Geçtiğimiz salı günkü yazımı “Tek satır açıklamasını okumamak dileği ile elveda” diyerek bitirmiştim. Ancak bazı sorular yöneltmiştim. Onlardan biri de “Nasıl yükseldin başhekim yardımcılığına kadar?” sorusuydu. Meslek büyüğüm Saygı Öztürk başhekim yardımcılığına nasıl yükseldiğini tüm ayrıntılarıyla yazdı. Ali Edizer’den bahsediyorum. Aslına bakarsanız mesele tek başına Ali Edizer değil, mesele, daha doğrusu Türkiye’nin karşı karşıya olduğu sorun, Ali Edizerler ve Ali Edizerleri yetiştiren, sonra onların devlete sistematik yerleşmesini sağlayan cemaatler, tarikatlar. Konunun bir başka boyutu ise yıllar boyunca siyaset kurumunun başta oy kaygısı nedeniyle bu oluşumlarla kurduğu ilişki, kimilerinin sessizliği, kimilerinin ise cılız sesleri.
15 TEMMUZ’DAN DERS ÇIKARMAMAK
“Dinde bir fikir, kitap, şeyh, imam, veli, âlim veya ibadet için bir araya gelen topluluklara cemaat; aynı dinin içinde birtakım yorum ve uygulama farklılıklarına dayanan, bazı ilkelerde birbirinden ayrılan Tanrı’ya ulaşma ve onu tanıma yollarından her biri ise tarikat...”
Böyle diyor sözlükler... Sözlüklerin hiçbirinde “amaçları devlette kadrolaşmak, sermaye biriktirmek, siyasileri saflarına katmak, kendi medyasını kurmak, eğitim kurumları ile kendi ideolojisine uygun öğrenci yetiştirmek” gibi tanımlar bulunmuyor. Ancak günümüzde tarikat ya da cemaatlere baktığımızda sağlık sektöründe, eğitim alanında, iş dünyasında örgütlendiklerini; kadrolarını yetiştirdiklerini, yetiştirdikleri kadrolarını siyasetteki sempatizanlarının yardımıyla devlet örgütlenmesinde üst kademelere taşıdıklarını görüyoruz. O zaman da ortaya kocaman ve ürkütücü bir “Neden?” sorusu düşüyor.
Amaç Allah’a ulaşmak, ibadet, fikir, kitap ise neden arazileri var? Neden televizyonları var? Neden işadamları örgütleniyor? Neden sağlık sektörü başta olmak üzere para kazanmaya odaklanıyorlar? Neden sempatizanlarını devlette kilit noktalara yerleştirmenin derdindeler? Bunların dinle, kitapla ne ilgisi var? Bu soruları 15 Temmuz kâbusunu yaşayan bir ülkenin sorması, sorgulaması normal. Normal olmayan, hâlâ FETÖ ile mücadele edilirken bu soruları akıllara getirmemek, bu soruları duymamak. FETÖ, devlette kadrolaşarak, devleti ele geçirerek, sermaye biriktirerek, eğitim kurumları ile beyin yıkayarak, medyasıyla propaganda yaparak 15 Temmuz’a geldi. Dolayısıyla artık hiçbir oluşumun FETÖ’nün yöntemlerini kullanarak farklı bir yapılanmaya gitmesine, devlet kurumlarına sızmasına ve liyakatin dışında atamalarla devlette örgütlenmesine asla müsaade edilmemeli.
İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’Nİ YAŞATIN!
Gelelim meselenin diğer boyutuna... Bu boyutu Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Başkanı sevgili
Şimdi gelelim sorulara... Ermenistan’a BM kararları ortadayken “işgalci Ermenistan” demek bu kadar zor mu? Ya da 1915 olayları söz konusu olduğunda her seferinde Ermenistan’ın arkasında duranların sesi, Ermenistan sivilleri hedef aldığında neden çıkmaz?
Ermenistan, Dağlık Karabağ ve 6 reyonu 1992-1994 yıllarında işgal etti. İnsanlar öldü, bir milyona yakın insan işgal edilen topraklardan kaçmak zorunda kaldı. Ermenistan işgali 28 yıldır sürüyor. Diğer bir deyişle Azerbaycan 28 yıldır sabrediyor, sabrediyordu.
NATO Genel Sekreteri, krizin ortasında Ankara’yı ziyaret etti. Ne BM’nin kararlarına atıfta bulundu, ne de sivilleri hedef alması konusunda Ermenistan’a tepki koydu. Bunlar yerine, taraflara “acil ateşkes ilan etmeleri ve sorunun müzakereler yoluyla çözülmesi için” çağrıda bulundu. NATO’nun taraflara yönelik itidal tavsiye eden cümlelerini anlayabiliyorum ancak ortada BM kararları varken, siviller hedef alınmışken tepki göstermemeyi anlamıyorum.
Oysa gerçek gün gibi ortada... Hocalı Katliamı ve 28 yıllık işgalini uluslararası kamuoyunda 1915 olayları ile unutturmaya çalışan Ermenistan, bugün de sivilleri hedef alan, işgalci bir devlettir.
AB ZİRVESİNİN ARDINDAN
AB liderleri geçtiğimiz hafta Doğu Akdeniz ve Türkiye gündemli zirvede buluştu. Belli ki bu zirve ile Türkiye-Yunanistan görüşmeleri, NATO Genel Sekreteri’nin Ankara temaslarında da ele alındı. NATO Genel Sekreteri, Türkiye ve Yunanistan arasında istenmeyen bir kazanın yaşanmaması için askeri alanda kurulan mekanizmanın işleyişini “İki ülke arasında güvenli bir çağrı hattı oluşturuldu. Yedi gün 24 saat açık bir hat” cümleleriyle anlattı. Bunu da ekleyerek AB zirvesinin sonuçlarını özetleyecek olursak;
İki ülke arasında yaşanabilecek bir kazayı engellemek için iki ülke arasında kurulan askeri mekanizma işliyor.
AB zirvesinden Türkiye’ye yaptırım çıkmadı ancak Türkiye’ye yönelik yaptırım tehdidi çıktı. Kriz şimdilik aralık ayına ertelendi. Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikaları takip edilecek.
Şef, Rusya Devlet Başkanı Putin’e elleriyle servis yapan kişi, Yevgeny Prigozhin. Sosisli standıyla başladı, yemek imparatorluğu kurdu, “Putin’in şefi” denildi. Uzun süredir sadece yemek yapmıyor. Rus Federal Haber Ajansı’nın da Internet Research Agency adlı propaganda sitesinin de sahibi Yevgeny Prigozhin. Yemek fabrikasının yanı sıra trol ordusu da var.
2016 yılı ABD başkanlık seçimlerine Rusya’nın olası müdahalesinin soruşturmasına “seçimlere müdahalede bulunduğu” gerekçesiyle Rus trol fabrikası ve sahibi Yevgeny Prigozhin de dahil edilmişti. Bitmedi... Şef Prigozhin’in Libya’da, Suriye’de sahada olan Rus paralı askerleri Wagner’in de sahibi olduğu belirtiliyor. Putin’in şefi, sırdaşı, Ermenistan-Azerbaycan arasındaki çatışmalar ve Dağlık Karabağ sorunu hakkında Aydınlık gazetesine konuştu. Sırdaş şef Prigozhin’in açıklamalarını, satır aralarını, zamanlamasını ve konuşulan olasılıkları madde madde sıralayalım...
Rusya, Ermenistan’ın hamisi olsa da bu krizde kullandığı temkinli dil dikkat çekiyor. Başından beri yapılan açıklamaları “arabuluculuk, ateşkes, Moskova’da taraflara ev sahipliği, itidal, tüm bölge ülkelerini itidale, çatışmanın taraflarını da askeri faaliyetleri derhal durdurmaya çağırması” şeklinde özetleyebiliriz.
Devlet yetkilileri tarafından yapılan bu içerikteki açıklamaların ardından, kimi zaman Suriye’de, kimi zaman Libya’da Türkiye’nin karşısına çıkan Wagner’in patronu sırdaş şef Prigozhin Türkiye’ye destek açıklaması yaparken, Ermenistan Başbakanı Paşinyan’dan duyulan rahatsızlığın da nedenini anlattı.
Prigozhin, Aydınlık gazetesine “Türkler, Ermenistan sınırını geçmedikleri sürece, hukuki olarak Karabağ çatışmasına müdahil olma hakkına tam anlamıyla sahiptir. Ermenistan ve Azerbaycan, uzun seneler Dağlık Karabağ’daki çatışmaları durdurma imkânını buldular, öyle ki Rusya onları anlaşma masasına oturtmuştu. 2018 turuncu devriminin ardından, yani Paşinyan’ın iktidara gelmesiyle çok yüksek sayıda Amerikan NGO’su Ermenistan topraklarında boy gösterdi. Sorunun özü burada yatıyor. Çatışmayı Amerikalılar kışkırtıyor” dedi.
Kısacası Rusya’da Paşinyan’ın ABD bağlantısından rahatsızlık var. Mesele sadece ABD ya da ABD’nin NGO’ları da değil, genel olarak bir süredir Rus yönetiminin Paşinyan’a sıcak bakmadığı biliniyor.
Son olarak Karabağ’da Rusya ve Türkiye’nin karşı karşıya gelmemesi konusunda sessiz bir uzlaşma olabilir. Bu uzlaşmanın bir ucu da İdlib’e uzanıyor olabilir. Bunu önümüzdeki günlerde daha net görebiliriz.
NASIL BU NOKTAYA GELİNDİ?
Sovyet kontrolünün 1980’li yılların sonunda zayıflamasıyla patlama noktasına gelen Azeri-Ermeni anlaşmazlığında, 1991’lerden itibaren Dağlık Karabağ’daki çatışmalar adeta savaşa döndü. Ermeni güçlerinin sivilleri katlettiği Hocalı Katliamı bir dönüm noktası oldu. Her ne kadar Rusya’nın arabuluculuğu ile ateşkes ilan edilse de sorun bitmedi, Azerbaycan toprakları işgal altında kaldı. Sonraki yıllarda zaman zaman süren görüşmeler de tıkandı, 2016 yılından beri bölgede sıcak çatışmalar var. Bugün itibarıyla Azerbaycan’ın topraklarının yüzde 20’lik bölümü işgal altında.
ERMENİSTAN’IN TAHRİK EDEN SALDIRILARI
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan dün Uluslararası Deniz Hukuku ve Doğu Akdeniz Sempozyumu’nda, “‘Artık hesap vakti geldi’ diyen Azerbaycan ister istemez kendi göbeğini kendi kesmek zorunda kalmıştır. Yaşanan gelişmeler, bölgede nüfuz sahibi tüm ülkelere gerçekçi ve adil çözüm yöntemlerini devreye sokmaları konusunda bir fırsat tanımıştır” açıklamasını yaptı. Peki neden? Açık ve net söyleyelim: Dağlık Karabağ konusunda strateji değişikliğine gidildi. Kararlılık net bir biçimde ortaya konuldu. Nedenlerine gelince;
Sorun 30 yıldır sürüyor.
Minsk üçlüsü sorunun çözümü için gerçekte hiçbir şey yapmadı, yani süreç işlemedi.
Son dönemde Azerbaycan halkında ve devletinde, Dağlık Karabağ’ın diplomasi yoluyla geri alınmayacağı yüksek sesle dile getirilir oldu. Tek yolun askeri çözüm olduğu görüşü ağırlık kazandı.
Azerbaycan’ın askeri çözüm görüşünün pekişmesinde ise Ermenistan’ın tahrik eden saldırıları etkili oldu.
Bir kere daha, iki ülke ilişkileri ciddi bir krizin içindeyken uzun soluklu görüşmelere, bir aksilik olmazsa araştırma görüşmelerine başlanacak. Adına “istikşafi” görüşmeler deniyor. İlk görüşme 2002’de Ankara’da yapılmıştı. Son görüşme ise 2016 yılında... 14 yılda 60 görüşmenin ardından kesilen istikşafi görüşmelerin, dört yıl aradan sonra, Doğu Akdeniz krizi bir anlamda zirveye ulaşmışken yeniden başlayacağı duyuruldu.
UCU AÇIK DA OLSA GÖRÜŞMEK İYİDİR
Geçtiğimiz günlerde Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Yunanistan’ın Kathimerini gazetesine yazdığı makalede iki ülkenin önünde iki seçenek olduğunu hatırlatarak, bunların ya birbirlerinin adımlarını karşılıklı olarak kilitlemek ya da kazan-kazan formülü üzerinden ilerlemek olduğunu yazdı. Türkiye son dönemde “diyalog ve koşulsuz görüşme” çağrılarını hemen her platformda dile getirdi. Almanya ve AB de arabuluculuğa soyundu. Karşılıklı birbirlerini kilitlemek, daha da artan gerilim, sürekli bir çatışma riski ya da kaza olasılığı hatta savaş korkusu ile bölgenin diken üstünde yaşamasındansa, ucu açık, belki 160 tane daha yapılacak istikşafi görüşmelere yeniden başlanacağının açıklanması bile tansiyonu düşürdü. Çok doğru bir zamanda düzenlenen Uluslararası Doğu Akdeniz Konferansı’nın açılışını yapan İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un da bu konuda verdiği mesajlar dikkat çekti. Altun, “Yunanistan ile istikşafi görüşmeler başlatma fırsatını memnuniyet ile karşılıyoruz; diplomasi her daim doğru yoldur. Önümüzdeki dönemde Doğu Akdeniz’de gerilimi azaltmalı, adil ve kalıcı bir çözüm için oluşan ivmeyi birlikte korumalıyız” dedi.
ZORLU SÜREÇ
Zorlu bir süreci içerecek olan istikşafi görüşme platformu, her ne olursa olsun diyalog için önemli bir fırsat. 60 turda çözüme kavuşamayan sorunların kimse hemen çözülmesini beklemiyor. Ancak platform çatışmayı engelleyecek, gerilimi daha da düşürecektir. Konuşulacak başlıklara gelince... Sorunlara farklı bakan iki ülkenin konuşulacak başlıklarda bile sorun yaşayacağını biliyoruz. Yunanistan’ın bu konudaki koşulları haberlere yansıyor. Türkiye ise müzakerelerin ön koşulsuz olarak başlatılması ve bütün sorunların masaya getirilmesinden yana. Taraflar başlıkları ve görüşme yöntemini içeren bir çerçeve belge üzerinde çalışıyor. Çerçeve üzerine uzlaşma sağlanınca, görüşme takviminin de duyurulması bekleniyor. İstikşafi görüşmelerde ele alınacak olan dosyalar her iki ülkede de siyasi otoriteye sunulacak. Süreç uzun ve zorlu olsa da masaya oturmak en iyi çıkar yol.
MISIR GÖRÜŞMELERİ YUNANİSTAN’DA MERAK EDİLİYOR
İletişim Başkanlığı’nca düzenlenen Uluslararası Doğu Akdeniz Konferansı’nda Yunan bir gazetecinin sorduğu soru, Yunanistan kamuoyunda en çok merak edilen başlıklardan birini de gözler önüne serdi. Yunan meslektaşımız “Mısır ile münhasır ekonomik bölge çizmek Türkiye’nin stratejisi içinde yer alıyor mu?” sorusunu yöneltti. Yunanistan’ın, Mısır ile Türkiye’nin bir anlaşmaya varmasını istemeyeceği aşikâr. Konferans konuşmacılarından Dışişleri Bakanlığı Bakan Yardımcısı Yavuz Selim Kıran, “Biz Mısır ile görüşmeye hazırız. Deniz yetki alanlarının sınırlandırılması, münhasır ekonomik bölge anlaşması yapılmasına açığız. Bu Mısır’ın göstereceği iradeye bağlı” yanıtını verdi. Arka kapı diplomasisinin işlediğini biliyorduk, yani iki ülke istihbarat örgütlerinin görüştüklerini... Üstüne Dışişleri Bakanlığı’ndan verilen bu güçlü mesaj da gösteriyor ki Türkiye, Mısır ile diyalog talebinde ısrarcı. Yunanistan’ın bu konudaki merakı ve endişesi göz önünde bulundurulursa Türkiye’nin ısrarı doğru ve yerinde.
Zirveden Türkiye’nin tam üyelik görüşmelerinin kesilmesi gibi bir karar çıkar mı?
Ekonomik yaptırım kararı çıkar mı?
İlişkiler kötüleşir mi?
Yoksa diyalog kazanır mı?
Bu sorulara elimizdeki somut veriler ışığında yanıt aramaya çalışacağız.
AP’NİN GERGİNLİK YARATAN KARARI
Zirve öncesi en dikkat çeken kararı Avrupa Parlamentosu 694 vekilden 601’inin kabul oyuyla aldı. “Türkiye’nin Yunanistan ve Kıbrıs’a bağlı münhasır ekonomik bölgelerdeki eylemleri” kınanarak, Yunanistan ve Kıbrıs ile tam dayanışma vurgusu yapıldı. AP üyeleri, 24-25 Eylül’de toplanacak AB Konseyi’ne, Türkiye’ye yönelik “sektörel bazda, hedef gözeten, Türk halkı ya da Türkiye’de yaşayan sığınmacılar üzerinde ters etki yaratmayacak ek kısıtlayıcı önlemler geliştirmesi” çağrısında bulundu. CNN Türk’te Tarafsız Bölge programına katılan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, AB üyelerinin Türkiye ve Yunanistan arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsa son aşamada Yunanistan’dan yana tavır koyacaklarını söylemişti. Parlamentonun kararı hem bu açıdan değerlendirilebilir, hem de zirve öncesinde Türkiye’ye yönelik bir siyasi hamle olarak görülebilir.
TÜRKİYE’NİN ÇAĞRISIYLA BAŞLAYAN DİYALOG SÜRECİ
- Yunanistan, Mısır’ı kullanıyor. Başka hiçbir konuda ortak paydaları bulunmadığı halde Türkiye karşıtlığı üzerinden Mısır’ı yanına çekiyor.
- Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır’a para aktarıyor, nakit akışı sağlıyor. Mısır’dan isteği ise Türkiye ile görüşmemesi. Yunanistan ile Türkiye karşıtlığında buluşması.
Bu durumun farkında olan Ankara, Mısır ile bir süre önce başlattığı arka kapı diplomasisini sürdürüyor. İki örgütün istihbarat örgütleri üst düzeyde görüşüyor. Peki Mısır’a teklif edilen anlaşma ne?
Kaynaklarım bu teklifi şöyle özetlediler:
“Teklif edilen anlaşma Mısır’a üç Kıbrıs adası büyüklüğünde bir alan yaratıyor. ‘Yani deniz yetki alanları konusunda bizimle anlaşırsan, üç Kıbrıs adası büyüklüğünde bir alanı ekonomine katarsın’ denildi. Açık şekilde Mısır’ın çıkarı Türkiye ile hareket etmektir mesajı verildi.”
Birleşik Arap Emirlikleri’nin parasıyla bu görüşmeleri ve anlaşmayı engellemeye çalışmasına rağmen Mısır ve Türkiye arasındaki arka diplomasisi işliyor.
AYASOFYA’NIN İBADETE AÇILMASI KİTAPLA ANLATILACAK
Sağlık Bakanlığı Bilim Kurulu üyesi Doç. Dr. Afşin Emre Kayıpmaz, “Ülkemizde de aktif vaka ve ağır hasta sayısı artamaya devam ediyor. Bizler de salgının uzun süre daha devam edeceğini düşünerek bireysel önlemleri en üst düzeyde uygulamalıyız” dedi. Peki DSÖ Avrupa Direktörü’nün ekim ve kasım ayları için yaptığı uyarı ne anlama geliyor? Bilim Kurulu üyesine bu soruyu da yönelttim. Kayıpmaz, “Sonbahar-kış ayları diğer solunum yolu enfeksiyonlarının da yükselişe geçtiği bir dönemdir. Ayrıca havaların soğuması insanları daha çok kapalı alanda vakit geçirmeye mecbur bırakır. Kapalı alanlar, eğer kurallara dikkat edilemezse, virüsün yayılımı açısından açık alanlara göre daha tehlikelidir. İyi tarafından bakacak olursak doğru maske kullanımı, fiziki mesafe ve hijyen bizi her sene çok yaygın gördüğümüz üst ve alt solunum yolu enfeksiyonlarından da önemli ölçüde koruyacaktır” yanıtını verdi.
ÜLKE GENELİNDE SIKI TEDBİRLER GÜNDEME GELEBİLİR
Durum iç açıcı değil. Peki bireysel tedbirler yerine neden daha radikal adımlar atılmıyor? Hükümet ya da Bilim Kurulu ne bekliyor? Bilim Kurulu üyesi Kayıpmaz, dünyada ve Avrupa’daki hükümet yöneticilerinin katı önlemlere sıcak bakmadığını belirtti, işin ekonomik ve sosyal boyutu olduğunu söyleyerek şöyle devam etti:
“Biz hekimler olarak işin sağlık boyutunu düşündüğümüz için karantina uygulamasını savunabiliriz.
Ama bütün hükümetler konuyu bütün açılardan ele alarak karar vermek durumunda kalıyor. Bununla birlikte biz bireysel önlemlerde isteksiz davranırsak, tıpkı geçen hafta alınan kararlar gibi ülke genelini kapsayacak daha sıkı tedbirlerin alınması da gündeme gelebilir.”
ANKARA İNİŞE GEÇECEK Mİ?
Salgının ilk döneminde vakaların yarıdan fazlası İstanbul’daydı. Şimdi batı, orta ve güneydoğu Anadolu’da vakalar yoğun. Peki Ankara’da vaka sayısı ne zaman ve nasıl azalır? Afşin Emre Kayıpmaz’ın bu soruya yanıtı şöyle oldu:
“Ne yazık ki aylardır söylediğimiz tedbirlere uyumdaki gevşeklik ve umursamazlık bizi şu anda içinde bulunduğumuz kırmızı haritayla karşı karşıya bıraktı. Maskesiz, mesafesiz, sınırsız sosyalleşmemiz umursamazca devam ettiği sürece, biz ne yaparsak yapalım, işimizin çok zor olduğu kesindir. İnsanlarımız da artık salgının yönetimine katkıda bulunmalıdır. İnsanlarımız sağlık çalışanlarımızla işbirliği içinde olduğu, tedbirlere harfiyen uyduğu sürece, il genelinde alınan tedbirlerin de etkisiyle önümüzdeki haftalarda düşüşe geçecektir diye umuyorum. Bununla birlikte umursamaz sosyalleşmemiz devam ederse, düşüşe geçmek için daha çok beklememiz gerekir.”