Paylaş
Bazı kavramları tam tersinden anlamakta üzerimize yok. Cumhuriyet, demokrasi, halk, insan hakları, milli irade, adalet, özgürlük, inanca saygı, hukukun üstünlüğü, laiklik vb; bunlar ve daha nicelerini, benimsediğimizi söylemiş, anayasa ve kanunlarımıza koymuş ve lakin içimize sindirememişiz. Demokrasi tarihimiz, adeta Ziya Paşa’nın şu beytinde özetlenmiştir: “Onlar ki laf ile verirler dünyaya nizamat/Bin türlü teseyyüp (pislik) bulunur hanelerinde.” Yani onlar ki lafla dünyaya nizam, düzen vermeye çalışırlar ama kendi evleri bin türlü düzensizlik ve pislikle doludur.
Tüm bu yanlışlıkların temelinde millete, milletin değerlerine güvensizlik ve hatta düşmanlık yatmaktadır. Bir yandan halkın kendini idaresi diyeceğiz, öbür yandan da idarede halkın esamisini okutmayacağız!
Bu nasıl olur derseniz, işte bu bizim yaptığımız gibi olur.
Toplumca son üç yüz senedir ne kaybettiğimizi bilemediğimiz gibi, kaybettiklerimizi nerede bulabileceğimizi de bilmiyoruz. Bir yanlıştan diğerine yuvarlanarak geliyoruz.
İnancımızı, birbirimize olan saygımızı, aşkımızı, duygumuzu kaybettik; değerlerimizi yitirdik biz.
Bunlara sahipken çok üstündük; yitirince alçaldıkça alçaldık ve onun bunun elinde oyuncak olduk.
Öyle bir yüksekten düştük ki tuzla buz olduk!
Kurtuluş reçetelerini tatbikte ilk düğmeyi hep yanlış ilikledik; ondan sonra ne yapsak dikiş tutturamadık.
Bakınız, Sultan Abdülhamid Han’ı tahtından indirirken de darbe yaptık (31 Mart 1325-13 Nisan 1909). O zaman da gençler ve bir kısım halk “Şeriat isteriz!” diye sokağa döküldü. Ve Sultan 2. Abdülhamid Han gibi en dindar padişahın hal (görevden alma) fetvasında ‘din kitaplarını yaktırdığı’ hezeyanı yer aldı. (Oysa yakılan kitaplar, yanlış yazılıp dizilen bozuk yayınlardı)
Niyet düzgün olmayınca laikliği din düşmanlığı, hukukun üstünlüğünü üstünlerin hukuku, birbirine saygıyı ötekileştirmek, cumhuriyeti baskıcı, demokrasiyi halk için değil halka rağmen, halkı sürü, adaleti zulüm, özgürlüğü eşek hürriyeti şeklinde anladık, uyguladık.
Geriye dönüp baktığımızda, bütün bunların iç ve dış vesayet odaklarınca tasarlanıp bilerek yapıldığı ve milletin cambaza baktırılıp birilerinin malı götürdüğü görülür.
Bunun tipik örneğini 28 Şubat 1997 yılında, Erbakan’ın Başbakanlığı döneminde gördük. (Refah-Doğru Yol koalisyonu) O gün de laiklik istismar edilerek (“Laiklik elden gidiyor” denilerek) darbe yapıldı.
Yapılan her darbe, ülkeyi hem maddi ve hem de manevi olarak on yıllarca geri götürür.
Demokrasi tarihimizde 80 darbesinden sonra (1983) Özal’ın iktidara gelmesi Türkiye değişim ve dönüşümü yaşadı. Nitekim Özal’dan önce ihracat ve ithalat izne bağlıydı. Bu izinler, ekonomik teşviklerden faydalanan bir avuç imtiyazlı kişilere verilirdi. Dünyadaki sermaye şirketleri, bu bir avuç aile şirketiyle iş tutar ve halkı insafsızca sömürürlerdi.
Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu, bu bir avuç vesayetçi aileye hizmet ederdi.
Döviz bulundurmak suçtu; Türk insanı dünyayı Türkiye’den ibaret bilirdi. Zira sınır ötesini tanımazdı. Halk pasaportu bilmez, uçağı ancak gökyüzünde görebilirdi.
Bu yüzden Türk insanı en adi mallara en yüksek ücreti ödeyerek sahip olabilirdi.
(Çarşamba günkü makalemizle ‘kötü günler’i irdelemeye devam edeceğiz.)
Paylaş