O gün bugündür nice rahmetler yağdı, istiridyenin kabuğunda sakladığı inciler misali zaman döne döne devrini icra etti ve üstat gibi nicelerinin hasretle beklediği Oğuz’un altın nesli ve onun kutlu yürüyüşü, beklenen ‘sel’ taştı.
Taşan bu ‘sel’, hasretle yanan gönüllerin kanla akıttığı gözyaşıydı.
Adına demokrasi dedikleri bu günde, işte Oğuz’un bu altın nesli ‘sel’ olup aktı ve ‘Sakarya’ misali gürül gürül akmaya devam ediyor:
“Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz,
Sen kıvrıl, ben gideyim; son Peygamber kılavuz!
Yol O’nun, varlık O’nun, gerisi hep angarya...
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya!”
Halkın istediği, halkın idaresi ve halkın iradesi değil mi istenen?
Çünkü FETÖ güç ister, güçlünün yanında olmak ister; siyasette devletle ilgili bir güç yoktu ki öyle bir ayağa (siyasi ayak) gereksinim duysun!
Dikkat ederseniz, her gelen iktidar (ister asker ister sivil) ona yardımcı olmuştur. Dolayısıyla FETÖ asla durakta beklemez, hep giden arabaya biner. Kim iktidarsa onunla beraberdir ve onunla iş tutar.
Asker-sivil her çeşit bürokrasiyi ele geçirmiş olduğundan, mevcut iktidarlara ayrıca bir seçenek bırakmamıştır. Bürokrasi siyasetin önüne neyi koyarsa, iktidar onu imzalamak zorundadır. En fazla birkaç seçenek sunarlar, onlardan birisini siyaset kurumu tercih eder.
Halbuki hangisini tercih ederse etsin, seçeceği yine FETÖ’cü olacaktır. Zira devletin kılcallarına değin nüfuz etmiş bu yapıda başka türlü hareket etmeniz mümkün değildir.
Diğer bir deyişle, siz istediğiniz kadar zar tutun, muhatabınızın zarları cıvalıdır.
Zira bu yapı yarım asırdır kadro yetiştirmektedir. Böyle bir yapıyla kim baş edebilir? Kim ya da kimler böyle bir yapıya alternatif olabilir? Kimde böylesine organize olmuş bir güç var?
Bundan dolayıdır ki özellikle 15 Temmuz 2016’dan sonra Türkiye, 2. bir bağımsızlık savaşı vermektedir.
Türkiye, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra (savaşa girmemesine rağmen) iplerini ABD’nin eline verdi. NATO’yla birlikte bu el daha da güçlendi. Karşılığında demokrasi vaat ettiler ama bize reva gördükleri demokrasi malum.
Olumsuz tepki verenler hep Sayın Erdoğan’a ve AK Parti’ye yükleniyor. ‘O ne istediler de vermedik mi’ demedi mi? Cemaatle kol kola yürüyen kim ya da kimlerdi? Bürokrasideki bunca FETÖ’cü atamaları AK Partili başbakan ve bakanlar yapmadı mı? FETÖ’cü kurum ve kuruluşlara bütün bu imkânları AK Parti iktidarları sağlamadı mı? şeklinde eleştiriyorlar.
Bunların hepsi doğru lakin şu hususu çok iyi bilelim ki, FETÖ, AK Parti’den çok önceleri (70’li, 80’li yıllardan itibaren) devlete sızdı ve sızdığı her yeri ele geçirdi. Bu, öyle akşamdan sabaha olmadı, en az yarım asırlık bir çalışma söz konusu.
Örgüt, ‘eğitim’ şemsiyesi altında, devletin tüm kurum ve kuruluşlarına kadro yetiştirdi.
Ayrıca bu teşkilat, hep güce, yani iktidara oynadı, iktidarda kim varsa onunla işbirliği yaptı. Asker-sivil fark etmez, örgüt hepsini tepe tepe kullandı. Örgüt uluslararası menşeli olup, çok sinsi ve çok gizli çalıştı, su gibi, girdiği her kabın şekline almakta zorlanmadı.
FETÖ için hiçbir mukaddes değer yoktur, gayeye ulaşmak için her yol mubahtır. Bundan dolayı da en mukaddesleri bile kullanmaktan çekinmedi, düşünün, muazzez dinimizi ve devletimizi bile kullandı.
Cumhurbaşkanı ve başbakanlarımız, ‘cemaat’ olarak bilinen FETÖ’nün yurtdışındaki faaliyetlerine yardımcı olmaları için yabancı ülke başkanlarına mektup yarışına girmişti.
Evet, devletin kimi birimleri ve bir kısım yazar–çizer F. Gülen’in ne menem şey olduğunu raporlarda belirtti ve yazıp çizip söylediler. Bunlardan birisi de bu fakirdir. Ama her seferinde, devletin içindeki ‘gizli’ bir el bunlara sahip çıktı. Unutmayın, zaten devletimizin idaresi hep o ‘gizli’ bir elin yönetiminde olmuştur.
Kendilerinin farkına varıp aleyhte bulunanların hesaplarını bir şekilde gördüler! Şu hususu kesinlikle ifade edebiliriz ki bu ülkedeki tüm faili meçhullerin arkasında ya bizzat FETÖ ya da FETÖ’yü kullanan dış güçler vardır. Farkına varmayıp kendisine hizmet edenleri ise ödüllendirdiler. Örneğin DSP lideri
Zavallı Süleyman Demirel, halktan yüzde 52 oy alıp sözde tek başına iktidara gelmesine rağmen bir TRT Genel Müdürü atayamadan muhtıraya muhatap kılınıp görevden uzaklaştırıldı.
Seçilmişler, atanmışların (bürokrasi) gözünde adeta hep ‘hain’, ‘satılmış’ görüldü ve halka da böyle gösterildi. Biz medya mensupları da buna bilerek veya bilmeyerek alet olduk. Düzenlenen anketlerde en güvenilmeyen çıkan siyaset kurumunu manşetlerimize taşımayı maharet bildik. Siyasetçinin satılmış ve hain olabileceğini saklamayıp, televizyonlara çıkıp utanmadan dillendirdiler. (15 Temmuz aşağılık ayaklanmasından sonra hangi meslek mensuplarının yurtdışına kaçtığını ve dış ülkelere iltica ettiğini dikkatlerinize sunarım.)
Kafaya bakar mısınız: Başbakanlara güvenilmiyor ve devletin sırları kendisiyle paylaşılmıyor. Necmettin Erbakan başbakan olunca, Başbakanlık’taki kasaların Genelkurmay Başkanlığı’na nakli söz konusu oldu.
Hesabı başbakan veriyor, hem millete veriyor ve hem de bürokrasiye (MGK) veriyor (daha doğrusu kendisinden hesap soruluyor) ve üstelik kendisinden devletin bilgileri esirgeniyor.
İşe bakın: Demokrasilerde hesap sorması gereken başbakanken, bizde hesap veren konumunda!
Hak ve hürriyetlerin daraltıldığı 82 anayasası ile ise tam bir karakuşi hal meydana geldi. Sorumlu olan başbakan yetkisiz, sorumsuz olan cumhurbaşkanı ise yetkili kılındı.
İki başlı sistemle AK Parti’nin tek başına iktidarda olmasına karşın yaptığı tüm atamalar, Cumhurbaşkanı Sezer tarafından veto edildi. Devlet (cumhurbaşkanı) güvenilir, hükümet (başbakan) güvenilmez addedildi.
Ülke, beş sene müddetle vesayetle birlikte vekâletle yönetildi. Hükümetlere
Koca Birinci Cihan Savaşı’nı Osmanlı Devleti’ni tasfiye için çıkardılar. Ana neden budur, diğerleri bahaneden ibarettir. Bu savaşın sonunda Osmanlı postundan kendilerine uşak (uydu) elliye yakın ülke çıkardılar.
O gün nasıl ki tüm emperyal güçler Osmanlının karşısında ise bugün de aynı güçler Türkiye’nin karşısındadır. Aralarındaki ayrılık satıhtadır, Türkiye’ye karşı hepsi birden aynı saftadırlar.
Türkiye, Osmanlı’nın enkazı üzerinde filizlenip gelişti lakin tam bir asırdır (yüz sene) Türkiye’nin başını kaldırıp bakmasına, kendine gelmesine ve hele hele atılım yapmasına asla müsaade etmediler.
Türkiye’ye dost görünen gerçek düşmanlar terör örgütleri kurup hemen yanı başımızdaki devletlerde konuşlandırdılar. Bize de “Sakın burnunun ucunu dışarı çıkarma” dediler!
Bataklık dışarıda ama biz içeride sivrisinekleri teker teker avlayacaktık.
Düşmanın içimize yerleştirdiği FETÖ unsurlarıyla da tüm kurum ve kuruluşlarımızla çürümeye terk edilmiştik. Zira koca bir devleti FETÖ’cü unsurlarla yapılandırdılar.
Burada bir yerde çok büyük bir hata yapıyoruz ve bu yüzden siyasetçileri suçluyoruz. İnsanlar yetkileri oranında sorumlu olurlar; bizdeki devlet yapılanmamızda yetkili mercide bulunanlar hep bürokratlar olmuştur.
Bürokrasi hancıdır, gelip giden siyasetçiler ise hep yolcu olarak görülmüştür.
Çünkü Batı’nın gözünde biz ‘Türk’üz’, yani Müslümanız. Daha dün, Batı’nın kendi içindeki ‘Türklere’, Balkanlar’daki Müslüman Boşnaklara ne yaptığını görmedik mi? (Avrupalılar Müslüman’a ‘Türk’ derler.)
Batı’nın kendi dinlerince en saygın insanı olan Papa bile müzeye çevrilmiş bir ibadethanenin aslına (yeniden ibadethane-cami) döndürülmesinden üzüntü duyduğunu belirtti. Gerçek manada din adamı ise sevinmesi gerekmez miydi?
Papa, Ayasofya’nın kendi mensupları (Latinler-Haçlı Seferi) tarafından işgal edilip yağmalandığını ve içerisinde her türlü ahlaksızlığı sergilediklerini bilmiyor mu? Yıkılmak üzere olan bu köhne yapıyı Fatih Sultan Mehmet’in kurtarıp eski ihtişamına kavuşturduğunu bilmiyor mu?
Evet, orası bir Hıristiyan mabedi idi, ama başka mezhebe mensup Hıristiyanlar tarafından Ayasofya çığırından çıkarılmış ve yıkılmaya yüz tutmuştu. Bugün Ayasofya tüm ihtişamıyla göz kamaştırıyorsa, bunu beğenmedikleri Türklere borçlular.
Batı bizi dün anlayamadığı gibi bugün de anlamıyor, daha doğrusu işlerine geldiği şekilde anlıyorlar.
Bu yüzden Batı’nın bize reva gördüğü vesayetten bir türlü kurtulamadık ve sözde demokrasimiz bir darbeden diğerine yuvarlandı.
İçimizden devşirip mankurtlaştırdıkları hainler eliyle kalkışılan bu darbelerin en alçağı, milleti birbirine kırdırmayı ve devleti paramparça etmeyi amaçlayan 15 Temmuz 2016 darbesi idi.
Öncekilere benzemeyen bu darbe gerçekleşseydi, Türkiye bugün komşularına yaptıkları gibi bir Irak, bir Suriye gibi olacaktı. Milyonlarca insan ölecek ve ülkemiz paramparça edilecekti.
Ayasofya Camisi’ni 1934 yılında müzeye çeviren Bakanlar Kurulu Kararı iptal edilip yeniden cami hüviyetine kavuşturulmasıyla, mabedin ezana ve Kuran’a olan hasreti de bitmiş oldu.
Dile kolay, 500 yıl cami olarak işlev gören fetih sembolü bu ulu mabet, vakıf eseri olmasına rağmen asli hüviyetinden çıkarılarak müzeye çevrilmişti. Bu karar da tıpkı ezan-ı Muhammedinin asli lisanının dışında okutulması gibi milletin kalbinde derin yaralar açmıştı.
Ayasofya Camisi, külliyesiyle birlikte Fatih Sultan Mehmet’in vakfıydı. Vakıf eserler, vakfedicinin arzusu yönünde kullanılabilir. Bunun aksine davranış, hem vakıf hukukuna ve hem de mülkiyet hukukuna aykırıdır.
Yanlış olan bu idari tasarruf yüksek mahkeme (Danıştay) tarafından iptal edildi. Yani anılan yerin cami olmasının önündeki engel kaldırıldı.
Yüksek mahkemenin bu kararına istinaden Cumhurbaşkanlığı makamı da beklemeksizin yayınladığı Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle Ayasofya Camisi’ni Diyanet İşleri Başkanlığı’na devretti.
Adnan Menderes ezanı asli lisanıyla okutmakla, Tayyip Erdoğan da Ayasofya’yı aslına (vakıf senedinde yazıldığı şekilde) yani camiye çevirmekle yalnız milletimizin değil, tüm İslam âleminin gönlünde taht kurdu.
Bu arada Turgut Özal’ı da rahmetle yâd edelim; zira o da Müslümanların tepesinde Demokles’in kılıcı gibi duran 163. maddeyi kaldırarak “Allah” diyen insanların zindana atılmalarına mani oldu.
Televizyonlardaki konuşmalara ve gazetelerdeki yazılara bakıyorum ve görüyorum ki birileri hâlâ bu işin püf noktasını anlayabilmiş değil. Ayasofya’yı sıradan bir cami farz edip
Malum, imparatorluğumuzun enkazı üzerinden canhıraş bir atakla (Kurtuluş Savaşı) yeni bir devlet kurduk. Söz konusu ‘devlet’ olunca, eski ile yeni kavramlarını yan yana getirmek bile zordur; zira devlet yapılanmalarında devamlılık esastır. Şu halde, devletin devamlılığı açısından görünen farklılık yalnızca şekildedir. Diğer bir ifadeyle devlet yerinde olup, yalnızca rejim yani yönetim şekli değişmiştir.
Hele de bizim gibi tarihin derinliklerinden gelen ve onca devlet tecrübesi bulunan milletimizin ‘devlet’ algısı, ‘devlet ebet müddet’ (sonsuza kadar sürecek Türk Devleti) şeklindedir.
Peki, şimdi diyeceksiniz ki “Eskisiyle yenisi arasındaki bu kopukluk, zıtlık, husumet ve hatta düşmanlık nasıl meydana geldi?” İşte işin bamteli de burasıdır; bu durum tamamen tarih bilinci yoksunluğundan kaynaklanmaktadır.
Bir insanın dedesi, babası olmadan kendisi olabilir mi? Devletler de elbette hudayinabit (kendiliğinden yetişen bitki) değillerdir; onların da kendilerine intikal eden geçmişleri ve cetleri-ataları ve bunların sahip oldukları kurumları ve tüm bunlardan tevarüs ettikleri kültürleri mevcuttur.
Siz istediğiniz kadar “Biz Osmanlı torunu değiliz” deyin, bunu kimseye anlatamazsınız.
Yeni devlet yapılandırmasındaki değişim ve dönüşümler eski devleti inkâr üzerine kurgulanmışsa –ki rejim değişikliğinde zorunludur- bu durum ister istemez, yeni ile eski kuşaklar veya bunların yeni savunucuları arasında kavgaya meydan verecektir. Bu ise daha ziyade yeniyi ve yeninin getirdiklerini hemen benimseyenlerle mevcut yapıda ayak sürüyen ve eskinin alışkanlıklarından kurtulamayanlar arasında vuku bulur.
Hele bir de yeninin radikal yaptırımları eskiyi silip süpürüyorsa, tamamen inkâra dayalı bir politika güdülüyorsa, bunlara direnç gösterilmesi gayet tabiidir. Nitekim öyle de olmuştur.
Devrimler iki türlü gerçekleştirilebilir; biri akşamdan sabaha, bir diğeri ise orta ve uzun vadede zamana yayarak, alıştıra alıştıra yapılabilir. Akşamdan sabaha yapılan devrimler –ki bizde böyle olmuştur- toplumlarda şok etkisi yapar ve kabullenmeleri zor olduğundan ve hatta karşılık gördüğünden zecri tedbirlerin alınmasını gerektirmiştir.