27 Aralık 2009
Bir on yıl daha devirmek üzereyiz. Yok diyorum bazen, 1997 açmasam, daha çok genç. Sonra bir hesaplıyorum, ne genci, neredeyse geçkin artık çoğu elim varmayan şarap. Siz siz olun, yeni yılda kıyamamazlık etmeyin vakti gelen nadide şişelerinize.
Bir yıl daha uçarak geçti. Çocuk sahibi olunca seneler daha hızlı geçiyor derlerdi de, bana hep gülünç gelirdi... Oysa hanemizde yetişkinler çoğunlukta olmayı elden bırakalı beri, sanki birisi uzaktan kumandanın “hızlı ileri” tuşuna basmış gibi zaman akıp gidiyor. Haliyle yılbaşları bu izahı olamayan fenomenin daha da göze battığı zamanlar. Hani kim seneleri bana sormadan bilimkurgu bir geleceğe fırlattı gibi bir durumla, hatta dumurla karşı karşıyayım.
Bizim jenerasyonu önce George Orwell 1984 ile şaşırttı. Altmış yıl önce yazılan bu akıcı romanı okuyup bitirene kadar 1985 zaten çoktan oluvermişti. Şükürler olsun bu enfes kitabın karanlık kehanetlerinden uzak bir 80’ler geçirdik. Eurythmics’in müziğini dâhice işlediği filmini özgür zihinlerle Soğuk Savaş’ın sonlarına bağladık. Yeni geleceğimiz Prince’in 1982’de iz bırakan şarkısı 1999 oldu. Halbuki koca bir milenyum göz açıp kapatana kadar geride kaldı bile.
Durun bir hele, ne milenyumu, bir on yıl daha devirmek üzereyiz üstüne! Bir başka bilimkurgu başyapıtı olan 1968 Stanley Kubrick yapımı 2001 bir yana, 1984’te çekilen 2010 adlı devamının geçtiği yıla gün sayıyoruz. Kavımda şarap seçerken rekoltelerin yaşını kestirmek güç geliyor kimi zaman. Yok diyorum bazen gayri ihtiyari kendi kendime, 1997 açmasam, daha çok genç. Sonra bir hesaplıyorum, ne genci, neredeyse geçkin artık çoğu elim varmayan şarap.
Siz siz olun, yeni yılda kıyamamazlık etmeyin vakti gelen nadide şişelerinize. Hele paylaşacak sevdikleriniz, dostlarınız varsa hiç düşünmeden çekin alın o mantarı. Sonuçta dünyanın en kıymetli şarapları dahi bir mantar mesafesinde. Tek veya iki başınıza bitirememekten korkmayın, kalırsa takın mantarı yerine, koyun buzdolabına. Çoğu şarap bir-iki günde bırakın bozulmayı, daha da lezzetli olacaktır. Olmadı, baktınız o ilk keyfi kaçmış, hemen o şarapla bir yemek yapın!
Yazının Devamını Oku 20 Aralık 2009
Kırmızı üzümden beyaz şarap yapılabildiğini duymayan pek yoktur. Üzümlerin posa ve şırası beyazdır, kırmızı şarabın rengi birlikte bekletildiği kabuklarından gelir. Ancak şaraba dair her konuda olduğu gibi bu kuralın da bir istisnası olduğu az bilinen bir gerçek. Pek bilinmeyen bir diğer gerçek ise beyaz üzümlerden turuncu şaraplar da elde edilebildiği.
Bir şişe şampanya sizce en fazla kaç para edebilir? Tam 5 bin lira desem? Lüks markalar devi LVMH’in meşhur prestij şampanyası Krug’un iki sene önce lanse ettiği Clos d’Ambonnay, piyasaya sürülüş fiyatı açısından dünyanın en pahalı şarabı. Koleksiyon şaraplarının bir kısmı belki tükenince bu fiyatlara yaklaşıyor ama bunu zaman ve talep belirliyor. Oysa Krug bir pazarlama aracı olan bu astronomik fiyatı bilinçli olarak belirlemiş.
Kırmızı üzümden beyaz şarap yapılabildiğini duymayan pek yoktur. Neredeyse her şarap turunda, her şaraphane gezisinde buna değinilir. Ağızda çiklet gibi olan “üzümlerin posa ve şırası beyazdır, kırmızı şarabın rengi birlikte bekletildiği kabuklarından gelir” bilgisini şarapla yakından uzaktan ilgisi olup da duymayan kalmamıştır. Ancak az bilinen iki gerçeği aktarmakta fayda var. İlki bu kuralın da şaraba dair her konuda olduğu gibi bir istisnası olduğu.
En meşhuru Alicante Bouchet olmak üzere posası ve şırası kırmızı olan, Fransızca teinturier yani “boyayıcı” denen üzüm cinsleri var. Kabuklar şıradan ne kadar hızlı ayrılırsa ayrılsın, bunların beyaz şarap olması mümkün değil. Bu arada teinturier terimi meşhur antiseptik tentürdiyotu çağrıştırıyor çünkü yine Fransızca’dan gelen bu sözcük iyot tentürü, yani boyası demek. Yüksek miktarda tanenli bu türlerden sadece harmanlara katarak faydalanılıyor zira tek başlarına içilmeyecek kadar buruklar.
ZÜĞÜRT TESELLİSİ
Şarapta renk dünyasının pek bilinmeyen ikinci gerçeği beyaz üzümlerden elde edilen turuncu şaraplar. Nadiren de olsa beyaz üzümlerin kabuklarıyla uzun süre bekletilmesiyle yapılan bu uç şarap tarzının rengi kimi zaman somona yakın roze tonlarına bile çalabiliyor. Nasıl oksijenle uzun süre temas eden meyveler kararıyorsa kabuklu beyaz şıra da zamanla okside olmaya başlıyor. İstisnaları bir yana bırakıp dilerseniz kırmızı üzümlerden yapılan beyazlara en iyi örnek olan şampanyalara dönelim biz.
Clos d’Ambonnay bembeyaz rengine rağmen saf Pinot Noir içeren bir Blanc de Noirs. Karaların beyazı anlamına gelen bu özel kategori tamamen kırmızı üzümlerden yapılan şampanyalara ayrılıyor. Tıpkı sadece Chardonnay’den yapılanlara Blanc de Blancs denildiği gibi. Tek kırmızı şampanya üzümü ise Pinot Noir değil. En fazla bağ alanına sahip olan Pinot Meunier sessiz bir kahraman burada. Pinot Noir’in iflah olmaz asiditesiyle köpürenden başkasına pek gelmeyen bu akrabasının adı Fransızca “değirmenci” demek çünkü yaprakları adeta un serpilmişe benziyor.
En iyi şampanyalar hep Clos d’Ambonnay gibi tek bir bağdan. Halbuki bağcık demek daha doğru zira yarım hektar Pinot Noir’dan 3 bin şişe zor elde ediliyor. Krug’un 1984’te satın aldığı bu bağ ilk rekoltesi 1979 olan ünlü Blanc de Blancs’ı Clos du Mesnil’e kardeş olsun diye düşünülmüş. Oysa bu yeni ve moda şampanya ününü James Bond’un markası Bollinger’a borçlu. İlk Blanc de Noirs olan 1969 rekoltesi Vieilles Vignes Françaises şampanya dünyasının kraliçesi ve onun sayesinde böyle bir tarz var.
Ben de Drappier’den mütevazı bir Blanc de Noirs olan Brut Nature yudumluyorum bu satırları aktarırken. Saf Pinot Noir’dan yapıldığı zengin kırmızı meyveler sunan burnundan belli. Damakta da yoğun bir gövdeye ve hamurumsu bir dokuya sahip olması Blanc de Noirs kişiliğini ele vermeye devam ediyor. Tüm cüssesine rağmen zarif, dantelsi bir yapıya da sahip. Rengi kehribara çalan bir koyu bal sarısı. Drappier adı koku aşılanmamış yaşlı asmalardan gelen Vielles Vignes Françaises değil belki ama yine de nefis bir züğürt tesellisi.
Gündelik şampanya keyfini kim kaybetti de biz bulduk diyenleri duyar gibiyim. Bütçeleri zorlayabilen bu asil şarabı sadece özel zamanlara bırakmamak gerekiyor oysa. Her fırsatta hatırlamakta fayda var köpürenlerin en kudretlisinin neden bambaşka olduğunu. Lily Bollinger hanımefendinin dediği gibi; “Mutlulukta da şampanya içerim, kederde de, bazen yalnızken, misafirlerle ise muhakkak, tokken azar azar, açken bolca, aksi halde elimi sürmem, susamadıkça!”
Yazının Devamını Oku 13 Aralık 2009
Her ne kadar alkol alma ve otomobil kullanma tamamen ayrı tutulması gereken dünyalar olsa da her ikisini de keyifli bir yaşam tarzında buluşturanlar var. Otomobil dünyasından şaraba geçenler bahsettiklerim. Medeniyetin insanoğluna en büyük miraslarından biri hiç şüphesiz otomobil. Yüz yılı aşkın bir süredir dört tekerlek ve bir direksiyonla ulaşım devriminin öncülüğünü yürüten bu taşıt sayısız kez evrim geçirdi. Ancak modern dünyaya ve popüler kültüre getirisi otomobili hep gündemde tuttu. Ford Model T, Volkswagen Beetle, Toyota Corolla gibi modellerle halka indiği gibi lüks tüketim malları arasında dokunulmaz bir prestij ürünü olmayı da sürdürdü.
Otomobil ve şarabın belki de buluştuğu nokta bu. Ulaşıma ve sarhoş olmaya sadece birer ihtiyaç olarak bakıldığında olasılık çok. Oysa her ikisi de sundukları sınırsız seçeneklerle yaşam kalitesi belirleyebilecek konumda ürünler.
TRAKTÖRDEN ŞARABA
Şarap dünyasından otomobile geçenlere ise rastlamak pek mümkün değil oysa. Şarapta küçük bir servet edinebilmek için yola büyük bir servetle çıkmak gerek derler. Zahmetli, uzun dönemli ve riskli yatırım gerektiren ticari şarapçılık öyle her babayiğidin harcı değil. Mesela daha geçtiğimiz sene neredeyse Château d’Yquem kadar prestijli Sauternes şarapevlerinden Château Guiraud 20 milyon Euroya Peugeot’nun sahibi Robert Peugeot’ya satıldı.
Otomobilin ulusal kültürün çok önemli bir parçası olduğu İtalya’da da örnekler çok. Mesela dünyanın en ünlü spor otomobillerinden Lamborghini’nin hikâyesi şarapla iç içe. Firmanın kurucusu Ferruccio Lamborghini mütevazı bağcı bir ailenin çocuğu. Ama o çiftçilikten çok mekaniğe duyduğu merakla İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra bir traktör fabrikası kuruyor ve kısa zamanda başarı onu bir Ferrari sahibi yapıyor. Sene 1963’e geldiğinde yetersiz bulduğu Ferrari’sinden daha iyi bir spor otomobil üretmek amacıyla Lamborghini’yi kuruyor.
Lamborghini 1971’de çıktığı bir tatil sırasında Umbria’nin Toskana sınırında dev bir çiftliğe âşık oluyor ve kanından gelen toprağın dayanılmaz çekimine teslim oluyor. Üç yıl sonra da şirketini satarak kurduğu La Fiorita bağlarından şarap yapmak için emekli oluyor. Lamborghini şarapları halen Umbria’nın en iyileri arasında. Ferrari’nin sahibi Fiat imparatorluğu ise kolay yolu seçerek daha geçtiğimiz yıl Scrimaglio şarapeviyle anlaşmalı olarak Fiat, Alfa Romeo ve Lancia markalı bir seri şarap çıkardı. Bir şarabı da futbol takımları Juventus’a adamayı ihmal etmeden tabii!
Başta Ferrari olmak üzere sayısız otomotiv tasarım başyapıtını tasarlayan Pininfarina da şaraba yakın zamanda giren firmalardan. Spor otomobil meraklısı ve aynı zamanda Sonoma bölgesinin en başarılı şarap hanedanlıklarından Heck Estates’in veliahtı Aaron Heck ile Paolo Pininfarina ortaklığı olan şaraplar her yıl farklı bir bölgeden seçmece üzümlerle yapılıyor. İlki Napa Vadisi’nden 2005 rekoltesi başarılı bir harman. Haliyle şişesi de bir tasarım harikası. Paolo’yu ABD’ye çeken ise firmasının 1930’lu yıllardan beri Cadillac ile olan yakın ilişkisi.
ATLI ARABA AMBLEMİ
En itibarlı markası Cadillac’i hep el üstünde tutan General Motors 1910 yılından itibaren tüm karoser işleri için daha sonra satın aldığı Fisher şirketiyle çalışmış. Tüm GM otomobilleri 1987 yılına kadar kapı altlarını süsleyen bantlarda gururla “Body by Fisher” ibaresini ve Napolyon döneminden kalma bir atlı araba olan amblemi sergilediler. Üçüncü nesilden Fred Fisher’ın 1970’li yıllarda kurduğu Napa Vadisi şaraphanesi de etiketlerinde bu amblemi taşıyan nefis şaraplar yapmayı sürdürüyor.
Otomobille şarabı Kaliforniya’da buluşturan bir diğer marka da lüks otomobilde bir efsane olan Maybach. Alman asıllı bu şirketi 1909’da kuran Wilhelm Maybach aynı zamanda ilk zeplinlerin motorlarını yapan kişi ve ilk otomobil olan el yapımı 1885 Daimler ile 1886 model ilk Mercedes’in tasarımcısı. Torunu Chris Maybach geçenlerde iddialı bir Napa Cabernet’si ile şarap dünyasına emin bir adım attı. Milyon dolarlık yeni Maybach otomobillerinin sahipleri artık başka şarap içmezler herhalde!
Yazının Devamını Oku 6 Aralık 2009
Yakın dostlarımızla geçen hafta paylaştığımız özel bir şişeyle doğdu bu haftanın konusu. Teruarist dediğin kişilikli bir toprak buldu mu peşini bırakmamalı, oradan tattığı her şişede bir parmak izini aramalı. Bu sefer İspanya’nın özerk Katalonya bölgesindeyiz. Bu asi eyalet tıpkı Bask ve Galisya gibi İspanya’dan bağımsız kendi borusunu öttürebilen köklü bir etnik kimliğe evsahibi. Meşhur Priorato şarapları işte bu hür Katalan ruhunu yansıtıyorlar.
Söz konusu şarap “La Vinya del Vuit”, Katalancasıyla sekizlinin bağı. İlk burunda baş döndürücü bir aroma patlaması sizi karşılıyor. Yoğun toprak ve mineral kokularına lavanta ve gül yaprağı eşlik ediyor. Mis gibi yeni Fransız meşesi hâlâ önde ama neredeyse rahatsız eden meyankökü ve katran kokuları arasından olgun kiraz ve böğürtlen adeta fışkırıyor. Körpe tanenleriyle henüz emekleyen bu eşsiz, kudretli şarap yüz yaşını aşmış Cariñena bağlarının mahsulü.
Sekiz genç ortağın dinamik birlikteliğini yansıtan bu modern şarap aslında Eski Roma’ya kadar uzanan bu unutulmuş bölgede son otuz yılda yaşanan rönesansın mükemmel bir temsilcisi. Ortaklığa 2001 yılında önayak olan René Barbier Jr.’ın babasının büyük uyanışın mimarlarından René Barbier olması bir tesadüf değil. Priorato 1991’de tek şerit toprak yolla ulaşılabilen bir dağbaşı iken dört dostuyla bu rüyanın temelini René Barbier atıyor.
DİNAMİT BAĞLARI
Rakım 700 metreye varıyor. Barselona’nın 100 kilometre kadar güneybatısında, Akdeniz’den ise bir hayli içerlerdeyiz. Sarp kayalık yamaçlar arasında düzlüğe rastlamak mümkün değil. Tepeden tırnağa İberyalı olan Garnacha ve Cariñena iki hakim üzüm cinsi. Asmalar bodur, kalın gövdeli, yaşlı kütükleriyle çarpıcı. Yeni ekilen bağlar için ise kayalar dinamitlenerek teraslar kurulmuş. Burada bağcılık akıntıya karşı kürek çekmekten ibaret. Yıpratıcı, neredeyse ilkel bir uğraş.
Toprak kömürleşmeye yüz tutmuş arduvaz ve şist taşlarından ibaret. Organik madde yok denecek kadar az. Yaşlı kökler 20 metreyi aşan derinliklerde su bulma mücadelesi veriyor. Teraslı bağlarda harmanlara global cazibe katmak için Cabernet Sauvignon, Merlot ve Syrah ekili. Bu Fransız türler Garnacha ve Cariñena’nın ulaştığı kişiliği asla yakalayamıyor ve yakalamaları da beklenmiyor. Fransa’ya buralardan taşınan bu yerel İberik üzümlerine çeşni katmakla yetiniyorlar.
En güney Katalan bölgesi Penedèsli Barbier kadar önemli bir diğer öncü de Rioja’lı Álvaro Palacios. Yine aynı dönemler Barbier ile birlikte Priorato’nun potansiyeline inananlardan. Meşhur teraslar onun fikri, hatta “Les Terrasses” ismini bölge bağlarından harmanladığı hesaplı kalitedeki şarabına bile vermiş. Satın aldığı ilk bağ “Finca Dofí” bir üst kalite şarabı iken 1900’lu yıllarda tamamen Garnacha dikilen bölgenin en yaşlı bağı L’Ermita’dan yaptığı şarap Priorato’nun incisi.
TANRIYA MERDİVEN
Barbierler Penedès’teki aile şaraphanelerini Freixenet gibi dev bir şirkete satmalarına rağmen René Barbier Jr. babasının yaktığı Priorato meşalesini Clos Mogador ile taşımaya devam ediyor. Diğer üç meşhur Clos; Clos de l’Obac, Clos Martinet ve Clos Erasmus kuruluş döneminden günümüze kalan diğer efsaneler. Yenice kendilerini kanıtlayan Mas d’en Compte, Mas Doix, Mas Romani, Nit de Nin ve Vall Llach gibi isimler de bölgeyi tanımlayan çizgide olağanüstü şaraplar yapmakta.
Oysa 1973’ten beri bu modern kırmızıların rustik yorumunu sürdüregelen bir şaraphane var. Üstelik Eski Roma’dan beri bölge şaraplarının en gözde olduğu 12. yüzyıldan kalma bir manastırda. Tanrı’ya merdiven anlamındaki Scala Dei bölgeye adını veren antik binanın ta kendisi zira Priorato Katalanca manastır demek.
İspanyol üzümlerininin kralı Tempranillo’nun hükmü altındaki meşhur Rioja ve Ribera del Duero’nun genç rakibi Priorato, İberik Yarımadası’nda benzersiz bir terruño, yani teruar. Bu arada bildiğim kadarıyla Fransız kökenli teruar ile eşanlamlı bir kelimeye sahip olan tek dil İspanyolca! Siz siz olun, yolunuz Barselona’ya düştüğünde bu emsalsiz bölgeyi günübirlik dahi olsa ziyareti ihmal etmeyin derim.
Yazının Devamını Oku 29 Kasım 2009
Kimi şaraplar var ki ilk burunda bambaşka bir sınıfta olduklarını içgüdü yordamıyla hemen fark edebilirsiniz. Napa Vadisi’nin gelmiş geçmiş en iyi Cabernet Sauvignon şaraplarından Heitz Martha’s işte bunlardan biri. Geçtiğimiz hafta davet ettiğim Heitz’ın kapsamlı Martha’s sunumu yılın hatırı sayılır tadımlarındandı.
Mesleğim gereği işyerimde dur durak bilmeden tadım yapıyoruz. Tattığımız şaraplar hep elit bir grubun örnekleri. Fransızların “crème de la crème” deyişi gibi kremanın kreması, seçmecenin seçmecesi. Bitmeyen bir eğitim uğruna ve damağım şımarmasın diye şarap âleminin çoğunluğunu oluşturan, diğerlerini de her fırsatta tatmayı ihmal etmiyorum. Bu sayede gerçek kaliteye ulaşmış üstün şarapları daha da takdir eder hale geldim. Damak olağanüstüye “kalibre olunca” sıradanlığı ayırt edebilme yeteneği sivriliyor.
Bu platforma eriştikten sonra asıl en güç değerlendirmeler iyilerin arasından en iyilerini seçebilmek oluyor. Kılı kırk yararak nüanslarda kaybolmadan bu tür bir ince ayrım kimi zaman imkânsıza yakın. Ama kimi şaraplar var ki ilk burunda bambaşka bir sınıfta olduklarını içgüdü yordamıyla hemen fark edebiliyorsunuz. Bunlar genelde özel bir teruar’ın, özel bir yılda, özel ellerde işlenmesi sonucu ortaya çıkan istisnai şaraplar.
Napa Vadisi’nin gelmiş geçmiş en iyi Cabernet Sauvignon şaraplarından Heitz Martha’s işte bunlardan biri. Ülkemize de bu yıl ithal edilen Heitz Cellar kırmızıları arasında en meşhuru ve en pahalısı. Geçtiğimiz hafta davet ettiğim Heitz’ın kapsamlı Martha’s sunumu yılın hatırı sayılır tadımlarındandı. Mevcut rekolte ile şaraphane dikey bir seriyi de 20 yıldır desteğini eksik etmeyen firmama tanıtma bonkörlüğünü gösterdi. Heitz gibi köklü kurumları diğerlerinden ayıran iki önemli fark sayesinde böyle bir imkân sunulabiliyor.
Her şeyden önce meşe ve şişede toplam beş yıl kadar bekletilen Martha’s piyasaya en geç çıkanlardan. Bugünlerde 2008 rekoltesi Cabernet’ler mantar gibi biterken, 2004 Martha’s satışa daha yeni sunuldu. Diğer fark da her rekolte bir miktar şarabın kütüphaneye ayrılıp ileriki tarihlerde yıllanmış olarak yeniden pazara sürülmesi. Biz de önce 2004-1998 arası yılları inceledik, daha sonra Heitz mahzeninde yeni gibi korunmuş bir 1978 Martha’s ile bu şarapların yıllandırmaya ne denli uygun olduğuna şahit olduk.
Fine Wine Dergisi’nin tutarlı, derin analizi
Fine Wine adlı yenice ve sadece prestij şaraplarını hedef alan bir derginin son sayısında Napa Vadisi’nin en iyi bağlarını tarihi “1855 Bordeaux sınıflandırması” misali düzenlemişler. Birinci sınıf listesine Harlan Estate, Screaming Eagle, Araujo Eisele, Colgin Herb Lamb ve Bryant Family gibi astronomik fiyatlı, 90’lı yılların başında isim yapmış 5 kült şaraphane bağının yanında Heitz Martha’s seçilen tek klasik şarapevi kalmış. İlk Martha’s rekoltesinin 1966 olduğunu düşünürseniz bu kararda haksız da sayılmazlar.
Napa Vadisi’ne teruar şarapçılığını tanıtan Heitz Cellar, o yıllardan beri bağlarından ve tarzından asla ödün vermeden bir süreklilik sembolü olmayı devam ettiriyor. Bunu öne sürmek için 1966 ile 2004 arası yapılan tüm rekolteleri tadan dergi böylece bir ilki gerçekleştirmiş. Biz bu derin analizin sadece küçük bir kısmına değinmiş olsak da tutarlılığıyla sarsılmaz bir şarabın rekoltelerle nasıl farklılık gösterdiğine tanık olabilmek benzersiz bir eğitim fırsatıydı.
Yazının Devamını Oku 22 Kasım 2009
Amerikan şarap dergisi Wine Spectator, bu hafta yılın en iyi 100 şarabını duyurdu. Birinci sırada yer alan şaraba hâlâ inanamıyorum: Washington eyaletinden Columbia Crest. Yıllık üretimi iki milyon kasayı aşan bu dev fabrikanın tüm dünyanın en iyi şarabını yapması nasıl mümkün olabilir? Bu denli yersiz bir seçim yüzünden dergi itibarını kaybediyor.
Şarap sektörü çalışanları aramızda lakaplarla konuşuruz. Örneğin meşhur Amerikan şarap dergisi Wine Spectator’la biz sıkça “Wine Speculator” diye dalga geçeriz. “Spectator” izleyen, “speculator”, yani Türkçe’de de kullanılan spekülatör ise bir nevi atan-tutan anlamındadır. Biliriz ki hem derginin 100 puanlık değerlendirme sisteminin eksikleri hem de çalışanlarının tutarsızlıkları diz boyudur.
Diğer bir lakap da derginin Kaliforniya şarapları eleştirmeni James Laube’ye ait. Aramızda ona Osama Bin Laube deriz. Bin Laube aykırı ve yersiz değerlendirmeleriyle zaman zaman şaraphaneler nezdinde bir nevi teröristle aynı kefeye konur. Napa’da kulaktan kulağa gezen bir hikaye vadinin Hollywood’a dahi konu olan en eski şaraphanelerinden Chateau Montelena’da geçer.
Bin Laube ile Chateau Montelena’nın sahibi Bo Barrett arasında, bir tadım esnasında çıkan bir münakaşa şaraphanenin orta yerinde savrulan yumruklara dönüşür. Bin Laube küfürlerle ve “Vay ben sizi süründürmez miyim” tehditleriyle mekanı terk eder. O yılki değerlendirmelerin sayısı çıkageldiğinde Montelena’nın gözbebeği Laube’den 69 puanı görür. Bu akıl almaz puanın açıklandığı sayının çıktığı gün hâlâ gözümün önünde. İlk iş hemen kendine has olsa da sarsılmaz bir kale olan Robert Parker’ın aynı şarapla ilgili notunu yeniden okumak oldu. İşte tercümesini aktaralım; “Muazzam saflıkta, sıkı dokunmuş bukesinde kuşüzümü likörü, meşin, orman tabanı, mineraller ve meyankökü sergiliyor. Dolgun gövdeli, etkin bitişinde ağır tanenleriyle adeta kamçılıyor. Enfes bir şarap, 1997’den beri tartışmasız en iyi Montelena... 96 puan!”
Şimdi de aynı şarap hakkında Osama Bin Laube’nin 69 puanlık notunu aktaralım; “Sert köşeleri, dereotu ve sedirimsi meşesiyle öne çıkan bu şarap ham, zayıf, otumsu, pürüzlü ve tebeşirimsi tanenli.” Bu iki yorumu art arda okuyunca ben de atladım arabaya, durumu bir de kendi damağımla görmek için soluğu Montelena’da aldım, 1998 rekoltesine kadar hepsini tattım ve beni en etkileyen yıllardan biri 69 puanlık 2001 oldu. Parker’la hemfikir olmamak işten değil, şarap muazzamdı.
Akıl almaz suçlama
Bu sansasyonal saçmalıktaki puan uçurumu medyanın da dikkatini çektiğinde Bin Laube Montelena’yı TCA, yani mantar problemi ile suçladı. Madem şarabı buşone ilan ettin, o zaman neden puan vererek değerlendirdin be kardeşim? Haddini bilen eleştirmen buşone şarabı asla değerlendirmez, yenisini açtırır. Zaten Laube’nin tarifindeki hiçbir özellik buşone bir şaraba ait değil.
Wine Spectator reklamdan ciddi paralar kazanan bir yayın. Reklamın büyüğünü veren dev şirketlerin halk tarafından akrabalığı fazla bilinmeyen markalarına verdiği şişirilmiş puanlar durmadan eleştiriliyor. Dergi öyle açgözlü ki her sene dağıttıkları en iyi şarap restoranları listesi ödüllerinden biri geçtiğimiz yıl hayalet bir işletmeye de veriliyor! Uyanığın biri başvurularla birlikte zorunlu kılınan kabarıkça bedeli ödüyor ve tamamen uyduruk bir restoran adı ve derginin yerden yere vurduklarından geçilmeyen bir şarap listesiyle bu “seçkin” ödüle layık görülüyor!
Yazının Devamını Oku 15 Kasım 2009
İyi bir Bordeaux’nun yeri ayrı. Nefis bir etin yanında Mozart’ın dört el piyano eserleri gibi akıp gidebiliyor. Ancak Bordeaux’nun bu son krizle başı bir hayli dertte. Önce fiyatları bugüne kadar hiç görülmediği kadar tırmandı. Şimdi 3 bin doların altına düştü.
Şarapla yeni yeni ilgilenmeye başladığım yıllarda Bordeaux, romantizm ve hayranlıkla baktığım bir şarap bölgesiydi. Zamanla bolca Bordeaux’nun yanı sıra daha nüanslı, daha sofistike şaraplar verebilen bölge ve üzümlerle tanışınca büyü bozuldu. Kavımda hâlâ saygıdeğer oranda Bordeaux var ama yarın biri çıkıp tümünü Burgonya ve Rhône şaraplarıyla takaslamayı önerse düşünmem bile. Çoğu koleksiyoncu haklı olarak tutarsızlıklarından dolayı bu bölgelerden çekinseler de yakından tanıdıkça ve öğrendikçe nadiren de olsa karşılaşılan istisnai Burgonya ve Rhône şişeleri bu bitmeyen ava değebiliyor kanımca.
Her ne kadar seçkin Bordeaux isimleri kaliteli ve tutarlı olsa da, uzun süre tanıştıktan sonra aşina olunan, rahatlıkla okunan, çoğu zaman ayakları yere basan şaraplar bunlar. Oysa üstün bir Burgonya veya Rhône ummadığınız bir anda ayakları uzun süre yeryüzüne inmemek üzere kesebiliyor. İlk aşk gibi nefes sıklaşıyor, kalp hızlanıyor, vücudu tepeden tırnağa bir ısı kaplıyor. Bu boyutu yaşayan damaklar aynı yere Bordeaux ile bir daha kolay kolay ulaşamıyor. Halbuki iyi bir Bordeaux’nun yeri de ayrı. Nefis bir etin yanında Bordeaux, Mozart’ın dört el piyano eserleri gibi akıp gidebiliyor.
Bordeaux’nun bu son krizle başı bir hayli dertte. Ekonominin önlenemeyen düşüşünün hemen öncesinde özellikle üstün 2005 rekoltesiyle birlikte Bordeaux fiyatları bugüne kadar hiç görülmediği kadar tırmandı. Bunda Hong Kong’un şarap ithalat vergisini kaldırmasının ve ekonomik gücü dünyanın aksine büyüyen Çin’den gelen talep yükselişinin payı büyük. Bu tavanın, tıpkı yüzyılın başında patlak veren teknoloji balonu gibi, tabana inmesi an meselesi. Örneğin şişe başı vadeli satış fiyatı bir ara 10 bin dolarlara fırlayan 2005 Petrus bugün 3 bin doların altına bulunabiliyor. Vaktinde bu şaraba kasalarca yatırım yapanların kaybı hisse senetlerini aratmayacak boyutta. Çoğu kesim tarafından sarsılmaz bir yatırım aracı olarak görülen koleksiyon şaraplarının fermente üzüm suyundan ibaret olduğu gerçeği ile yüz yüze kalan ilk bölge, şarapta markacılığın anavatanı Bordeaux.
DÜNYANIN EN ZENGİN ŞARAP BÖLGESİ
Bordeaux modelinin bu denli kırılgan olmasının sebepleri, dahil olduğu Aquitaine bölgesinin tarihinde gizli. Aslında Bordeaux uzun parmaklı İngilizlerin şarap dünyasına kattıkları hazinelerin başında yer alıyor. Sene 1154, Anjou Kontu ve Normandiya Dükü Henry Plantagenet bölgenin sahibi Düşes Eleanor d’Aquitaine ile evlenir evlenmez kendini İngiltere’nin tahtında kral buluyor. Böylece Bordeaux tam üç asır boyunca İngiliz hükümdarlığına giriyor.
Asırlardır şaraba susamış İngilizler bu Eski Roma mirası yıkık dökük bağ bölgesini ıslah edip mahsulünü fıçı ve şişelerde ardı arkası kesilmeyen gemilerce Britanya adasına taşıyor. Bordeaux bu ticaret sayesinde dünyanın en zengin şarap bölgesi olarak sivriliyor ve 13. yüzyılın sonlarında kırılan ithalat rekoruna ancak 20. yüzyılda yeniden ulaşılıyor. Halen Bordeaux şatoları ve tüccarları arasında sayısız İngiliz var. Burada hangi taşı kaldırsanız İngilizleri bulmak mümkün.
Bordeaux’nun maddi sıkıntılarının arkasında İngiliz markacılığının büyüme baskısı ve koloniyal zihniyet yatıyor. Çin gibi sonradan görme zengin bir ülkeyi buraya çeken de işte bu markalaşma. Açgözlülük ve zayıflayan ekonomilerle çöken talebin gelişini sezinleyemeyen Bordeaux yeni yüzyılla beraber şarap gölü tabir edilen üretim fazlasını distile alkole çevirmek zorunda. Ucuzundan en pahalısına gerileme devrinden çöküş devrine giren bir kırmızılar krallığı Bordeaux.
Yazının Devamını Oku 8 Kasım 2009
Bizden yüz yıl önce bağımsızlığını kazanan Yunanistan, uluslararası şarap pazarını fethetmeye hazırlanırken ülkemiz şarapçılığı içinde bulunduğu politik kısırdöngüden kurtulamayacak gibi. Bizde eksik olanlar düzen, kanun, birlik ve saygı. İki hafta önce sizlere Wine&Spirits dergisinin yılın en iyi yüz şaraphanesi tadımından izlenimlerimi aktarmıştım. Üç yüz küsur şarap arasından damağımda kalıcı iz bırakan elit bir gruptan bahsettim. Bunların büyük çoğunluğu alışılagelmiş bir avuç ülkedendi. Oysa beklemediğim derecede sivrilen ve yoğun ilgi gören bir kategori aklımı meşgul edip duruyor; Yunan şarapları.
Dünyanın tartışmasız en iyi şarap ansiklopedisi Oxford Companion’da Yunanistan ilk cümlede “Yeniden doğan ve bilhassa 7. yüzyıldan Roma’ya uzanan zengin şarap tarihli Akdeniz ülkesi” olarak geçiyor. Bu tanıma içim burularak katılmalıyım çünkü gerçeklerle örülü bir ifade söz konusu.
İşte bu “yeniden doğuş” Yunanistan’ı belki de tüm dünya şarap ülkelerinden ayıran konu.
Tarih boyunca ilişki ve görüşlerimizde, grilerden çok kara veya aklarla bahsedilen Avrupa Birliği üyesi komşumuz ülkemizden kat be kat sınırlı kaynaklarıyla şarapta da çoktan solladı gidiyor. Bizden yüz yıl önce bağımsızlığını kazanan Yunanistan uluslararası şarap pazarını fethetmeye hazırlanırken ülkemiz şarapçılığı içinde bulunduğu politik kısırdöngüden kurtulamayacak gibi. Dergiye göre bu yıl dünyanın en iyi yüz şaraphanesinden üçü Yunan. Bu sayı daha önce en fazla ikiydi. Bir de bu sene masaları yan yana dizilmiş, ortak bir sesle Yunan şaraplarını tanıtıyorlardı. Her ziyaretçiye gıpta edilecek kalitede 32 sayfalık ücretsiz bir kitapçık dağıtılıyordu. Dolmaya, dönere, baklavaya sahip çıkan zihniyet ilk cümlede; “Şarapseverler Eflatun, Aristo ve olimpiyatların yurduna iki bin yıl önce şarapçılık ve bağcılığın temellerini attığı için teşekkür etsinler” buyuruyordu. Bizler bunun düpedüz bir pazarlama yalanı olduğunu biliyoruz. Ama ortalama eğitimli helenofil Batılılar bunu gerçek olarak algılıyor. Kitapçığın yazarı tek Yunan WSET diploma sahibi bir hanımefendiymiş. Bu konuda ne denli yanıldığını aynı diplomaya sahip bir Türk olarak en kısa zamanda kendisine bildireceğim.
Geri kalan bölümler ise neredeyse tamamen gerçeklerden ibaret. Hatta girişteki tarihçede, cesurca Yunan şaraplarının 1960’lı yıllara kadar şahsen çamaşır suyu kadar itici bulduğum retsinadan ibaret olduğu gibi bir itiraf var. Yine bu yıllarda yeniden doğuşun öncüsü, Yunan devletini diğer Avrupa şarap ülkeleri izinde geniş çapta düzenleme ve yaptırımlı şarap kanunlarına geçmeye zorlayan bir başka hanımefendi. Dünya standardında bağcılık ve şarapçılık için kanımca elzem olan bu kanunlar olmasaydı Yunanistan’ın AB’ye girme süreci de gecikirdi. Çünkü AB mevcut kanunları dahi yetersiz bulup katılım öncesi yeniden gözden geçirilmelerini istedi. Birliğe alındıktan sonra Yunan şarapçılığına yapılan yardımın haddi hesabı yok. Bağ ıslahı, modern şarapçılık donanımları, eğitim ve pazarlama alanlarında ülkeye oluk oluk akıtılan bütçeler sayesinde retsinadan kırmızı halıya sadece 30 yılda gelindi.
TÜRKİYE POTANSİYEL ŞARAP CENNETİ
Derin bir nefes alıp kitapçığı incelemeye devam edelim. Kökeni Mezopoyamya olan amfora hakkında geniş bilgi ve sahiplenme var. Yunanistan’ın Şili ardından dünyanın en çok şarap üreten 13. ülkesi olduğu da öne sürülen bilgilerden. Etiket terimleri kılavuzunu Yunan apelasyon sisteminin kapsamlı bir incelemesi takip ediyor. Her apelasyonda izin verilen tarz ve üzüm cinsleriyle bir de lider şaraphane tanıtılmış. Ayrıca yerel üzümleri detaylı anlatan bir kısım ve basit bir harita da eklenmiş. Faydalı ve detaylı kaynaklar listesinin başında Master of Wine unvanlı tek Yunan olan Lazarakis’in İngiliz yayını kitabı verilmiş ve konuya etraflıca değinen dergi ile gazeteler sıralanmış.
Wine & Spirits’in seçtiği Boutari, Gaia ve Skouras kimi enfes Türk şaraplarından daha iyi değiller. Her iki ülkeden yakın zamandaki izlenimlerini okuduğunuzda Jancis Robinson bunu zaten öne sürüyor. Yunanistan zorlama bir şarap ülkesi ise Türkiye potansiyel bir şarap cenneti. Bizde asıl eksik olanlar; düzen, kanun, birlik ve saygı.
Yazının Devamını Oku