2. Dünya Savaşı’nın galipleri ülkeleri taksim edip kendi hinterlantlarına geçirirken, Türkiye Batı bloğunda kaldı. Böylece hem demokrasiye geçecek, hem de NATO’ya girecektik.
Zira Sovyetler Birliği Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı istemiş ve Boğazlar’da hak iddia etmişti.
Türkiye yeni paktını belirlemiş ve Sovyetler Birliği’ni ezeli düşman bellemişti.
En büyük düşman komünizmdi ve onun hemen her kış gelme tehlikesi vardı! (Cumhurbaşkanı Celal Bayar öyle diyordu.)
Vesayet altındaki devlet de başlıca bu düşmanlara (komünizm ve irtica) göre donatılıp konumlandırılmıştı. Sivilde oluşturulan başta komünizmle mücadele dernekleri olmak üzere birçok dernek, gençlik örgütleri ve bir kısım medya, halka karşı yürütülen psikolojik savaşlarda tepe tepe kullanıldı.
Biz içeride kendimizi demokrasi diye oyalarken, dışarıdakiler bizim gerçek yüzümüzü biliyor ve ona göre davranıyorlardı. Zira yegâne muhatapları askerlerdi ve her istediklerini onlar vasıtasıyla pekâlâ yaptırabiliyorlardı.
ABD yüzümüze karşı dost ve müttefikimiz görünüyor, gerçekte ise Türkiye’nin boğuştuğu terör örgütlerini eğitip, donatıp üzerimize salıyordu. On yıllardır bu örgütlerin en büyüklerinden PKK’yı dışarıdan, FETÖ’yü de içeriden başımıza bela etmişti.
Vesayetin ilk kırılma noktası yeni bin yılla (milenyum) başladı. 25 Şubat 2003’te TBMM’ye sunulup Genel Kurul’da reddedilen (Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması için hükümete yetki verilmesine ilişkin başbakanlık tezkeresi) tezkere ile ilk defa Hanya’yı Konya’yı gören ABD, şunu söylemek zorunda kalmıştır:
Yalnızca biz değil, tüm dünyanın başı sosyal medya ile dertte. Çin ve hatta İran gibi totaliter ülkeler, işin kolayını sosyal medya platformlarını bütünüyle kapatmakta buldu.
Elbette ki bu çıkar yol değil. İşin zorluğu da burada zaten; bu platformlar hem açık kalacak, hem de bunların zararlarından insanlar korunacak.
Diğer bir deyişle şişe salatalığı yutmuş, şişeyi kırarak herkes salatalığı çıkarabilir ama maharet onu kırmadan çıkarabilmekte.
Ayrıca biz uzayda yaşamıyoruz, dünyanın belli başlı ülkeleri halklarını sosyal medyanın zararlarından koruyabilmek için çeşitli önlemler almışlar. Bunlar da demokratik ülkeler, üstelik demokrasileri bizden fersah fersah ileride.
Artniyetli insanların elinde mahut sosyal medya terörden daha tehlikeli. Önüne gelen istediği kadar darağacı kuruyor ve dilediği insanları buralarda rahatlıkla sallandırabiliyor.
Savaşın konsepti değişti, ülkeler artık ordularıyla karşı karşıya gelmiyor. Terör örgütleri üzerinden vesayet savaşları yapılıyor. Sosyal medya ağları terör örgütleri için biçilmiş kaftan. Zira tüm çirkefliklerini, bu arenada fütursuzca sergileyebiliyor ve istedikleri linci sorumsuzca gerçekleştirebiliyorlar.
Gemi azıya alan bu aşağılık güruhun en son linç ettiklerinden biri de Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın ailesi oldu. Lohusa bir hanımefendi ve yeni doğan bir bebeği için ağza alınmaz küfürler, hakaretler, tehditler ve nefret ifadeleri gırla gitti.
Her gün binlerce insanın şeref ve haysiyeti ayaklar altına alınıyor, akıl almaz iftiralara uğratılıyor, envaı çeşit yalan ve dolanla hayatlar karartılıyor, sokağa çıkamaz hale getirilen insanlar intiharın eşiğine getiriliyor.
Karar önemli çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ayasofya’nın yeniden ibadete açılabilmesi için Danıştay’dan çıkacak kararı beklediklerini ifade etmişti.
Danıştay daha önce de Kariye Müzesi’ni ibadethaneye çeviren bir karar almıştı.
Danıştay, 1945 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla müzeye dönüştürülen Kariye Camisi’nin ‘asli fonksiyonu dışında kullanılamayacağı’ hükmüne varmıştı.
Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun kararında, Kariye Camisi’nin mazbut Fatih Sultan Mehmet Vakfı’na ait hayrat taşınmazlardan olduğu ve hayrat taşınmazların vakfın belirlediği kullanım şekli dışında bir kullanım amacına tahsis edilemeyeceği belirtiliyordu.
Dava dosyasına konan tapu senedinde, Kariye Camisi’ne ait ‘mülkiyet bilgileri’ kısmında ‘vakıflar idaresi’ ifadesinin yer aldığı görüldü.
Danıştay’ın Kariye Camisi kararı, Ayasofya Camisi için de emsal karar teşkil etmektedir. Zira Ayasofya da tıpkı Kariye Camisi gibi Fatih Sultan Mehmet Vakfı’na ait olan hayrat taşınmazlardan. Ayasofya’nın da tapu senedinde ‘Ayasofya Camii Kebiri’ yazmaktadır. Vakıf eseri olması hasebiyle de vakfın belirlediği kullanım amacı dışında kullanılamaz.
Kullanılırsa, hak ihlali yapılmış olur.
Malum, her iki yer de biri 1934, diğeri 1945 tarihinde Bakanlar Kurulu kararlarıyla müzeye dönüştürüldü. Bu dönüştürme işlemleri hukuksuzdur. Hem vakıf hukukuna ve hem de beşeri hukuka aykırılık teşkil etmektedir.
Geçmişte bir general bozuntusu başbakanımıza ‘p...k’ dedi, o başbakan kendi partilerinden değil diye kimseden ses çıkmadı. Halbuki o bu ülkenin ve bu milletin başbakanıydı, dolayısıyla o küfür doğrudan millete yapılmıştı. Partizanlık gözümüzü kör, kulağımızı sağır yapıyor ama ne gam?
Aynı başbakan (Erbakan) başta asker olmak üzere çeşitli vesayet odakları tarafından horlanıp görevden el çektirilme ile karşı karşıya bırakılmak istenince, siyasi parti liderlerini ziyaret etti ve onlardan demokrasiye sahip çıkmaları için destek istedi.
Hiçbirinin umurunda olmadı. Herkesin gözleri önünde, Erbakan’ı demokrasi düşmanı faşistlere parçalattılar. Seyretmekle yetinmeyip bir de “Oh olsun!” dediler.
Siyasetçi bindiği dalı kesiyordu ama ne gam?
Darbecileri teşvik edip ateşe benzinle gidenlerin başında biz medya mensupları geliyorduk. O gün attığımız manşetler, demokrasi adına tek kelime ile yüz karasıdır: “Gerekirse silah bile kullanırız”, “Ya uy, ya çekil”, “Beceremediniz artık bırakın”, “Sincan’da tanklı protesto”, “Ordudan son uyarı”, “Ordudan ambargo”, “Tehdidin adı irtica”...
Daha gerilere, 70’lere gidelim: Ordu Demirel’e hükümeti bırakıp çekilmesi için ‘muhtıra’ veriyor. Ve bu ‘muhtıra’ metni Meclis Genel Kurulu’nda okunuyor, iyi mi?
O Genel Kurul’da oturan bir tek milletvekili çıkıp da “Ne yapıyorsunuz?” demiyor, diyemiyor.
Daha da vahimini 80 darbesinde yaşıyoruz. Darbe ile milletin seçtiği Meclis lağvediliyor, darbecilerin oluşturacakları
“Sabancı Üniversitesi’nin hikâyesi aynı zamanda benim tekâmül hikâyem. Üniversitenin bana kattıklarını, öğrettiklerini, beni nasıl değiştirdiğini ve geliştirdiğini de anlattım.
Anlattıklarım, hafızamda kalanlar.
Yılların süzgecinden geçip bugüne uzananlar.
Anlattıkça hatırladıklarım.
Bende iz bırakanlar.
Hayatımın bir kesiti.”
Rahmetli Sakıp Sabancı’yı da, Güler Sabancı’yı da tanıdığım için başarının öyküsü beni şaşırtmadı. Yunus Emre, “Her gün yeniden doğarız bizden kim usanası” demiş.
Hiç kuşkusuz Sabancı Üniversitesi’nin binasının da kadrosunun da kurulma günlerini okumak, bize bugün tatlı, övdüğümüz bir anı olarak aktarılıyor. Çekilen çileler, uykusuz geceler bize bir üniversite kurmanın bütün meşakkatini gösteriyor.
O seçimler için çıkarılan mahut rezil kanuna göre, oylar açıktan verilip gizli sayılacak ve tutanaklara öyle geçirilecekti. Bu yüzden demokratik ilk doğum ‘düşük’ gerçekleşti.
Buna rağmen halk, kelle koltukta oyunu CHP’nin rakibi olan partiye (DP) verdi. Halk için CHP’den ‘başka’ bir parti olması yeterliydi. Zira maddi ve manevi olarak ezilen halkın tek isteği, CHP’den kurtulmaktı. (Bunda 2. Dünya Savaşı’nın sebep olduğu yokluk ve kıtlık da tesirli olmuştur.)
Bu öylesine büyük bir öfkeydi ki, o günden beri (74 yıl) CHP bir daha tek başına iktidar yüzü görmedi.
Bugün dahi hâlâ yüzde 25’lerde sürünen CHP’nin “Ben ne yaptım?”, “Benim ne yapmam lazım?”, “Cumhuriyet’in kurucu kadrosu olmamıza rağmen, bu halk ne ara bizden bu kadar nefret etti?”, “Nerede yanlış yaptık ve hâlâ bu yanlışı neden sürdürüyoruz?” deyip bir muhasebe yapması gerekmez mi?
CHP bu tavrını (jakoben, baskıcı, tepeden inmeci) ta Osmanlı günündeki ilk kadrolarından (İttihat ve Terakki) devşirdi.
Onlara göre her şeyin doğrusunu kendileri bilir. Onlar yaptıysa, yanlış olsa bile doğrudur!
Bu zihniyete göre her şeyde tekseslilik esas alındı, oysa demokrasi yapısı itibarıyla çok sesli olmak zorundadır.
Eğitimden medyaya kadar her şeyimizi kuşatan ve fikri yapımızı körelten
Zira o iktidar (DP hükümeti ve TBMM’deki yansıması) Cumhuriyet tarihinde ilk defa halkın hiçbir baskı altına kalmadan, diğer bir ifadeyle milli iradenin hür tecellisiyle vücut bulmuştu.
Önceki CHP iktidarları birçok kez halka rağmen iş yapmış, bu cümleden olarak da ezanı ‘Türkçe’ okuma zorunluluğu getirmişti. Halk bu durumu hiçbir zaman benimsemedi ve affetmedi, bu yüzden çok insan darp edilip cezalandırıldı.
Menderes ise halkın bu isteğine uydu ve kanundan yalnızca ‘yasaklığı’ kaldırdı. Yani “Dileyen Türkçe, dileyen de aslına uygun şekilde Arapça okuyabilir” dedi.
Halkın özleminin şiddetine bakın ki, o gün bugündür ezanı herkes aslına uygun şekilde yani Arapça olarak okudu ve okuyor, hiç kimse Türkçe okumadı ve okumuyor.
Ezan, İslamiyet’in adeta parolasıdır; dünyanın neresinde olursa olsun ve oradaki yöre halkı hangi dili konuşursa konuşsun ezanlar hep asli lisanı üzere okunur.
Bizde maalesef devletin laik yapısını şahıslarına indirgeyen ve laikçi kesilen bir zümre var. Bunlar, kendi inanç şekillerini veya inançsızlıklarını halka dayatmayı laikliğin bir gereği olarak görürler. Nitekim geçenlerde ölen bir eski Genelkurmay Başkanı, 28 Şubat’ın MGK’sında aynen şöyle demiştir: “Laiklik ilkesinin bozulması, ezanın Türkçe okunmasından vazgeçilmesiyle başladı.”
Oysa laiklik din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması değil miydi? Milletin dininden yahut dinsizliğinden devlete ne? Herhangi bir inanca sahip olanların inançlarının gereğini yapmasından, istedikleri dilde ibadet yapmasından daha tabii ne olabilir?
Devlet kilisedeki veya havralardaki ibadet diline karışıyor mu?
Osmanlı topraklarının üzerinde her birisi diğerine düşman, hepsi de Osmanlı’ya (Türk’e, Türkiye’ye) düşman edilerek 50’ye yakın ülke oluşturdular.
Bunlar sözde bağımsız ama gerçekte hiçbirisi bağımsız ve bağlantısız değil, hepsi uydu konumunda.
Türkiye’nin asıl tuhaflığı ise gerçek dostunun olmaması şöyle dursun, dost ve müttefiki olan ülkelerle savaş halinde olmasıdır.
Bakınız: Türkiye bunca darbeler yaşadı, her bir darbenin arkasında dost ve müttefikimiz olan ülkeler vardı. Darbelerin en alçağı ve insafsızı, Meclis’in bombalandığı ve kardeşin kardeşe kırdırılmak istendiği 15 Temmuz 2016’daki FETÖ ayaklanmasıydı.
Zira düşman, bize kast edecek düşmanı içimizden seçmiş ve yine içimize yerleştirmişti. Sinsi düşmanlığın devletin kılcallarına değin nüfuz ettirildiği bu denli kahpesine tarih tanıklık etmiş değildir.
Türkiye’nin talihsizliğine bakın ki, PKK/PYD/YPG, DHKP-C ve en tehlikelisi FETÖ ile mücadele eden Türkiye, gerçekte bunların sahipleriyle, başta ABD olmak üzere Batılı müttefikleriyle savaşıyor.
Tıpkı sırtlan sürüleri gibiler; dün de yedi düvel olarak üzerimize çullanmışlardı, bugün de hepsi birden üstümüze üstümüze geliyor.
FETÖ elebaşı ABD’de ikamet ediyor, FETÖ militanları başta ABD olmak üzere tüm Avrupa ülkelerinde cirit atıyor. Tüm bu ülkeler, bir yolunu bulup kaçan ve kendilerine sığınan tüm asker ve sivil sığınmacılara kucak açtılar ve oralarda melanetlerini sergilemelerine göz yumuyorlar.