Onun için yazının bu bölümünü gündem dışı, daha kişisel konulara ayırmamı anlayışla karşılayacağınızı umuyorum.
Geçtiğimiz hafta hayatımın en ilginç, en zor haftalarından biriydi. Taşındım, evde yangın çıktı, bir arkadaşımı kaybettim... Öte yandan arkadaşımı toprağa verdiğimiz gün, üniversitemde mezuniyet töreni konuşmasını yaptım. Fazla uzatıp detaylara girmeden, geçen haftanın hayat hakkında bana öğrettiklerini listelemek isterim:
- Evimin üst katı büyük bir tadilata girdi. Tamamen yıkılıyor. 80’li yıllardaki apartmanların ses yalıtımı malum. Dolayısıyla sanki üst daire değil bütün apartman yıkılıyor! Şehirde çalışarak geçireceğim, İstanbul’a yoklama vereceğim ender yazlardan biri. Mecburen geçici olarak eşyalı başka bir eve taşındık. Öğrendiğim:
1) İstanbul’da tadilat gürültüsü için saat, gün, işin süresi vs çok kesin kurallar olmalı.
2) Taşınma hakikaten insan için stres faktörleri listesinde ilk sıralarda!
- Yeni taşındığım evde yangın çıktı! Bildiğimiz yangın, evet. İtfaiyeli filan. Mutfağın yarısı kül oldu. Öğrendiklerim:
1) Aspiratör bir saatli bombaymış! 6-7 yılda bir değiştirilmesi gereken en tehlikeli ev aletiymiş. Eski aspiratörler, biriken yağların da etkisiyle, patlayan bir ampul veya tek bir kıvılcımla, çıra gibi yanıyor ve etrafında ahşap ne varsa tutuşturuyor. 5 dakika içinde dev bir yangınınız oluyormuş.
2) Her evde düzenli kontrol edilen yangın söndürücüler ve yangın alarmı bulunmalı, hatta bu kanun haline getirilmeli.
Benim babam gayet lafını dinleten, disiplinli, hatta arkadaşlarım arasında kurallarıyla nam salmış bir babaydı, hâlâ da öyledir. İki gün önce nezle olup sesimin kısılmasından ötürü telefonda kendisinden fırça yemiş biriyim misal!
Ama benim bahsedeceğim özellikler bunun ötesinde. “Şiddete meyilli olmayan erkek çocuklarını eğitimli anneler yetiştirir” tarzı sohbetler var ya son yıllarda. Ki doğru. Bence birey olan, dünyaya bir milim katkı yapmayı deneyecek kişilikli kadınları da benimki gibi şahane babalar yetiştirecek!
İlkokul seçerken “Özel okul olmasın, eve en yakın devlet okulu olsun, gerçek dünya nasılsa onu bu yaştan görsün, steril ortamda kalmasın” kararını veren babamdı. O kalabalık sınıflı, teneffüslerde oyun olarak kıran kırana kavga edilen okulda, kendimi savunmam için en baba dövüş figürlerini gösteren de!
Gerçek hayata bir an önce dalmalı, ama başıma geleceklere de hazırlıklı olmalıydım!
***
Beni, etrafta ‘üstün zekâlı’ olduğumu iddia edecek kadar müthiş bulan, ama aşı yaptırıp kolum ağrıyınca ağladığımda, bu nazeninliği ‘sersem tavukluk’ başlığı altında değerlendirip hiç kale almayan da!
‘Erkek arkadaş’ kavramına sıcak bakmayan, diğer yandan üniversiteyi bitirip, yüksek lisans yapıp çalışmaya başlamadan evlenmeme daha da karşı olan, gelenek-modernite arası yaman çelişkilerin adamıdır benim babam!
20’sinde akşam yemeğini dışarıda arkadaşlarla yemek için dil döktüğüm, ama ertesi gün çalıştığım dergiden sabah dörtte çıkıp arabamla eve geldiğimde gurur ve merakla bekleyen adamdır benim babam.
Geçen gün de Gülay Hanım’ın eski rektör yardımcısı, şimdiki Boğaziçi Üniversitesi rektörü Mehmed Özkan Hoca’yla okulda buluştum.
Bizim orta kantinin (entel kantin de denirdi eskiden) önünde, eğik iki yaşlı ağaç vardır. Geçtiğimiz kış o yoğun karda, bir gün köklerinden çıkıp devrilmişler. Uzmanlar gelip bakmış, “Tekrar dikip, destekleyip, diriltmeye çalışsanız bile yaşamaları yüzde on ihtimal” demiş. Normal şartlarda ülkede, ister üniversite ister başka yer, o ağaçların kereste yapılıp en iyi ihtimalle yerlerine yeni fidan dikilmesini bekleriz değil mi? Hatta hazır ağaçlar gitmişken oraya özel sektörün işleteceği, kâr getiren tatlişko beton bir kahve kiosku filan?!
Mehmed Hoca ise olayı kişiselleştirmiş! O ağaçların kaç yıldır orada durduğunu, artık okulun bir parçası haline geldiklerini söyleyerek, Japonya’da gördüğü, ağaç gövdesini ahşap kafes içine alarak yaşatma tekniğinin uygulanmasını istemiş. Ancak bizim ağaçların boyutundan dolayı, onları ancak demir bir kafesin tutacağı ortaya çıkmış. Sonuç olarak şu çözüm bulunmuş: Tamamen ümit kesilen ve bebek yolundan kampusa devrilen bir ağacın parçalarından, bizim ağaçlara yer yer destekler yapılmış. Ve o bizim öğrenciliğimizde de eğik duran ağaçlar, hayata dönmüş. Üstelik gelip gidenlerden bu görüntüyü bir enstalasyon sananlar bile varmış.
Bu kadar şeyi niye anlattım.
1) Maçka’daki Teknik Üniversite’nin kafe yapılacak diye duman edilmiş bahçesine, kökleri ortaya çıkmış ve molozlar içinde bırakılmış zavallı ağaçlarına üzülen olur, belki yönetime bir fikir verir...
2) Bir de memlekette haşt huşt ağaç kesilirken, üniversitelerin çoğu çimento dağı iken, bu konunun bu kadar ince düşünülmesini yazmak çok zevkli olduğu için.
Öte yandan Boğaziçi aynı Boğaziçi. Bir yanda iftar açanlar, diğer yanda güneşlenenler, hemen ileride yoga yapanlar... Hepsi birbirinin ahbabı, arkadaşı.
Bazen niye Amerikan sinemasının bazı janrları bizde yapılamaz filan diye tartışılır. Alttaki haberi görünce o aklıma geldi.
İzmir’de bir kadın kocasının aşırı şiddeti nedeniyle polise sığınıyor. Polis kadın ve çocukları sığınma evine yerleştirip, adres gizleme kararı alırken, mahkeme çifti boşuyor. Dayakçı adama da elektronik kelepçe takılıyor. Eski eşine 600 metreden fazla yaklaşmasın diye. Buraya kadar, polisin de hakimin de ellerine sağlık, sahalarda görmek istediğimiz güzel hareketler.
Ama adama gelirsek... Artık bir ders al, bir kendine gel değil mi?
Amerikan filminde suçlular elektronik kelepçeden niye kurtulmak ister? Ya büyük bir soygun yapacaktır, ya Meksika’ya kaçacaktır, ya gizli bir yere sakladığı 1 milyon doları alıp gelecektir değil mi?
Bizimki elektronik kelepçeyi şarja takmayıp, uğraşa didine izini kaybettiriyor ve nerede yakalanıyor dersiniz? Eski karısının adresini öğrenmeye çalıştığı akrabaların evinde.
Yani elektronik kelepçeyi şarja takmayıp, izini kaybettirmekteki amacı, karısını bulup bir daha dövmek! Adamın nihai hedefi, hayat amacı bu! İlla karısını dövecek! E tabii bizim sinemamızda macera-polisiye yürümez, komedi ve kara komedi yürür.
Dün Hürriyet’in birinci sayfasındaki bir başka kadınlara dair haber de şuydu: Özgecan cinayetinden etkilenen bir kadın mühendis, panik anında kayıtlı 5 kişiye konum ve yardım çağrısı gönderen özel bir yüzük geliştirmiş!
Mühendis bu bak, dikkatini çekerim. Bilgisayar mühendisi. Öncesinde görme engelliler için eğitici oyunlar, mobil uygulamalar tasarlamış. Ama bu ülkede kadının konumu da karşılaştığı zorluklar, tehlikeler, maruz kaldığı eşitliğe aykırı davranışlar açısından bir nevi engelli gibi olduğundan, bu yüzük de benzer bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmış besbelli. Türkiye’de yaşayan bir erkek olsam, teknolojinin kadının şiddet ve tacize uğramasını önlemek için mecburen kullanıldığı bu iki örnekten fena halde utanırdım.
Yahu artık sokaktaki çocuk biliyor: Zeytin ölmeyen ağaç. Dediğim gibi, sen, ben yaşlanıyoruz, ağaç 2000 yaşında hâlâ meyve veriyor, seni hayatta tutuyor. Sadece çevre konusu değil bu. Ekonomik açıdan da iddialı olmaya uğraştığımız bir alan. 2020’de zeytin üreticiliğinde dünya ikincisi olma hedefimiz vardı bir ara, ne oldu o?
Şu an dünyanın medeni ülkeleri gelecekte görülen kıtlık tehlikesi için harıl harıl zeytin dikip duruyor!
Biz ne yapıyoruz? Ay tabii ki zeytin ağaçlarını nasıl azaltsak diye çabalıyoruz!
Onların yerine madencilikti, inşaattı, oksijenimizi, doğal kaynaklarımızı hıttır hıttır yiyen bu sektörleri pompalayacak kanuni açıkları nasıl yaratsak diye uğraşıyoruz.. Türkiye’de mizahçı olmak fevkalade ama mizahı bize bırakırlarsa!
Yasa tasarısına göre zeytin ağacı kesmenin cezası 4000 lira. Müteahhit açısından misal 10 ağaç kesmenin bedeli 40 bin TL. Oraya yapacağı en kıytırık binadan elde edeceği kar 400 bin dolar. E şimdi müteahhit de insan anacım, ne yapsın?
Öte yandan Tarkan zeytinliklerin yok edilmesinin önünü açan tasarıya karşı çıktı. Zeytinliği filan da yokmuş sanırım inanır mısın? E Tarkan da insan işte. Biraz daha çok insan hatta galiba!
Sayın bakanımız Tarkan’a “O şarkılarını söylesin” diyor filan da, zeytin ağacı çevre açısından özel bir konumda. Dünyanın geleceği. E sayın bakanım şimdi siyaset bizlerin geleceğini korumak, iyi hayat hakkımızı savunmak sorumluluğunu üstlenmişken öyle yapmazsa, haliyle iş müzisyene, mizahçıya düşüyor. O bakımdan.
Yoksa biz de isteriz sadece şarkı söyleyelim, espri yapalım, ooh neşemizi bulalım...
Şimdi şöyle oldu: Yazın film çekeceğiz, pek tatil yapamam, bir Kemer’e gidip 3-5 gün yanıp yüzeyim dedim. Kemer’e yağmur yağdı. Çeşme esiyor diye bilgi geldi. Bodrum’da deniz buz dendi. Dubai’yi canım çekmedi. Yakın yakın Atina’ya gidelim dedik. Yazının yazıldığı şu an Atina’da yağmur yağıyor. Olsun, konu benim bronzlaşma alanındaki bahtsızlığım değil.
Konu Türklerin çok ince ince, çok kıyın kıyın, şaka maka hissettirmeden burayı tekrar fethediyor oluşları!
TÜRK AKINI
Açık konuşmak gerekirse ben fanatik Bodrumcuyumdur. O bakımdan bugüne kadar Yunan adaları işine girmedim. Oysa yıllardır adalarda artık herkesin çat pat Türkçe konuşmaya başladığı, Türk turist akınının turizmden çıkıp bildiğimiz akına dönüştüğü, yaz ayları Türk nüfusun Yunan nüfusu aşmaya başladığı anlatılıyordu. Sonuçta oteller de restoranlar da bizim kıyıların yarı fiyatıydı.
Derken üç-beş sene önce, bu adalarda ve Atina’nın sayfiyelerinde herkesin yazlık almaya giriştiği söylendi. E Bodrum ve Çeşme’de fiyatlar Monaco ayarında olunca, bir de buna Yunanistan’da bir evle ‘Schengen vizesi’ almaktan kurtulma, yani Avrupa’da vizesiz dolaşabilme avantajı eklenince, Türkler durur mu? Buna bir de “Bir ayağımız yurtdışında olsun, başka bir ülkede bir yatırımımız olsun”cu endişelileri ekle.
Son olarak Atina’daki marinayı, Hilton Oteli’ni ve en popüler sayfiye yerlerinden birindeki lüks Astir Palace Oteli’ni Doğuş Grubu’nun aldığı haberleri geldi. Bu esnada Türk inşaatçıların özellikle Atina’da pek çok projeye başladıkları da duyuldu. Taksi şoförleri arada yolda gördüğümüz havalı bir apartmanı, bir yeni inşaatı işaret edip “Bakın burayı Türkler yapıyor” diye anlatıyor!
Dün akşam otelde televizyonu açtım, Yunan Survivor’ı bitmek üzereydi. Programın sonunda ‘Acun Medya’ logosu çıktı! Burada en çok seyredilen programlardan ikisini, yani ‘O Ses Yunanistan’ ve ‘Survivor’ı Acun yapıyor! En çok seyredilen diğer programlar ise Türk dizileri! Gelişigüzel bir kanalı açtığınızda Yunanca altyazılı bir Türk dizisi çıkıyor, sokaklarda ‘Süleiman’ adıyla oynayan ‘Muhteşem Yüzyıl’ın afişleri var! Geçen yıl ‘Türk Film Günleri’ için Burak Özçivit Atina’ya geldiğinde genç kızların ilgisiyle ortalık birbirine girmiş!
Yıllardır aradığımız magazin malzemesini, hatta mükemmel televizyon dizisini bulduk galiba!
İçinde hem politika hem ne yapacağı belli olmayan bir siyasi lider hem afralı tafralı bir manken eş hem eski eşler hem onlardan olan muhtelif güzel ve şık kız ve erkek çocuklarla, yakışıklı ve stratejik güç sahibi damatlar bulunan, muhteşem bir dizi! İstesen bunları bir araya getiremezsin.
Dolayısıyla Donald’ın, Melania’nın, Ivanka’ın, Ivanka’nın eşi Jared’in her yaptığı ilgi çekici. Siyasi bir drama, çoğu zaman bir pembe dizi, hatta ara sıra bir sitcom’la buluşuyor!
Bana sorarsanız pembe dizi tarafının en önemli gizemi Melania. Eşine gülümseyip, adam kafasını çevirince dünyanın en zalim ifadesine bürünüverirken kameralara yakalanıyor. Son İsrail gezisinde Donald’ın uzattığı eli tutmayı reddediyor. Bunun, önceki Suudi Arabistan gezisinde kocasının beş metre arkasından yalnız yürümek zorunda bırakılmasının intikamı olduğu söyleniyor.
İstanbul Belediyesi’yle Akıllı Kent Teknolojileri arasında bir işbirliği anlaşması imzalanmış. Okuduğum bu habere göre, İstanbul, artık dünyanın en akıllı şehirlerinden biri olacakmış.
Sonuçta bir komedyenim. Haberde bol miktarda ‘faz, vizyon, misyon, strateji, yolculuk, çözüm, ekosistem’ filan gibi laflar geçiyor ama şahsen net olarak ne olacağını çözemedim.
İstanbul’u akıllı hale getirmek bence mümkün değil çünkü bu şehir artık bildiğin zırdelidir.
-- Bu şehir yüzyıllardır bir liman şehridir. Ama lodosuydu, toplu taşıma yetersizliğiydi, tankeriydi, bilmem nesiydi derken, çok az insan denizyoluyla seyahat eder. İstanbul’un potansiyeli heba edilmiştir.
-- Dünyanın en müthiş mimarlarının gelip geçtiği bir kenttir, ama yeryüzünün en feci yapılarını da bir çirkinlik müzesi olarak bünyesinde barındırır. İstanbul’un ağzı burnu dağıtılmıştır.
-- Kıtanın en eski şehirlerinden biridir ama tarihi ne varsa mümkün olduğu kadar çabuk yıkılıp yenisi yapılsın diye heves edilir. İstanbul’un hafızası defalarca zorla silinmiştir.