Gülse Birsel

Referandum döneminin bitişi bayramı kutlu olsun!

16 Nisan 2017
Sonuç ne, şu an bilmiyoruz ama her şekilde bu yazının çıktığı günün akşamı referandum harala gürelesi bitmiş olacak. Oyunuz ne olursa olsun, referandumu atlatmış olmanın sayısız güzelliği var. Aşağıda sıraladım.

Bir haftadır Kore-Amerika gerginliği, Çin’den “Her an savaş çıkabilir” uyarısı, İsrail Suriye’ye müdahale etti mi gibi dünyanın konuştuğu gelişmelerle birlikte, hava durumu, ekonomi vs’yi merak ettiğim için arada açıp haber kanallarına bakıyorum. Ama ne zaman açsam ya Başbakan ya Cumhurbaşkanı’nın mitinginden canlı yayın var. Bir hafta-on gündür haber spikeri olmak vardı, zira büyük kebap yaptılar! 20 haber kanalının 20’si de miting yayını yaptığı için,  merak ettiğim Kuzey Kore nükleer silah işini filan internetten takip etmeye çalıştım. Bir noktada Başbakan ve Cumhurbaşkanı miting arasında saat başı iki dakika dünyadan haber manşetlerini, dolar kurunu, hava durumunu filan vatandaşa özet geçip tekrar konuşmalarına devam etseler ne iyi olur diye düşündüm. Referandum bittiğine göre artık kanallar normal akışa dönecek, dünyadan ve Türkiye’den haberler alınabilecek.

Sonuçta 18 dakikada okunabilecek 18 maddenin aylardır kavga ede ede tartışılmasından ve yarısı “Kim daha çok konuştu” kavgasından oluşan programlar sona erecek. Umuyorum, nöroloji, psikoloji, ekonomi, hak ve özgürlükler, kültür, eğitim, çevre gibi gerçekten önemli konuları ele alan, işe yarayabilecek sonuçlara varan tartışmalar yayımlanabilecek. Çok mu hayalciyim? Ama tek hayalci ben değilim! Vaay, nasılım? İşte bunlar hep ilkbahar.

“Hayırlı uğurlu olsun”, “Herşey de bir hayır var”, “Hayırlısı neyse o olsun” gibi günde bin beş yüz kere dilin ucuna gelen kalıplar, siyasi mesaj veriyor gibi görünme endişesi olmadan, doya doya, bol keseden, başımıza bir şey gelecek endişesi olmadan rahat rahat yazılıp söylenebilecek.

Artık baharın tadını çıkaranlar gönüllerince paylaşabilecekler. Evet’çi veya Hayır’cı damgası yemeden, ağız tadıyla “Bahar geliyor, güneşli günler başlıyor, tabiat uyanıyor” filan gibi sosyal medya kelebeklikleri yapılabilecek. Ben yapmam, yapanı da sevmem, o ayrı. Ben evde kapanmış yazarken park fotoğrafı, plaj fotoğrafı göndermeyin abi! Instagram da beni çok ezik hissettiriyor zaten, hiç bakasım yok bu ara. Herkes ne geziyor yav.

“16 Nisan’a bir bakalım da karar verelim” bahanesiyle gereksizce ertelenen, savuşturulan, savsaklanan tüm karar, iş güç, proje ve angaryaların halledilme, çözülme, yapılıp bitirilme ihtimali kaçınılmaz olarak yükselecek!

16 Nisan’dan sonra dolar uçacak mı kaçacak mı, dibe mi vuracak, ne çılgınlık yapacak diye tahmin yapanlar acık susacak. Dolar nasıl acayip hareketler yapacak veya yapmayacak görülecek, ve bu konu kapanacak, doların afrası tafrası bitecek.

Sümerbank’ın zamanında ürettiği çizgili pazen pijamalar, yani Gaffur pijamaları dünyada moda. Aynısının sateni top modellerin üzerinde. Bu pijamaların altına da “Baba artık şunları giyme yav, sana Birkenstock alayım, çok rahat”ı yıllardır aşağıdan duyup sinsi sinsi bekleyen, şu an altın devrini yaşayan deri baba terlikleri giyiliyor. Moda bu noktaya nasıl geldi abi? Çizgili pijamanın altına deri baba terliği nasıl moda oldu? İspanyol paça pantolonların, mini elbiselerin, güzelim topuklu ayakkabıların suyu mu çıktıydı? Bu kimin kadınları sabotajı? Böyle şeyler konuşalım istiyorum ben. Dertsiz gibi, modern gibi, çağdaş gibi yapalım, AB’ye 20 sene önce girmiş gibi oturup gevrek gevrek bunlara gülelim istiyorum. Belki bu günü kazasız belasız atlatırsak bir süre o kafaya girilebilecek. Kim bilir...

Hava güzel. Piknik olur, konser olur, arkadaş grubu olur, dans grubu olur, festival olur, sergi olur, gençlerin bir araya geleceği etkinliklerde polisin “Yoksa hayır broşürü mü dağıtılıyor, aman diyeyim” tedirginliği bitecek. Polisimiz huzura erecek. Peki bundan sonra gençlerimiz neler yaşayacak? Aha bak o konuda kimseye garanti vermiş olmayayım! Gençler! Bana güvenip  etkinlikti bilmem neydi orada burada zırt pırt toplanmayın, bak herkes kendini kurtarır olan sana olur çocuğum!

Yazının Devamını Oku

O fotoğrafa dudak bükülmesinin sebebi...

12 Nisan 2017
BİRKAÇ gün önce çok tatlı bir fotoğraf dikkatimi çekti.

İki adamı sırtlarından görüyoruz. Birinin üzerinde “Hayır” kampanyasının yeleği var, diğerinde “Evet” kampanyasının. ‘Hayır’cı, ‘Evet’çinin omzuna kolunu atmış, karşıt görüşlerde, üstelik de propaganda görevlisi iki vatandaş, yan yana, sarılmış duruyorlar.

Bu fotoğrafı çok sıcak bulup tweet attım. Altına da “İsteyen istediği kadar bağırsın çağırsın. Bizim gerçek hikâyemiz budur” yazdım. Gerçekten de öyle düşünüyorum.

Sonrasında fotoğrafın altına yazılanlar beni şaşırttı ve üzdü.

50-60 kişi yorum yapmış. Twitter belirleyici değil elbette, 50 kişi de bir şey ifade etmez ama, önceki dönemlerle karşılaştırdığımda, net bir görüş farkı var.

Yazının Devamını Oku

3. Dünya Savaşı çıkarsa gerçekten kalbinizi kırarım!

9 Nisan 2017
Hayatım bir uygulamalı siyaset tarihi dersi gibi. Şu yaşımda 3-4 darbe, pek çok askeri harekât, dev ekonomik krizler, onlarca terör saldırısı, tarihi protestolar, büyük göçler gördüm. Bir de 3. Dünya Savaşı çıkarsa vallahi burnunuzdan getiririm ha!

Ben doğduktan 24 saat sonra asker hükümete muhtıra verdi!

Tarih 12 Mart’tı. Muhtırada benimle ilgili bir konu yoktu. “Müthiş bir bebek doğdu, bunu hakkıyla okutmak için eğitim sistemini derhal düzeltin, çiçek gibi yetiştireceksiniz bu harika çocuğu, yoksa fena olur!” tarzında bir ifadeye rastlanmıyordu. “Bu ne ki 3 kilo 250 gramlık bebek, sen gelecek yıllarda daha neleer göreceksin ühüü” tarzında bir uyarı olduğunu düşünüyorum bazen. Ama muhtemelen bu kadar kişisel almamam lazım.

Hatırladığım ilk anım Kıbrıs Barış Harekâtı. Kaderin bir cilvesi olarak o gece abimin voleybol milli takımıyla yurtdışında bir maçtan dönüşüne tekabül ediyordu ve aile çok korkuyordu. Gündüz balkondaki ışıkların siyah kâğıtlarla sarıldığını, gece karanlıkta salonda oturduğumuzu, sonra abimin gelişini hatırlıyorum. “Hatırlayamazsın, bebektin” diyorlar ama, korku içeren anılar iz bırakıyor sanırım.

1970’lerin sonları Türkiye’de sokaklarda milletin birbirini taradığı anarşi yıllarıydı. Ben o yaşta bu sebepten olduğunu bilmiyordum ama dünyada Soğuk Savaş zirve dönemini yaşıyordu! İlkokula “Sağcı mısın solcu mu diyen olursa sakın cevap verme” öğütleriyle yollandığımız seneler!

1980’de bir sabah kalktım, “okul yok” dediler. Yine darbe olmuş abicim! Gece 24.00’ten sonra sokakta olmak yasaktı. Misafirlikten koşa koşa dönülen zamanları da yaşamak kısmetmiş! Hayatımın önemli bir bölümü olağanüstü haller içinde geçti diyebilirim demek!

Bak hakkını vereyim, 1990’lar fena değildi. Ama yine 28 Şubat filan, siyasi dramatik dönemler eksik olmadı. Ardından çok sağlam siyasi-ekonomik krizler de tattık. Zira bahtsızdım ve elbette tam çalışıp para kazanma yaşına gelmişken, şirketler maaş ödeyememeye başlayacaktı! Nefis zamanlamaydı. Son 5-6 seneyi, hele son birkaç yıldaki terörü, şunu bunu anlatmama bilmem gerek var mı?

15 Temmuz’da, tam “Atatürk Havalimanı da terör gördü, artık daha kötü ne yaşayabiliriz” diyorduk ki, hayatımın 3., belki 4. darbesini gördüm. Sayı bakış açısına göre değişiyor, ama 15 Temmuz’un tartışılacak bir tarafı yoktu, şimdiye kadarkilerin en korkuncuydu.

Kış gelince terör olayları serisindeki bombalardan biri benim evin 10 metre ilerisinde patladı.

Yazının Devamını Oku

Bir zamanlar dünyanın en rafine memleketinde...

5 Nisan 2017
TRT, arşivinin bir bölümünü internete yükledi. Açın izleyin.

Özellikle 70’lerden 90’ların sonuna kadar devlet televizyonu kalitesi açısından (bu dönemlerde köprü, yol vs. için çok söylendiği gibi) BBC’nin bizi fena halde kıskanacağı bir durum var.

Ferhan Şensoy’un komedi dizileri yayınlanıyor... Doğan Hızlan Cemal Süreya’yla söyleşi yapıyor... Oğuz Aral, Aziz Nesin, Uğur Yücel “Mizah Yolcuları” programında muhabbet ediyor... Cemal Reşit Rey, Ankara radyosunun açılışını anlatıyor... Gencecik bir Zülfü Livaneli sazıyla Leylim Ley’i söylüyor.

Özellikle 70’ler, TRT’nin TRT olduğu yıllar.

O yılların yayınlarında dikkatimi çeken, şu an bize sürreel gelecek bir vaziyet: Herkes o kadar düzgün bir Türkçe konuşuyor ki! Derli toplu, başı sonu olan cümleler, zengin kelime dağarcığı, net ifadeler. Ve daha önemlisi, bu harika Türkçeye eşlik eden müthiş bir kültür, kibarlık ve tevazu.

Yahu sanatçıları, sunucuları bırakın, Uğur Dündar’ın suçlularla röportaj yaptığı bir seri var, açın seyredin. Uyuşturucu satıcıları, başka suçlardan yakalanmış tipler. Nasıl suç işlediklerini, bu ağa nasıl düştüklerini, suç örgütlerinin nasıl çalıştığını anlatırkenki tavırları, kibarlıkları, Türkçeyi doğru kullanmak için gösterdikleri özenle şu an haber kanallarında seyrettiğimiz bazı akademisyenleri sulu götürür susuz getirirler!

TRT arşivine bakınca 1970’lerin Türkiye’si ütopik bir yer, adeta bir kültür vahası, dünyanın en rafine ülkesi gibi!

Ha çok problem de vardı o yıllarda, biliyorum. Ama belli ki eğitim ve kültür politikaları açısından, o döneme bakıp çok ders çıkarılmalı.

Bir de popüler kültürdeki örnekleme açısından o yılları görmek çok ama çok önemli. Zira köylüsü kentlisi, çoluk çocuk, tek kanal olan TRT’yi izliyor ve ekranda gördüğü insanlar kültürlü, bilgili, saygılı. Yani “Önemli biri” olmak istiyorsan, bunlar şart gibi görünüyor.

Yazının Devamını Oku

Gülmek, ölmenin tam tersi midir?

2 Nisan 2017
Bu muhteşem adamlar ve kadınlar yıllarca komediyle bizi birbirimize anlatıp, gıyabımızda özürler dilediler, helallikler aldılar. Bir toplumun tutkalı birlikte gülebilmektir. Bir kere onu başardılar, nasıl hakkımızı helal etmeyelim ki?

Erol Günaydın, Halit Akçatepe, Zihni Göktay, üç müthiş adam. Osmanlı kostümleriyle, yan yana oturmuşlar mahalle meydanında.

Ben sadece önlerinden telaşla geçiyorum. Onlar da mahallelinin dedikodusunu yapıyorlar.

8 yıl önce, ‘7 Kocalı Hürmüz’ filminin çekimleri.

Halit Akçatepe’yle ilk ve maalesef son karşılaşmam. Sadece sahneye girerken elini sıkıp, sevgi saygılarımı bildiriyorum, “Kolay gelsin” diyorum.  Halbuki o bilmiyor ki, hayatım onunla geçmiş.

Onunla, Tarık Akan’la, Kemal Sunal, Adile Naşit, Ayşen Gruda, Şener Şen, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Münir Özkul’la...

Hayatımda gittiğim ilk film, gittiğim günü pek hatırlamasam da ‘Hababam Sınıfı’.

Gittiğim ilk oyun

Yazının Devamını Oku

Çok güzel hareketler bunlar

29 Mart 2017
BUGÜN interneti açtım ve uzun zamandır gelecekle ilgili bir gıdım ümitlenmeme yol açan tek haberi gördüm.

Cumhurbaşkanı Sarıyer’de ‘Hayır’ kampanyası yapan bir çadırı ziyaret etmiş. Su ikram etmişler, sohbet edilmiş filan. Aha bak buradan böyle devam edilirse evet çıkabilir!

Gezi zamanı da yazmıştım. O zaman başbakan olan Sayın Erdoğan, Gezi’nin 3. günü filan gidip parkı ziyaret edip gençlerle, sanatçılarla konuşup “Madem bu konuda bu kadar hassassınız, biz de bu parkı daha da yeşillendirelim, inşaat projesinden vazgeçelim” deseydi, Gezi 3 günlük bir çevre protestosu olarak biterdi.

Sonraki günlerde de siyaset bu bakış açısıyla sürdürülseydi hayatımız bambaşka olurdu. Cumhurbaşkanı böyle bir iletişim sürdürürse... 

Yani, “Hayır” çadırını ziyaret etmek, sadece kendi seçmeniyle değil tüm vatandaşlarla yakınlık kurmak, tüm medyayla diyaloğa girmek, tüm sivil toplum kuruluşlarına eşit mesafede olmak, muhalif, solcu, ulusalcı, her neyse, tüm kesimlerin derdini anlamak, tüm şikâyetçilerle, endişelilerle empati kurmak gibi bir tavır ortaya koyarsa...

Yazının Devamını Oku

Eyyy Batı! Senin komplolarını yemedim, ver mehteriii!

26 Mart 2017
10 gün gezdim geldim, nasıl özlemişsiniz değil mi? Her ne kadar yeni oyunları görüp doğum günümü kutlamak amacıyla çıkılmış bir keyfi seyahat gibi görünse de, esasında Batı’ya haddini bildirme hedefli bir geziydi, buradan gururla açıklıyorum!

Yapılan tüm haksızlık, saldırı ve komplolara karşı, New York’ta dimdik durmayı başardım ve onlara derslerini verdim!  

Psikolojik savaş ve yıpratma çabaları Amerika’ya girmeden başlıyor sevgili vatandaşlarım. Dakika bir, güvenlikten geçerken ayakkabılarını çıkarttırıyorlar insana. Sonuçta Türküm, Müslümanım ve toplumda tanınan, kanaat önderi denebilecek bir kişiyim. En azından kanaatkar bir kişiyim, o da birşey. Ayrıca şu an elimde biri film, biri dizi olmak üzere iki devvv proje var. Hedef çok açık abicim. Beni çorapla taşta yürütüp sistit yapmak! Veya çorabım çirkinse, imajıma zarar vermek. Yemezler! Siyah üzerine kırmızı kiraz desenli tüylü çoraplarımla vakur biçimde yürüyüp ülkemi en iyi şekilde temsil ettim.

Çantada cımbız, parfüm filan herşey yasak. Koskoca Gülse Birsel cımbızla pilotun bıyıklarını yolup etkisiz hale mi getirecek? Parfüm alıp tüm şişesini etrafa boşaltıp, herkesi migren ağrısından ağlatıp uçağa zorunlu iniş mi yaptırtacak? 

Neden çok bariz abicim. Başarımı, son yıllardaki şöhretimi çekemiyorlar. 

***

İndik New York’a. Pasaport kontrolündeyiz. Bir görevli gelip bana bakarak seslendi. “İngilizce ve Fransızca bilen var mı” diye. Bak bak, aklı sıra “Yok kardeş, neredee” dedirtecek, başımı öne eğdirecek. Memleketimin okullarında Allah’ıma bin şükür ikisini de öğrettiler. Atıldım öne, “Varr” dedim “Kara Murat benim!” vurgusuyla. Aldılar beni Afrikalı bir kadıncağızın yanına, karşımda pasaport polisi. Polis Amerikalı, kadıncağız da sadece Fransızca biliyor. Ben de aralarında tercümanlık yapıyorum. Diyorum “Bacım, yanında yiyecek içecek var mı, kaç dolar aldın, akrabalarının yanında mı kalacaksın, sebebi ziyaretin ne” filan. Afrikalı kadıncağız gözümün içine bakıyor, sempatik sempatik “Benden zarar gelmez Amerika’ya, yeminlen” ifadesi ve en tatlı sesiyle cevap veriyor, ben tercüme ediyorum. Atalarımız Osmanlı abi. Oralar eskiden hep bizimdi. Bir nevi eski vatandaşıma yardımcı oluyorum, Amerika’da sahipsiz bırakmıyorum. Sonuçta bütün mazlum milletlerin gözü bizde. Ve gerçekten bütün mazlum milletlerin gözü bende o esnada. Zira Avrupa Birliği dışındakiler sırasındayız ve pasaport kuyruğundaki mazlumların hepsi, bir Türk, bir Afrikalı ve bir Amerikalı polis arasındaki bu garip sohbeti seyrediyor. Bak yanlış anlama, orta seviyede Fransızcamla  o kadar emek verdim, Afrikalı kadın geçti, insan pasaportumdaki vizeye şöyle usulen bakıp, “Siz geçin Fransızca bile bilen, dakikalarca bize yardımcı olan aşırı derecede minnettar kaldığımız muhteşem Türk” filan der di mi? Yook. “Siz tekrar sıraya” yapmasın mı? Sıra bana gelince parmak izime kadar ince ince kontrol etmesin mi? Yav demin muhtaç değil miydin sen bana nankör?

Sebep gayet net abicim. Eziklik. Kültürümü, köklü irfanımı kıskanmaları. 

Yazının Devamını Oku

Oscar töreninde kimin yerinde olmak istemezdim?

5 Mart 2017
Ödül töreni yapamama konusunda bir marka olmamıza rağmen Oscar’daki dev skandalı biz beceremezdik. Sebebi yazının sonunda gizli!

En önemli ödül senindir ama oturacak yer ayrılmamıştır, arkada ayakta bekleyip adın söylenince sahneye depar atarak gidersin... Ödül alacaklar gelmez, yoklama gibi 50 kere isimleri okunur, kimse ses etmez... Akış değişir, düzen karışır, teşekkürler aksar, konuşmalar sarkar, en havalı ödül töreni bile elimizde patlar...

Ödül sahibinin sahnede düştüğünü, sunucunun mikrofonunun açık olduğunu unutup rejiyi sahneden azarladığını, sarka sarka sabah ikide biten törenleri, ödül alan dizi ekibi teşekkür edemeden, onları kulise yönlendiren tecrübesiz sahne hosteslerini, kazanamayan ekiplerin bağırıp çağırarak salondan çıktığını, ohoo bu gözler yıllardır neler gördü... 

Ama Oscar’da bu yıl olan gibi büyük skandal da Allah için görmediydik! Bu kadarını biz bile beceremezdik!

Sabaha karşı töreni canlı seyretme sevdasıyla TV karşısında sızmak üzereyken “Yok yanlışlık olmuş” vaziyeti ortaya çıkınca, ‘Pulp Fiction’da göğsüne adrenalin iğnesi saplanan Uma Thurman gibi ayılmışım! Sanatçı empati yapıyor anacım. Her şeyi bıraktım, o esnada orada kimlerin yerinde olmak istemezdim diye kendime rol beğendim:

- Faye Dunaway: En iyi filmi anons etmek için sahneye Warren Beatty ile beraber çıktılar. Faye, Göksel Kortay’ın eski okul arkadaşıdır. 20’lerinde pek sosyal, hareketli, biraz da hoppa bir genç kızmış, particiymiş. O popüler günler, ardından şöhretli yıllar, ‘Chinatown’ gibi müthiş filmlerden uzun zaman sonra, milyonlarca insanın karşısında tek repliğin ‘La La land’ olacak, o da yanlış olacak! “Kadın ne yapsın” diyeceksiniz... Yav Warren bir terslik olduğunu hissetti; bir zarfa, bir Faye’e bakıp durdu aslında ama Faye mesajı hiç almadı. “Emma Stone - La La Land” yazan kâğıda bakıp “La La Laaaand” diye patlattı!

- Warren Beatty: Botoks’u filan yerindeydi törende. Demek hâlâ bir iddiası var. Onun için bu işe en çok o bozulmuştur. Zaten “Ben bir karta baktım, bir Faye’e, bir de size baktım; espri olsun diye yapmadım” diye uzun uzun anlattı, yazık... Rivayete göre Oscar zarfları ve içlerindeki bilginin gizliliğinden sorumlu olan şirketin yöneticisi kuliste Emma Stone’la selfie çektirirken, en iyi film zarfı yerine en iyi aktris zarfının yedeğini veriyor görevliye. Warren’ın suçu ne?

- La La Land’in yapımcısı Jordan Horowitz: Onun yerinde olmak da istemezdim. Çıkmışsın ödülü almışsın, herkese sarılmışsın... Ve fakat baam: “Yanlışlık oldu!” Şahsen vermezdim ödülü. Sıkıysa gelin alın derdim! “Dava açarız” derdim. Esasen bu vaziyet Türkiye’de olsa, o duygusal patlamanın etkisiyle iki film ekibi ve organizasyon arasında yumruklu tekmeli kavga çıkardı!

Jordan kimseyi dövmedi, içindeki isyanı Warren’ın elinden kartı sertçe kapıp, gösterip, ödülü kaldırıp “Moonlight’a bunu vermekten onur duyarım” diye gergin gergin bağırarak aktardı! O esnada dirseği arkada duran Warren’ın ağzındaydı! Warren bir şey demedi.

Yazının Devamını Oku