!
İLKKOKULDAN itibaren din derslerinde öğretilen bir cümle hep aklıma kazınmıştır: “Bizim dinimizin en güzel yanı Allah’a ulaşmak için bir aracının olmamasıdır”. Hepiniz bu cümle ile büyümediniz mi? Üstelik dinimizin en önemli ve güzel özelliklerinden biri değil midir? Peki sakalı ne kadar uzun olursa o kadar popüler olan, “akıl veren ama kendi her türlü ahlaksızlığı yapan”, iddiaya göre bir akımı silahlandıran, bazıları devlette örgütlenmeye çalışan, “manevilik diye ahkâm keserken tek dertleri para kazanmak olan”, ünlü Türk düşünürleri olarak görüşlerine başvurulan bu adamlar kim? Kimse kızmasın, darılmasın, gücenmesin. Bu ülkenin başına “maneviyat, kardeşlik, din-kitap” gibi kutsal kavramların arkasına saklanan kişi en büyük belayı açtı. Hâlâ o yıllarca “cemaat lideri” olarak adlandırılan terör örgütü liderinin devletteki örgütlenmesini temizlemekle uğraşılıyor. O yüzden 15 Temmuz’u devlet de millet de unutmasın!
Birinci oyun, ABD ile Rusya arasında. Adı, terör örgütünü kim sahiplenecek oyunu. ABD’nin amacı kendi güdümünde bir devletçik ya da özerk bir yapı kurdurmak. Rusya ise sözünden çıkmayan rejimi sıkıntıya sokmayacak bir kısmi özerk yapı formülüyle, hazır silahlı gücü Suriye ordusuna katmak formülünü hayata geçirmek derdinde. Peki Türkiye farkında mı? Olanın bitenin farkında. Konuştuğum kaynaklar “Sahadayız, gözlemliyoruz, önlem alıyoruz, uyarıyoruz” diyorlar. Suriye’nin kuzeyinde terör örgütü PKK/YPG/PYD için oynanan oyunun ayrıntılarına bakacağız.
ABD’NİN ‘PKK BAYRAĞI KULLANMAYIN’ TALİMATI
Türkiye, Milli Savunma Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve MİT ile terör örgütü PKK’ya yönelik operasyonlarını aralıksız sürdürüyor. Özellikle Kandil’i izole etme konseptiyle Irak’ın kuzeyinde de geçici üs bölgeleri oluşturularak hem terör örgütünün Türkiye’ye sızma girişimlerinin büyük ölçüde önüne geçildi, hem de Türkiye’den militan kazanması engellendi. Terör örgütü bu sırada Sincar’ı üs olarak kullanmaya başladı. Ancak Türkiye o bölgeye yönelik operasyonlarıyla bunu da baskıladı. PKK bu açıdan zorda. Fakat özellikle Amerikalılar terör örgütünün Suriye’de ekonomik ve siyasi açıdan güçlenmesi için her yolu deniyor. Petrol anlaşması, görüşmeler, Suriye Ulusal Kürt Konseyi ile barıştırmalar... Sadece bunlar mı? Değil, uluslararası kamuoyunda “PKK eşittir YPG” algısını yıkmak için de yine ABD sahnede. Ankara, Amerikalıların YPG’lilere verdiği iki “talimatı” biliyor.
Sınırda PKK bayrağı kullanmayın.
Sınırda Öcalan posteri kullanmayın.
Amaçları, Türkiye’nin “PKK eşittir YPG” açıklamalarına karşı uluslararası kamuoyunda farklı bir algı yaratmak. Bununla da bitmiyor. Diğer yanda ise Araplarla ve Kürt muhaliflerle de terör örgütünü barıştırmaya çalışıyor.
SAHANIN GERÇEKLERİ
Ankara bir yandan tüm gelişmeleri takip ediyor, diğer yandan uyarılarını hem ABD’ye hem de Rusya’ya yapıyor. Sahada aktif. Aşiretlerle görüşmelerini sürdürüyor. Tüm olasılıklara karşı da hazırlık yapılıyor. Yetkililer,
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, “Türkiye’de vaka sayısının en fazla olduğu il Ankara. Birinci dalganın ikinci pikini yaşıyoruz” açıklamasını dün, 3 Eylül günü, yani Hürriyet Ankara’nın ilk uyarısından tam bir ay sonra yaptı. Buradan birlikte çalışmaktan onur duyduğum Hürriyet Ankara’nın Deniz Gürel yönetimindeki tüm ekibini bu konudaki haberler, doktorlarla yaptıkları görüşmeler ve acil hayata geçirilmesi gereken önlemlere her seferinde yer verdikleri için kutluyorum. Ancak bir aydan beri uzmanların “Aman dikkat, geliyor” uyarılarına rağmen ortaya çıkan bu kıpkırmızı Ankara tablosundan, hayatını kaybedenlerden kimler sorumlu? Bunun tek bir yanıtı yok. Hepimiz sorumluyuz.
KALABALIK TOPLANTILAR NEREDEN ÇIKTI?
Maskeyi takmayan, sosyal mesafe ve hijyen kuralına uymayan, düğünler gibi kalabalık ortamlarda rahat davrananlar, ‘Bana bir şey olmaz’cılar, ‘Aslında virüs yok’cular, ‘Gencim ben’ diyenler sorumlu. Diğer yandan Ankara’da kamu binaları ve o binalardaki çalışma koşulları nedeniyle acaba esnek ve kademeli mesai, ağustos ayının başında, yani başkent alarm vermeye başladığında hayata geçirilemez miydi? Toplanmalara sayı kısıtlaması daha önce uygulamaya konulamaz mıydı? Toplu taşımadaki risk ve kalabalık oranı için bir çalışma yapılamaz mıydı? Diğer yandan her seferinde vatandaşa seslenen siyasetçiler, üyelerini uyaran sendikalar, dernekler, iş örgütleri, biraz onlara da bakmak gerekmiyor mu? Hani mecbur kalmadıkça kalabalık toplantılar düzenlenmeyecekti? Onların da bu süreçte mecbur kalmadıkça bu yüz yüze kalabalık toplantılardan bir süre vazgeçmesinde fayda yok mu?
Belli ki devletler ekonomik hayatın aksamaması için pandeminin ilk aylarındaki gibi komple yasaklara başvurmayacaklar. Ancak bu vaka sayılarıyla yaklaşmakta olan gribal enfeksiyon döneminin zor geçeceği anlaşılıyor. Sağlık Bakanı da bu olasılığa vurgu yaparak, “Mücadelenin boyutu değişecek” dedi. Gribal enfeksiyon dönemi başlamadan umarım siyasetçisinden vatandaşına, gencinden yaşlısına herkes üzerine düşeni yapar. Sağlık çalışanlarının insan olduğunu, yorulduklarını, boş vermişliğimiz nedeniyle şevklerinin kırılabileceğini unutmayalım.
Tarih boyunca zaman zaman yaşanan yakınlaşmalara, Ege’nin coşkusuyla karşılıklı yapılan olumlu açıklamalara rağmen aslında çözülemeyen ya da kimi zaman çözülmek istenmeyen sorunlar, sonuca ulaşamayan “istikşafi görüşmeler”, tarihten kalan korku ve düşmanlık hikâyesi Türk-Yunan ilişkileri. Aynı zamanda hem tarih, hem konjonktür, hem ekonomik ve jeopolitik gerçekler, hem ortak yaşanmışlıklar nedeniyle düşmanlığın ve korkunun içinde birbirinden vazgeçmenin ne kadar zor olduğunu gösteren bir hikâye. Gelinen noktada Ege’nin iki yakasında İsmail Cem ve Yorgo Papandreu’nun dansları artık çok uzakta kaldı. Bugün dünyayı korkutan Ege’nin iki yakasındaki yönetimlerden yükselen savaş tamtamları...
Aslına bakarsanız ne kavga yeni ne de Yunanistan’ın kavga üslubu. Ege Denizi ile buluşmadan önce sırtını İngilizlere dayayan Yunanlar, bugün de görüntüde başını Fransa’nın çektiği cepheye yasladı. Ankara’ya göre o cephenin arka planını ise Türkiye’nin hemen her coğrafyada ve her konuda karşısında yer alan Birleşik Arap Emirlikleri ile Suudi Arabistan oluşturuyor.
YUNAN TUZAĞI
Karşılıklı açıklamalar, NAVTEX ilanları ile gerilim tırmanıyor. Son olarak 5 yıl içinde 10 milyar Euro’luk silah alacağını açıklayan Yunanistan’ın amacı ne? Ankara’ya göre Yunanistan maksimalist bir politika izliyor. Amacı Türkiye’nin Yunanistan’a askeri bir karşılık vermesi, yani ateş açması. Neden mi? Bir Yunan uçağının Türkiye tarafından düşürüldüğünü ya da bir Yunan gemisinin batırıldığını düşünün... Ankara’ya göre böyle bir durumda Batı, Yunanistan’ın arkasında tek vücut olarak duracak, yani Türkiye’nin üzerine çullanacak. Kısacası Ankara’ya göre Yunanistan Türkiye’yi böyle bir tuzağa çekmeye çalışıyor. Türkiye böyle bir tuzağa düşmemesi gerektiğinin farkında. Ancak bu Türkiye’nin haklarından, hukukundan, kazanımlarından taviz vereceği anlamına da gelmiyor. Türkiye’nin politikası hakkını, hukukunu, sınırlarını, kazanımlarını sonuna kadar korumaya yönelik.
ALMAN-FRANSIZ REKABETİ Mİ?
Peki Türkiye karşıtı cephenin adeta sözcülüğünü yapan Fransa ile Türkiye-Yunanistan arasındaki gerginliği sona erdirmek için arabuluculuğa soyunan Almanya, gerçekte birlikte mi hareket ediyorlar yoksa rekabet mi ediyorlar? 2009 yılında Yunanistan’da patlak veren ekonomik krize kadar Almanya, Yunanistan’ın bir numaralı ticaret ortağıydı. İlişkileri her zaman çok iyiydi. Krizle birlikte Almanya, Yunanistan’a köklü tasarruf önlemlerine gitmesi karşılığında ciddi oranda mali yardımda bulundu. Her ne kadar Yunan halkını kemer sıkmaya zorlayan politikalar nedeniyle Almanya, Yunanların gözünde tasarruf müfettişi bir ülke olarak algılansa da Yunanistan’ın krizi atlatmasında büyük yardımı oldu. Almanya’nın Yunanistan’dan hâlâ alacağı var. Ancak bugünkü tabloda Yunanistan, Almanya yerine Fransa’yı tercih etmiş görünüyor. Hem bu nedenle, hem de Almanya’nın olası mülteci göçü ve terörle mücadele hassasiyeti nedeniyle Türk-Yunan sorunlarını dondurma konusunda daha yüksek sesle hareket edeceğini beklemek gerçekçi olmaz mı? Diğer yandan Kardak krizinin aşılmasında Ege’nin iki yakası arasında güçlü mesajlar vererek sabaha kadar telefon diplomasisi sürdüren ABD Başkanlığı’nın katkısı hatırlanmalıdır. Bu dönemin başkanı her ne kadar iki yakayı aramış olsa da belli ki savaş tamtamlarını susturacak kadar olaya müdahil olmamayı seçti. ABD Başkanlığı’nın iki NATO üyesi arasındaki kavgaya ne zaman ve ne şekilde ciddi bir biçimde müdahil olacağını ise önümüzdeki süreçte göreceğiz.
Mehmet Hoca’nın bu açıklamasının arkasında 10 gündür iyileşen vaka sayısının, yeni vaka sayısının altında seyretmesi yatıyor. Neredeyse her gün bir tanıdığımızın virüse yakalandığı haberini alıyoruz. Tanıdıklarımızdan, bizzat hastalananlardan, doktorlardan hastanelerin yoğun olduğunu hatta bazı illerde yatak sorunu yaşandığını dinliyoruz. Sorun büyüyor. Virüsü adeta ensemde hissediyorum.
KADEMELENDİRİLMİŞ MESAİ ÇALIŞMASI
Rakamların artması nedeniyle tedbirler yeniden hayatımıza giriyor. İllere yönelik kısıtlamalar başladı, kamuya esnek çalışma geldi. Duyumlarıma göre Sağlık Bakanlığı kademelendirilmiş mesai üzerinde de çalışıyor. Umarım en kısa zamanda çalışma tamamlanır.
Mehmet Hoca da yeni açıklanan tedbirler arasında en önemli adım olarak kamuda esnek çalışmanın getirilmesini görüyor. Bir an önce kademelendirilmiş mesaiye geçilmesi gerektiği görüşünde. Böylece toplu taşımadaki kalabalığın ve riskin azalacağını söylüyor.
İLLER YERİNE TÜM TÜRKİYE
Ancak gelinen noktada mevcut tedbirleri de yeterli bulmuyor. Yapılması gereken, salgının yeniden kontrol altına alınması. Diğer bir anlatımla, iyileşen hasta sayısının günlük yeni vaka sayısını geçmesi. Bunun için ne yapılması gerektiğini Mehmet Hoca’ya sordum:
“Virüs her tarafa, yani tüm Türkiye’ye yayılmış durumda. Artık test ve vaka sayısına bakarak illere göre tedbir almak etkili olmayacaktır. Alınacak tedbirler ülke genelinde olmalı. Benim önerim yasak getirmek değil, ancak kişi sayısını kısıtlamak. Bazı etkinlikleri tamamen yasakladığınızda bireyler bunu gizli biçimde, daha tehlikeli ortamlarda yapmaya kalkıyorlar.”
Mehmet Hoca
Benim de bir fikrim var! Ancak benimkisi içerikten önce altyapıya yönelik. Aslında bu fikri Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Başkanı Canan Güllü’nün çağrısıyla sizlere daha önce aktarmıştım. Altyapısı olmayan yerlere altyapı, bilgisayarı olmayan çocuğa bilgisayar kampanyası. Hepimiz el ele vererek büyük bir kampanya başlatmalıyız. Lütfen buradan, “Devlet yapsın” diyerek sıyrılmayın! Tabii ki devletin de yapması gerekenler var ama sorunlar büyük. Onlar hepimizin çocukları, hepimizin geleceği. Bu yüzden de hepimizin el ele vermesi gerekiyor.
UZAKTAN EĞİTİM YENİ NORMALİN PARÇASI
Gelin önce bir tabloya bakalım...
COVID-19’un henüz küresel çapta bir salgın olarak bilinmediği 10 Şubat 2020’de, Eğitim Bilişim Ağı (EBA) altyapısını “eğitimde fırsat adaleti” anlayışıyla, yapay zekâ sistemleriyle güçlendiren Millî Eğitim Bakanlığı, salgın süreciyle okullardaki eğitime ara verilmesinin ardından dünyada uzaktan eğitime başlayan ilk ülkeler arasındaki yerini aldı.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın uzaktan eğitim platformu EBA, bu süreçte yaklaşık 3.1 milyar tıklanma sayısıyla Türkiye’de en çok ziyaret edilen 10. site, dünyada ise en çok ziyaret edilen 3. eğitim sitesi oldu.
TRT ve TÜRKSAT’la gerçekleştirilen işbirliği ile TRT EBA TV İlkokul, TRT EBA TV Ortaokul ve TRT EBA TV Lise olmak üzere 3 televizyon kanalıyla eğitim verildi.
Ancak hem ciddi bazı eksiklik ve sorunlar var, hem de yeni bir döneme giriliyor. Dünya salgında birinci dalgadan bile kurtulabilmiş değil. Sonbahar ve havaların soğumasıyla birlikte dünya genelinde vaka sayılarında artış bekleniyor. Her ne kadar yüz yüze eğitim hedeflense de bu hedef gerçekleşmeyebilir. Edindiğim bilgilere göre, velilerin yüzde 46’sı salgın sebebiyle çocuğunu okula göndermek istemiyor. Bu ciddi bir rakam. Diğer yandan eğitimciler ve bakanlık çocukların eğitimi açısından da psikolojik açıdan da yüz yüze eğitimi isteseler de ortaya çıkabilecek ve üstlenilmesi zor bir risk var. İşte bu nedenle yeni dönemde uzaktan eğitim yeni normalin bir parçası haline gelecek.
Televizyonda haberleri izliyor musunuz? Sosyal medyayı takip ediyor musunuz? Peki kadınların çığlığını duyuyor musunuz, duyabiliyor musunuz? Sadece İstanbul Sözleşmesi’ni kaldırmayı tartıştığınız süre boyunca kaç kadın daha öldürüldü, saydınız mı?
Bu ölümler, bu şiddet, bu tecavüzler yaşanırken “Aileyi koruyalım” diyerek bir kazanımdan vazgeçmek ne kadar doğru? Hangi aileyi koruyacağız? Kadının şiddet gördüğü yerde, kadının hakaret işittiği yerde, çocuğun dövüldüğü evde hangi aileden bahsediyoruz? “E kadın sen de biraz sus, katlan azıcık, aileni koru yeter ki” mi diyeceğiz? Sizi döven bir insanla bırakın aynı yatağa girmeyi, aynı ortamda nefes almak ister misiniz?
Bir de başka boyutu var tartışmanın... Şimdi hepinize soruyorum: Şiddete sadece kadın ya da erkek söz konusu olduğunda mı karşı çıkacağız? Cinsiyeti ne olursa olsun tüm insanlara şiddet uygulanmasına karşı çıkmamız gerekmiyor mu? Hatta hatırlayın izlediğiniz görüntüleri, hayvana da şiddete karşı çıkmamız doğru değil mi?
SAYIN FUAT OKTAY’A ÇAĞRIM
İstanbul Sözleşmesi’ne ilişkin çalışmalar Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay’ın koordinasyonunda ele alınıyor. Oktay’ın çalışma düzeni ve yöntemine bir başka konuda tanık olmuştum. Bir grup meslektaşımla birlikte biz de davet edilmiş ve gayet demokratik bir ortamda tüm önerilerimizi, eleştirilerimizi, kırgınlıklarımızı rahat rahat sıralamıştık. Fuat Oktay saatlerce not alarak dinlemişti bizi. Sadece biz gazetecileri değil, konuyla ilgili tüm paydaşları gruplar halinde ağırlayarak görüşlerini almıştı. Sanıyorum benzer yöntemi şimdi İstanbul Sözleşmesi ile ilgili izleyecek. İlgili bakanlarla ve bazı kadın milletvekilleriyle toplantılar düzenlemiş; onların görüş, öneri ve eleştirilerini dinlemiş. Ardından da Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ilk sunumu yapmış. Çalışmaların hızlandırılmasına karar verildiğini biliyoruz.
Edindiğim bilgilere göre Oktay, bazı sivil toplum örgütlerinin temsilcileriyle de görüşmeye başladı. Geçen hafta bazı kadın dernekleri temsilcileri de görüşlerini anlatmak için bir grup oluşturarak, Cumhurbaşkanlığı makamına görüşme talebini iletmiş. Sayın Fuat Oktay’a çağrım, tüm bu talepleri değerlendirmesi ve ilgili tüm kadın derneklerinin temsilcilerini, yani bizlerin temsilcilerini dinlemesi. Zaten politik görüşleri ne olursa olsun, tüm kadınlar bu konuda aynı görüşte birleşmiş durumda. Yine parti ayrımı yapmadan kadın vekillerin konuyla ilgili temsilcilerini de dinlerse prensipte hepsinin uzlaştığını görecek. Son olarak, kadın bir gazeteci olarak bu konunun tüm siyasi hesaplardan bağımsız değerlendirilmesi, kazanımlardan geri adım atılmadan bir çözüm bulunması dileğim. Sanki erkekler mağdurmuş gibi suyu bulandırmaya çalışanların çoğunun derdinin “kadına karşı şiddetin önlenmesi” olmadığı aşikâr. Bu hassas konu ne o zihniyetlere, ne tarikatlara, ne de tarikat tabanlarının başka partilere kayma ihtimaline dayalı yapılan hesaplamalara kurban edilmeyecek kadar önemli ve hayati. Tüm kadınları doğrudan ilgilendiren bu konuda görüş alma önceliğinin kadınlara ve onların temsilcilerine verilmesi umuduyla...
ANKARA’DA DURUM CİDDİ Mİ?
Ankara’ya dönünce tüm sohbetlerde duyduğum soru aynı: “Ankara’da hastanelerde yer yokmuş, rakamlar çok yüksekmiş, doğru mu?” Ben de soruyu doğrudan Bilim Kurulu üyesi Afşin Hoca’ya yönelttim:
“Güneydoğu Anadolu bölgemizle Ankara, Konya ve Karaman illerimizi kapsayan Batı Anadolu bölgemizin yeni tanı konan vaka sayılarında ilk iki sırayı paylaştığını görüyoruz. Ülkemizin pandemiyle mücadelede amiral gemisi olan Ankara Şehir Hastanemiz ve fedakâr sağlık çalışanlarımız sayesinde durum kontrol altındadır. Ayrıca birçok ülkede sadece entübe hastalara verilebilen Favipiravir isimli antiviral ilaç, artık ülkemizde üretilebiliyor. Biz de hekimler olarak bu ilacı hastalarımıza hastalığın çok erken döneminde başlayabiliyoruz. Bu da bize risk faktörleri olmayan, yaşamsal bulgularında herhangi bir anormallik olmayan pozitif hastalarımızın evlerinde izole olarak tedavilerini almaları imkânını sağlıyor. Acil servislerdeki yoğunluk görüntülerinin çoğu zaman kaynağının, herhangi bir klinik belirtisi olmayan veya burun tıkanıklığı, boğazda yanma gibi basit belirtileri olan, pozitif bir kişiyle uzaktan temas etmiş kişilerin genel kontrol ve test yaptırmak amacıyla yaptığı başvurular olduğunu söyleyebiliriz. Bu kişilerin de aile hekimlerine veya polikliniklerimize başvurmaları daha uygundur.”
MAKYAJ MALZEMESİ KULLANIMINA, GÜZELLİK SALONLARINA DİKKAT!
Afşin Hoca, hastalığın bulaştırıcılığında veya hastalık yapıcı etkisinde herhangi bir değişiklik olmadığını söyledi. Yani virüs etkisini kaybetmiş değil. Afşin Hoca, bir düğünde aynı makyaj malzemesinin kullanılması sonucu 35 kişinin virüse yakalanması konusunu sorunca önemli uyarılarda bulundu:
“Güzellik salonları, kuaförler, cilt bakımı yapan yerlerde çalışanlar mutlaka maske ile burnunu kapatmalı, siperlik kullanmalıdır. Ayrıca dezenfekte edilmemiş ve makyaj malzemesi gibi dezenfekte edilemeyen malzemelerin kesinlikle ortak kullanılmaması lazım.”
OKULLAR YENİDEN GÖZDEN GEÇİRİLİR
Peki sonbaharda ne olacak?