Zira ben Homo sapiens türünün herhangi bir üyesinin yaşayabileceği bütün saçmasapan tecrübeleri sizin için yaşayıp burada anlatıyorum zaten!
Şimdi efendim, kulağın arkasından boynun önüne doğru uzanan bir kas var. Adı sternocleidmastoid kası. Adı kadar enteresan bir kas. Fazla gerilip spazm yaptığında sinüzitten baş ağrısına, boğaz ağrısından göz sulanmasına, baş dönmesinden yorgunluğa pek çok belirtiye yol açan huysuz bir tip. Hatta bu kasın gerginliğinin yol açtığı bazı belirtiler migrenle, soğuk algınlığıyla karıştırılırmış.
Geçtiğimiz günlerde uzayan gripten mütevellit, günlerce sinirlene sinirlene öksürmenin hediyesi olarak, genelde zaten fena halde gergin olan bu kasımı iyice gerip, bir nevi kemik haline getirmişim! Anatomiye yaptığım bu katkı dolayısıyla kendimi kutlarım! Bir yandan filmimin senaryosunu yazar, diğer yandan gelecek sezon yayına girmesini planladığımız dizinin hazırlıklarını yapar ve öte yandan gazete yazılarımı yetiştirirken, son günlerde bilgisayar başında sağ elimde mouse’la harcadığım vakti de tahmin edersiniz. O pozisyon da bu kası gerermiş. (Doktorlar bilgisayar başında az oturun dedi, ben de “He he” dedim, çaktırmayın.) Ve ne yazık ki ülkenin gevşek, neşeli ve güler yüzlü atmosferi de gerginliğimi azaltmaya yetmedi sanıyorum!
Bu yüzden, yani bir karış kas yüzünden, dağ gibi kadın, bu hafta yazısını böyle geçiştiriyor. Affediniz.
Muhteşem bir bağışıklık sistemim var!
Son yıllarda bütün grip virüslerini kapmama ve tecrübe etmeme rağmen, bugüne kadar ateşler içinde yandığım, hastanede yattığım, yataktan kalkamadığım bir vaziyet yaşamadım. 2009 domuz gribi salgınında dahi okuyucular için virüsü özenle test ettim, ama bir haftada evde atlattım.
Diyeceksiniz ki madem bağışıklık sistemin bu kadar müthiş, niye iki de bir grip oluyorsun!
Aha işte ben de ona sinirleniyorum!
Yaz sonundan beri üçüncü gribimi idrak ederken, beni geniz akıntısı, bitkinlik ve öksürükten çok, bu tekrar gıcık etti! Hayır hepsinin de huyu farklı. Sağlık çalışanları ve eczacılar da artık şahıs gibi bahsediyorlar virüslerden: “Geçen ayki en az iki hafta kalıyordu, çok yapışkan bir tipti. Bu seferki pısırık. Beş altı gün sarsıp kaçıp gidiyor” filan diye.
Hayır, daha taptaze check-up’ımı yaptırmışım. B vitaminine, D vitaminine kadar bakılmış, her şey mis gibi çıkmış. Niye bütün gripler beni kurban seçiyor?
Sorun bende değilmiş. Hayır, sorun sizde de değilmiş. Son birkaç yıldır grip vakalarında büyük patlama olduğunu söylüyor bütün doktorlar. H1N1’ler, H2N3’ler, mecazi anlamda değil, gerçek anlamda havada uçuşuyormuş!
Ben de biliyorum grip aşısı diye bir şey var. Fakat bu konu benim için bir enigma. “Yaptırırsanız iyi olur” diyorlar, sonra da ekliyorlar “Ama tabii grip virüsleri her yıl değişim gösteriyor”. İşletim sistemi gibi kendini “upgrade” ediyor yani! Demek ki aşı olunca, esasında bir önceki yılın virüsüne karşı bağışıklık kazanıyorsun! Böyle garip bir retrospektif durum! “Geçen yıl grip olacak olsaydım, şu an koluma vurulan bu aşıyla acaip iyi korunurdum” gibi bir vaziyet. “Şimdiki param olsaydı da gençken oradan iki dönüm arsa kapatsaydım, bu gün karun olurdum” tarzında bir bakış açısı! Onun için aşıya itibar etmedim.
“Ya sonra? Ne yaparım senden sonra? Acımadan geçer yıllar...” diye gider. Bir yerinde de “Bugünlerin, yarınları var” der şarkıda.
Ki şu ara akıllardan çıkmaması gereken cümledir o!
“Evet!”, “Hayır!” diye herkesin bağırıp durduğu şu günlerde, siyasetten feci sıkılmış, tartışmalara ilgimi kaybetmiş, sadece film seyretmeye karar vermiş biriyim ve çok radikal bir laf edeceğim: Evet veya hayır çıkması beni artık zerre kadar ilgilendirmiyor!
Vallahi ilgilendirmiyor.
St. Barnabas Manastırı:
Barnabas İncil’inin hikâyesini duymuşsunuzdur. İsa’nın dili Aramice kaleme alınmış, yani kimilerine göre en orijinal, en bozulmamış İncil burada bir ağacın altında gömülü olarak bulunuyor. Bir dakika, en baştan başlayayım: MS 45 yılında Aziz Barnabas Hıristiyanlığı yaymak için Kıbrıs’a geliyor bu İncil’le. Ama öldürülüyor. 432 yıl sonra, bir rüya üzerine Barnabas’ın mezarı ve bu İncil bulunuyor. O zamanki Bizans İmparatoru oraya önünde fotoğrafımı gördüğünüz Barnabas Manastırı’nı yaptırıyor. Şimdi tabii bu en orijinal halinde olduğu rivayet edilen İncil’in bizim için en önemli özelliklerinden biri, iddiaya göre ileride Hz. Muhammed’in geleceğini ve son peygamber olacağını da yazıyor olması. Fakat bu İncil yüzyıllardır kayıp. Bazıları Vatikan’da, bazıları Venedik’te diyor.
Salamis Antik Şehri:
Burası MÖ 8. yüzyıldan itibaren önemli bir liman kenti; Salamis. Sütunlarıyla, heykelleriyle, ev kalıntılarıyla, açıkhava tuvaletleriyle, hele ki hâlâ konserlere sahne olan amfitiyatrosuyla çok etkileyici. Sadece burası için bile Kıbrıs’a gidilir.
Daha önce tatmadığınız müthiş bir mutfak:
Hellim peynirini, ceviz macununu, şeftali kebabını biliyorsunuzdur elbette. Onları anlatmayacağım. Kuzey Kıbrıs’a gider gitmez önce bir Kıbrıslı bulup ahbap oluyor, sonra da gerçek Kıbrıs mutfağını tadacağınız adresleri alıyorsunuz. Ben bilhassa yemek saatlerinde Mehmet Yaşin, Refika Birgül ve Sahrap Soysal’la takıldım, aklımla bin yaşayayım, kendimi tebrik ederim! Böylece pilavuna’yı yeme fırsatı buldum. Börek gibi birşey bu, ama içinde özel bir peynir, nane, kuru üzüm ve kişniş tohumu var. Çok acayipti. Sonra lorlu Kıbrıs mantısı diyebileceğimiz pirahu’dan yedik. Kıbrıs’a özel bir ot olan molohiya’nın kuzu etiyle yapılmış sulu yemeğinden tattık. Tavuk suyunda haşlanmış ‘Makarna pulli’ yani tavuklu makarna vardı bir de. Kıbrıs’ın patatesi de bir acaip, bembeyaz ve çok lezzetli, salatası müthiş oluyor. Meğer neler yeniyormuş bu adada arkadaş!
Hayatınızda görmediğiniz sebzeler:
‘Molohiya’ isimli, sulu yemeği yapılan ot, ‘ayrelli’ denen yabani ve pek çıtır kuşkonmaz, patatese benzeyen ama çok daha lezzetli ‘kolakas’, yer elması gibi ama daha güzel bir kök sebze olan ‘bullez’. Yaa. Kıbrıs deyince varsa yoksa hellim peyniri değil mi? Değil işte.
Sevgililer Günü’nü baş tacı eden Batı bile son yıllarda burun kıvırıyor. Hatta bir sitcom’dan esinlenerek ‘Galentine’s Day’ diye bir kavram çıkmış. Batılı kızlar, en yakın kız arkadaşlarıyla çıkıp eğleniyor 14 şubatta. Zira ‘Sex and the City’yi seyretmiş herkesin bileceği gibi, Batı’da romantik ilişkiler yıllardır dingildemeye başladı. Yalnızlar ve bekârlar da çoğala çoğala, toplumun kenarlarından gelip merkez oldular! Ve Sevgililer Günü’nde ‘Güller ve dudaklaaar şimdii’ devri bitti. Kız kıza, erkek erkeğe çıkılıp ‘Kankalar günü’ tadında eğleniliyor oralarda artık!
Bizim toplumsal değişikliklerimize gelince... Sevgililer Günü meşru mudur, bize uyar mı bence şu günlerde bir gözden geçirmeliyiz! Bir kere tekinsiz, ne idüğü belirsiz bir kurum söz konusu! İsimden de görülüyor ki, söz konusu şahıslar ‘sevgili’! Yani sözlü, nişanlı veya evli değiller! Olsalar öyle derdik. Ha madem sevgililer, niyetleri ciddi mi, bunu bilmek lazım. Ciddi olsaydı da en azından aileleri tanıştırır, ele güne karşı bir yüzük takarlardı, hoop ‘Sözlüler Günü’ derdik. Demek ki Sevgililer Günü açıkça gayrimeşru, bize ters bir gün! Asla tasvip etmiyorum!
Ne var? Hepimiz içinde yaşadığımız iklime adapte olmalıyız! Tabii. Bizler de, kurumlar da, kutlamalar da, özel günler de yeni atmosfere uyum sağlamak zorunda. Niye? Teorisi var: Uyum sağlamayan hayatta kalamaz! Yılbaşının başına gelenleri gördük! Sevgililer Günü de bu ülkede hayatta kalmak istiyorsa, bizim yeni kurallarımızla oynayacak!
Ki her zamanki gibi yeni ruh haline ilk uyanan da reklamcılar oldu. Bu sene karanlık psikolojimizden, sıkıntılı sosyolojimizden kaynaklanan bir mahcubiyet hissediliyor Sevgililer Günü reklamlarında.
“Yani sevgili filan diyoruz da bu çocuklar aslında evlenecek, nişanlılar vallahi” gibi bir telaş var senaryolarda. Evli çiftlerin birbirine hediye aldığı hikâyeler, çoluklu çocuklu kutlanan Sevgililer Günleri... “Sevgili derken, hani öyle ahlaksızca evlilik öncesi ilişkimsi değil hâşâ, birbirini seven herkes, misal teyzenize de, eltinize de, bacanağınıza da hediye alabileceğiniz bir gün” tarzı bir meşruiyet arayışı...
Öte yandan ekonomik vaziyetler de hiç parlak değil. Dolayısıyla özgürlükten patladığımız, “Ay biri bizi durdursun” dediğimiz yıllardaki kafada bile olsaydık, şampanyanın su gibi aktığı, pırlantaların uçuştuğu kutlamalar bize iktisadi yönden uymazdı. Onun için bütçeyi yormayacak yepyeni hediye fikirleri çıkmış. Pırlantacılar kanırtıyor yazık, ama kalpli çoraplara daha çok şans tanıyorum. Kahve zincirleri üzerinde kristal taşlar yapıştırılmış kahve kupaları yaptırmışlar. “İçki de içmiyoruz, kızla gece dışarı da çıkamıyoruz, ama bir kahve içip el ele tutuşuruz en azından, kahve kupasını da hediye yaparsam, bütçemi dağıtmadan kurtulurum” durumları için gayet hoş. Hazır gıda firmaları kalpli, kırmızı ambalajlı kekler, pastalar çıkarmış. Yaratıcı ve hesabını bilen bir beyefendiysen, keki alır, hanımı çay bahçesine götürür, iki çay söyler, bir çift çorap alır, toplam 10-15 liraya bu özel günü kurtarırsın.
Ama en hoşuma giden: Bir peynir markası, kalp şeklinde peynir yapıp naylon ambalajını da kırmızı kurdele desenli tasarlamış! Üzerinde ‘Canım sevgilime’ yazıyor. Bu bir Sevgililer Günü hediyesi adayı, asla uydurmuyorum! Bizim kızlar yer mi bilmem. Erkekler yiyebilir. Özellikle “Bu peynirle sana güzel tostlar, peynirli makarnalar yaparım” gibi bir vaatle durum kurtarılabilir. Oğlan da kıza gül yerine saksıda fesleğen verirse, o da makarna sosunda kullanılır, gayet fonksiyonel olur. Tabii bu iki karşı cinsten şahsın arasında nasıl bir ilişki var bilmiyoruz. Ahlaka mugayyir bir makale yazmak istemem. Her özel gün o memleketin sosyoekonomik durumu ve gelenek göreneğine göre kutlanmalı, terbiyesizleşmeyin! Onun için kanımca en makbul Sevgililer Günü, yeğenin teyzeye, halaya, damadın bacanağa, gelinin eltiye aldığı kalp şeklinde peynirler, saksıda fesleğenlerle geçirilmeli.
Ailecek makarna yapıp üzerine hediyeleri serpip yersiniz televizyonun karşısında, neyinize yetmiyor?
İki kampanyayı da beğenmiyorum. Birisi konudan alakasız, safları sıklaştırıyoruz bakış açısı, diğeri dağınık, güçsüz. Sonuç olarak hiçbiri içeriğe pek dokunmadığı gibi, ‘Evet’çiler-‘Hayır’cılar diye bizi iki kampa ayırmaya meraklıların değirmenine su taşıyor.
Ben referandumla ilgili kendi kampanyamı yapacağım.
Zaten siyasetten sıkılmış bir mizahçıyım. Birleştirici, bütünleştirici, anti-trol kampanyamı bugün başlatıyorum.
Slogan adaylarım şöyle:
Nilhan Osmanoğlu, 2. Abdülhamit’in beşinci kuşak torunuymuş. Ve parlamenter sistem kendisinin canına yetmiş. Sultanı üzmüşüz, görüyor musun sen?
Türkiye onu ilk kez ‘Kim 500 Milyar İster’ yarışmasında tanımıştı.
Bu bir “Yav bir gidin Allasen, şaka mısınız?” yazısıdır. Ha derseniz ki, koskoca sultana bıdı bıdı yapan sen kimsin? Hemen söyleyeyim efenim.
Ordu Gölköylü Feyzullah Bey ve Uşak Merkez ilçesinden Asım Bey’in torunu Gülse Sultan ben!
* * *
Nilhan Hanımcığım, benim dedeler Osmanlı sultanı değillerdi ama çok kral adamlardı. Napolyon’un “Benden daha zengin tek insandır” dediğini iddia ettiğiniz 2. Abdülhamit padişahımız (ki o doğduğunda Napolyon ölmüştü, neyse üstünde durmayacağım) gibi varlıklı değillerdi tabii. Galatasaray Adası’nı filan bırak, bir elma bahçesi bile yok bize dededen kalan. Ama çok acayip İstiklal madalyaları var. Dizi dizi. Artık kaç yerlerinden yaralandılarsa bu memleketin bağımsızlık savaşında, bildiğin koleksiyon olmuş. “Bildiğin” diyorum da o dönemleri bilmezsiniz, sizin aile yurtdışındaydı sanırım! E biz de n’apalım, sizin dedeler gidince, ailecek kendi sultanlığımızı kurduk:
Babam mesela, Uşak’tan İstanbul’a gelip, yurtta kalarak hukuk fakültesinde okudu, çok kral bir avukat oldu.
Sen iktidar sayesinde şuralara geldin, konuş!
Sen yalaka mısın, derhal oyunu söyle!
Açıkla! Sen de var mısın? Yok musun?
Şeffaf olacaksın! Kimsin sen? Safını belli edeceksin! Kimlerdensin?! İtiraf et! Öt!
Yahu isteyen oyunu söyler, istemeyen söylemez. Hükümetten korkuyor olabilir. Kitlesinden korkuyor olabilir. Siyasetle anılmak istemiyor olabilir. Trollerden bıkmış olabilir. Politize olmayı sevmiyor olabilir. Kararsız olabilir.
Ne bileyim, AK Partilidir, başkanlık istemiyordur. CHP’lidir, Erdoğan’ı seviyordur. MHP’lidir, taslağı beğenmemiştir. Taslağı henüz okumamıştır, bilmiyordur. Etraftan duydukları kafasını karıştırmıştır, birkaç uzmanı daha dinlemek istiyor olabilir. “Evetçi”dir, “Hayırcı”dır, “Kararsız”dır, “Belkici”dir, “Valla daha bilmiyorum kardeş”çidir. SANA NE?
Bize ne?
O zaman niye gizli yapıyoruz oylamaları? Niye sandık kurup kabinlere perde çekiyoruz?