Figen Batur

Yine mi güzel, yine mi çiçek

2 Ağustos 2003
<B>T</B>orba'da bilmediğim bir otelin adını söylüyor.<br> Orada kalıyormuş.

İki günlüğüne Bodrum'a gelmiş. Pazar akşamı da dönecek. Bodrum'a özellikle de bu aylarda ancak iki gün katlanabildiği için değil.

Sevdiği bir dostunun çocuğu evlenecek. Ona sözü var. İstanbul'a dönüp düğüne yetişecek.

Cumartesi Torba'daki Sanat Evi'nde kitaplarını imzalayacakmış. ‘‘Gelirsen sevinirim’’ diyor. Nasıl gitmem? ‘‘Beş gibi ordayım’’ diyorum.

İstanbul'dan ayrılmadan önce Arif'i arayıp bir akşam yemeğe gidelim demiştim. Olmadı, günümüz, tarihimiz uyuşmadı.

Kaç zamandır görüşmemişiz, özlemişim, üstelik Çiçek Gibi adını verdiği anılarının ilk cildini okumuş, bayılmışım. Ve oturup kutlayamamışız.

Oysa Arif Keskiner kutlamaların adamıdır.

Kutlanacak bir şey olmasa da yaratır.

Biri uzun süredir uğraştığı bir işin sonuna geldiğini mi söyledi? Dostlarını bir araya toplar, küçük bir kutlama yapar.

Ya da herkesi ilgilendiren ama nedense sadece ona dert olan bir işi mi çözdü?

Başka bir dostu başını ağrıtan bir işten mi sıyrıldı?

Bir gece laf lafı açtı da zamanında şurada ya da burada tanıyıp sevdiği ve nedense bu hoyrat ülkede kadrinin kıymetinin bilinmediğine inandığı birinin adı mı geçti?

Kadehler kalkar. Hikaye hüzünlüyse gözler yaşarır, komikse gülmekten katılınır. Ciddiyse susup kalınır. Ama mutlaka kutlanır.

Arif vefalıdır, dürüsttür, gönül adamıdır.

ARAYA HAYAT GİRDİ!

İşte ben, bu vefalı ve ince insanın uzun yıllardır yazdığını bildiğim anıları yayımlanınca bir koşu gidip almış, bir solukta okumuş, onun bilmediğim çocukluk yıllarına gitmiş, gençlik serüvenlerine dalmış ama bir telefon açıp kitabı çok beğendiğimi bile söylememişim.

Bırakın Çiçek Bar'a gidip bir kadeh içmeyi, kucaklaşıp tebrik etmeyi, aylar geçmiş barın önünden bile geçmemişim.

Ne denir, araya hayat girmiş, bahaneler birikmiş, bir gece hiç unutmam Andon'da Arif'i kızdırdığımı sezmiş, kendimi kendimce temize çekmiş, gidip Arif'le konuşacağıma köşeme çekilmiş, içten içe onun haklı olabileceğini düşünmüşüm ya, çiçeğe özenmeyi unutmuş, diken olmuşum ya, arayamamam ondan.

Utanmam da.

Zaten İstanbul'da o akşam yanımda her ikimizin de kadim dostu Meral Okay olmasa, ertesi gün Arif'in anılarının ikinci cildinin yayımlanacağını söylemese, ben de ilk cildi nasıl beğendiğimi anlatmasam, laf Arif'in üzerine çöküp kalmasa, Meral'in burnu sızlamasa, telefonu eline almasıyla Arif'i araması bir olmasa, sonra da konuşayım diye elime telefonu tutuşturmasa onu aramaya cesaretim yok.

TORBA'YA NASİPMİŞ

Aylar sonra konuştuk. Sonra da Torba'da buluştuk.

Torba'daki Sanat Evi yıllar önce gene Torba'da ama biraz daha ilerideki ilk yerinde açıldı, sonra da şimdiki yerine taşındı. İlk zamanlar yolum Torba'ya düştükçe başka bir yere gidiyor da olsam allem eder kallem eder önünden geçerdim.

İçeride mutlaka tanıdığım birine rastlayacağıma emin.

Sanat Evi'nde, ya İstanbul'dan yazı geçirmek için Bodrum'a gelmiş birkaç tanıdığa, ya bu yarım adada yaşanacaksa Torba'da yaşamalı diye düşünüp bu sevimli balıkçı köyünde ev kurmuş birkaç arkadaşa rastlardım.

Gidilecek yere gidilmez gece orada sonlanırdı.

Son yıllarda yolum oralara daha az düşer oldu.

Artık Torba mı uzak düştü ben mi yoruldum, bilmiyorum.

O gün saat elbette beşte değil ama beşi biraz geçe Arif'i görmek için Torba sapağından kıvrılıp arabayı biraz ileride bir yerlere bıraktık. Sonra sahile indik.

Sanat Evi'ne doğru yürüyoruz. Ben ve yirmi küsur yıl sonra Türkiye'ye dönmüş, Bodrum'u görüp dilleri tutulmuş birkaç Fransız arkadaşım.

Torba, Türkbükü'nün alımından, Gölköy'ün çalımından uzakta, kendi yağıyla kavrulan Torba.

Havasında hem eski Bodrum'u hatırlatan hem de kendi içine dönük yaşamaktan mutluluk duyduğunu anlatan bir şeyler var.

NEDEN SAKAL BIRAKMIŞ?

Torba'ya gelenler sanki Bodrum'a değil Torba'ya geliyor gibi. Orada yaşayanlar da İstanbul'daki Adalılar benzeri.

Hani Adalar'da doğup büyüyenler, evleri orada olup ada havasını içlerine çekenler nasıl önce Adalı sonra İstanbulluysa, Torbalılar da biraz öyle. Onlar da önce Torbalı sonra Bodrumlu.

Arif'i anılarının ilk cildinde uzun uzun anlattığı dostlarından biriyle bir masaya kurulmuş otururken buldum. Arkasında imzalayacağı kitaplar. Önünde buz gibi bira.

Sağa sola asılmış afişler.

Afişler kitabın kapağı.

Oradan Arif hepimize gülümsüyor. Keskin bakışlı, beyaz sakallı, doğru dürüst bir adam. Neden sakallı olduğu kitapta yazılı. Aydın görünme merakından değil. Zaten Arif ne zaman bir şey gibi görünmeye çalışmış ki? Hep korkar olduğundan farklı algılanmaktan. Belki içki içip, sigaraları içmeyip düpedüz yiyip pipo içmemesi bile yanlış algılanırım korkusundan.

Sakal bırakmasına gelince, Marmara Denizi'ne düşen THY uçağındaki trajik ölümüyle fena hálde sarsıldığı en yakın dostlarından Kamuran ile ilgili. Onun ölümünden sonra beş yıl boyunca sakallarını kesmeyeceğine yemin etmiş. O gün bu gün sakallı.

Kitabın adı ‘‘Yine mi Çiçek.’’ Can Yayınları'ndan çıkmış, on günde üç baskı yapmış.

Arif'i tanıyanlar bilir. Mutlu olduğunda ağzından düşürmediği bir laf vardır: ‘‘Yine mi güzel yine mi çiçek’’ der.

İşte bu sözden kalkarak Sezen Aksu ve Meral Okay yıllar önce Arif'i anlatan bir şarkı yapmışlardı. Kitabın adı o şarkıdan. Kendisi için yazılan bu şarkıdan.

‘‘Kur masayı Madam Despina

Kirli beyaz muşamba örtüleri ser

Çek sediri asmanın altına

Yanında bir ince Müzeyyen Abla’’ diye başlar o şarkı.

ARİF'İN SEVDİĞİ KADINLAR

Arif'in yanında hep ince Müzeyyen Ablalar oldu. Aşık olduğu, sevdiği, tutulduğu, evlendiği kadınlar. Kimi gerçek kimi sahte evlilikleri.

Yakın bir arkadaşını beladan uzak tutmak için onun sevgilisiyle evlendiği, doğan çocuğu ikiletmeden nüfusuna geçirdiği, ağzını açıp bu olaydan kimselere söz etmediği, yıllarca mahalleli uyanmasın diye elinde çiçek sahte karısını ziyaret ettiği, sonunda ancak arkadaşının ölümüyle bu sırrı ifşa ettiği kurmaca evliliği.

Sevdiği kadınlar...

Kimini dost, kimini sevgili, kimini dostlarımın sevdikleri benim de sevdiklerimdir diye sevdiği kadınlar.

Anlattıklarına bakılırsa hepsi özel, hepsi ince.

Hepsi Arif'in gözüyle ‘‘Çiçekçe.’’

Kitabın bir yerinde sevdaya dair yazmış.

Nasıl sevdalandığını, nasıl o sevdayı katlayıp azdırdığını anlatmış...

Sarıldık.

Birer Mohito söyledik. Arkadaşı izin isteyip kalktı.

Ahmet barın arkasında, bir yandan çalışıyor bir yandan gelen gidenle konuşuyor.

Sanlı'nın, Atom karınca Sanlı'nın, İstanbul'daki Çiçek Bar’ın ünlü Sanlı'sının gözü Arif'te. Olur a patron bir şey ister.

Hava sıcak, akşam çökmemiş.

Geride hepimizin ezbere bildiğimiz parçalar çalıyor.

Birol Kutadgu Arif'i hayranlarıyla, imza gününü duyup gelen arkadaşlarıyla, ona kitap imzalatıp sonra da nasıl karşılaştıklarını anlatacak, Arif'i tanımanın bir ayrıcalık olduğunu sezen gençlerle baş başa bırakmış, barın ucunda çay içiyor.

Nasıl olsa gece uzun.

Şimdi susmak zamanı. Ne demişler. Susmak için bir zaman, konuşmak için başka bir zaman var.

Yazmak için de öyle.

DARISI ÜÇÜNCÜ KİTABIN BAŞINA

Eve dönüp, ‘‘Yine mi Çiçek’’in ilk sayfasını açıyorum.

Arif, ‘‘Can arkadaşım Figen Batur'a dostlukla’’ diye imzalamış kitabı.

Okumaya başlıyorum: Önsöz yerine Yaşar Kemal ile yaptığı bir telefon konuşması. Sonra kitabın adının neden ‘‘Yine mi Çiçek’’ olduğu. Sonra İstanbul'un I970'li yıllardaki hızlı gece hayatı. Egemen Bostancı. Uzun Cevdet, Kamuran, Tunca, Ece, Liza Tuna, Türk Sinemasını Türk Sineması yapan bütün insanlar. Türkan Şoray, Kadir İnanır, Fatma Girik, Tanju Gürsu... Oyuncular. Fevzi Tuna, Atıf Yılmaz, Zeki Öktem, Yavuz Özkan, yönetmenler... Gazeteciler...

Adını kimselerin bilmediği figüranlar, emekçiler, o yılların furyası, fotoromanlar.

Yaşanan aşklar, kızgınlıklar.

Ve elbette Arif'in başından geçenler.

Sabah oldu.

‘‘Esen kalın. Yaşarsak yine görüşeceğiz umarım’’ diye bitirdiği anılarının üç yüz küsur sayfalık ikinci cildini de bitirdim.

Şimdi sırada 1978'den sonra yaşadıkları var. Üçüncü kitap.

Bir de kendi yazmayacağı ama Çiçek Bar'ın müdavimlerine orayla ilgili anılarını yazdıracağı bir dördüncü kitap.

Eminim hepsini aynı heyecanla okuyacak, anlattığı yolculuğa birlikte çıkacağız.

Öyle değil mi Arif?

Hayat ‘‘yine de güzel yine de çiçek’’ değil mi?

TORBA SANAT EVİ

Önünden denize girebilir, isterseniz çayınızı içebilir, Edith Piaf'tan Jacques Brel'e ince ince çalan şarkıları dinleyebilir, şart değil ama güneş batarken istediğiniz içkiyi ısmarlayabilir, acıkınca da Sanat Evi'nin artık bilinen yemeklerinden yiyebilirsiniz. Fiyatlar makul.

Adres: Sahil yolu, 201, Torba.

Tel: (0252) 367 11 14.
Yazının Devamını Oku

Deniz üstünde beyaza boyanmış eski bir köşkün yediveren gülleri sarmış bahçesinde

26 Temmuz 2003
Bu aslında gecikmiş bir yazı.<br><br>Üç hafta önce yazılması gereken. Sıcaktan Boğaz'ın tüttüğü, ıhlamur kokularının insanın genzini yaktığı bir gece Mia Mensa'da Taner Demir ve Mehmet Coral ile yemek yedikten sonra, sıcağı sıcağına yazılması gereken bir yazı.

Yazamadım.

Bir, derken iki, sonra üç kitap okumam gerekti.

Yazı yazmak için kitap okumak gerekmez biliyorum. Üstelik de benim yazdığım tür yazılar için.

Ama bu kez gerekti.

Mehmet Coral'ın Taner'in arkadaşı olduğunu bile bilmiyordum.

Arkadaşıymış ve o gece birlikte yemeğe çıktık.

Oysa niyetim başkaydı.

Niyetim, kırk yıllık dostum Taner'le insanın sokağa çıkmak istemediği, sıcaktan bunaldığımız, nemden yapıştığımız, buram buram ıhlamur, iğde, Allah ne verdiyse kokan bir İstanbul akşamında, belki bir barda içmek, belki henüz gitmediğim bir lokantaya gitmekti.

Üstüne de yazı yazmak.

O TANER’Dİ

Önce birbirimizin hál ve gidişatını soracak, sonra ortak dostlarımızdan söz edecek, uzun bir aradan sonra şöyle baş başa bir akşam geçirmenin keyfini sürecektik. O bana her zamanki ‘‘N'aber?’’ bakışıyla üç saniye bakacak, ben her zamanki ‘‘İyidir işte’’ gülümsemesiyle omuz silkecektim. Anlayacaktı. Anlardı. O Taner'di.

Sonra biraz Ankara'nın puslu havasından, olup bitenlerden, başına çuval geçirilmenin benim anladığım dışında ne anlam ifade ettiğinden, uzağında kaldığım yıllar boyunca siyasetin her anlama gelen ve benim unuttuğum lehçelerinden, Enerji meselesindeki yolsuzluklardan, Mavi, Beyaz, Kırmızı, Sarı, Yeşil bildiğimiz bütün renklerdeki Akım’lardan konuşacaktık.

BİRAZ ABİ BİRAZ BABAYDI

On dakika sonra elbette sıkılacak, lafı döndürüp dolaştırmadan içimizdeki akımlara getirecektik. Dilimiz çözülecek, anlatacaktık. Daha çok ben.

O Taner'di: Konuşmazdı, dinlerdi.

O Taner'di: Biraz abi, biraz baba, biraz hamiydi.

O Taner'di: Susunca susan, sustukça kararan, karardığını kimsenin anlamadığını sanan.

O Taner'di: Ona hayatta sevdiklerini koruma görevi verildiğine inanan.

İnandığı için sevdiklerini kollayan.

O yüzden hepimizden fazla yorulan.

Ciğerinden vurulan.

Belki erken, herkes yemeğe otururken masadan kalkacak, evimizin yolunu tutacaktık. Belki de bütün müşterilerin gittiği, ışıkların sönüp yandığı, gitme zamanının işmarla anlatıldığı, garsonların iskemleleri masalara devirdiği yorgun lokantalardan devrile devrile çıkacak ama asla devrildiğimizin farkına varmayacaktık.

O Taner'di: Devrilmezdi.

Olmadı.

Niyetim elimde bavul, cebimde bilet, aklım beş karış, pusula Güney'i gösterirken, nereye gideceksem oraya gitmek; ama gitmeden önce, sevdiğim ve iyi tanıdığımı sandığım birkaç kişiyle birkaç yere gidip birkaç yazılık malzeme yedeklemekti.

Sonra da rahat etmek.

Taner'i aradım. İstanbul’daymış. Yeni gelmiş, hemen dönecekmiş. Nereye döneceğini kim bilir?

MIA MENSA'NIN TATLARI

Akşam Mia Mensa'da buluşmaya karar verdik. Mehmet Coral da gelecek.

Zaten Mia Mensa'nın, ilk açıldığı günden beri müdavimiyiz.

Taner ne zaman İstanbul'a gelse ne zaman fırsat bulsak Mia Mensa'ya gideriz.

Mia Mensa'nın sahibi Tayfun Taner'in iyi arkadaşı olduğu için değil, gerçekten yenilecekse İstanbul'da en makul fiyatlara en iyi İtalyan yemeği yenilen ender lokantalardan biri olduğu için.

Mia Mensa şimdi Kuruçeşme'de, ünlü Planet Spor Salonu ve Aşk Kahvesi’nin bitişiğinde.

Deniz üstünde beyaza boyanmış eski bir köşkün yediveren güller sarmış bahçesinde. Kış aylarında içeride, Boğaz'ın puslu grisine karşı, yaz aylarında gül ve iyot kokan bir bahçede oturup yemek yemek isteyenler için bulunmaz nimet.

İstanbul'un orta yerinde deniz kenarında bir ‘‘trattoria.’’

Penneyse penne, fettucineyse fettucine, tagliatelleyse tagliatelle. Çeşit çeşit, elde açılmış, acılı, yumurtalı, kıvamında.

İnce kesim dana carpaccio, bizim kavunlu prosciutto, tiramisu vesaire.

Nefis.

Son yıllarda tanıştığım en medeni ve en yabani insan üstüne kitaplarını okumadan bir satır bile yazılmazdı

Gittiğimde Taner, Mehmet Coral ile beni bekliyordu.

Adını Taner'den duyduğum, bir de bir zamanlar Radikal Gazetesi'nde yazdığı ‘‘Uçuş’’ yazılarından tanıdığım Mehmet Coral.

Yanında kitabını getirmiş: İZMİR 13 Eylül 1922.

Kapakta İzmir Yangını'nın ender bulunan bir fotoğrafı.

Arka sayfadaki alıntı ‘‘Tarihin akışı zorlanmaktan hoşlanmaz’’ diye başlıyor. ‘‘Kahramanlarını kendi seçer.’’

Sonra yazar üstüne birkaç satır. Amsterdam ve Lahey Üniversiteleri'nde okumuş, doktora yapmış. Kitapları tüm Balkan dillerine ve İngilizce'den Fransızca'ya, İtalyanca'dan Yunanca'ya çevrilmiş. Bizans'ta Kayıp Zaman, Konstantiniye'nin Yitik Günceleri, Sonsuz Meltem, Işıkla Yazılsın Sonsuza Adım ve elimde tuttuğum İzmir 1922.

Kendimi iyi okur sanırdım, hiçbirini okumamışım.

Utandım.

Yemekte biraz ondan biraz bundan konuştuk.

En sevdiği yazarın Dostoyevski olduğunu, uzun süredir işini eşine devrettiğini, artık sadece uçtuğunu, gezdiğini, tarih içinde gezindiğini söylediğinde yerin dibine battım.

Kendisi söz etmedi ama diğerleri ima etti. Aynı zamanda hatırı sayılır bir şarap uzmanıymış.

Gece uzadı, gece bitti.

Eve döndük.

Ertesi gün en yakın kitapçıdan bulabildiğim bütün kitaplarını aldım, okumaya başladım.

Olmazdı, şu son yıllarda tanıştığım en medeni ve en yabani insan üstüne kitaplarını okumadan bir satır bile yazılmazdı.
Yazının Devamını Oku

Bütün dansların özünde aşkın olduğunu anlatan bir hikaye

19 Temmuz 2003
Nerede kalmıştık? Geçen hafta anlattım: Hani üç günlüğüne Antalya'ya gitmiş, uçaklara binmiş, son gece Magic You-Ney adında henüz gün yüzüne çıkmamış dans gösterisini izlemiş, dansçıların teri kurumadan kulise girip hepsini tek tek olmasa bile toptan tebrik etmiş, şovun bel kemiği ve kasası olan Ali Erten'in heyecanını bir kez daha paylaşmış, Devlet Tiyatroları Genel Müdür Yardımcısı ve şovun yönetmeni Tamer Levent'i iki yanağından öpmüş, kostümleri tasarlayan Canan Göknil'i diğerleriyle birlikte ‘‘Bu işin altından da yüzümüzün akıyla kalktık’’ kutlamasını yapması için arkamda bırakıp otele dönmüştüm.

Ertesi sabah oldukça erken bir saatte Bodrum'a gitmek üzere yola çıktım.

Şimdi Bodrum'dayım.<

Ama Bodrum haberlerine geçmeden önce Konyaaltı Açık Hava Tiyatrosu'nda uluslararası tur operatörleriyle birlikte genel provasını izlediğim Ney gösterisinden söz etmek istiyorum. 12 Temmuz'dan bu yana Antalya'da sahnelenen, 16 Ağustos'ta Lütfi Kırdar Salonu'nda Uluslararası Felsefe Kongresi için dünyanın dörtbir yanından gelmiş felsefecilerin ve İstanbulluların karşısına çıkacak olan Ney'den.

Birkaç yıl önce Ankaralı bir işadamı o güne kadar kimsenin göze alamadığı bir işe para yatırdı. Önce Mydonose Showland'i açtı arkasından da İstanbul'un en büyük kapalı salonlarından biri olan bu salonda o güne kadar yapılmamış bir dans gösterisi için yatırım yapmayı kabul etti: Yalçın Çevikel.

Ona ve bu işe gönül verenlere göre artık bizim de River Dance gibi dünyayı ayağa kaldıran bir dans gösterimizin olmasının zamanı gelmişti. Hemen çalışmaya başladılar. Müzik kime yaptırılmalı, ışık nasıl olmalıydı? Kostümleri kim hazırlamalı ayakkabılar nereden alınmalıydı? Daha binlerce ayrıntı.

ÇALIŞMA KAMPI KOŞULLARI

Gazete ilanlarıyla aranılıp bulunan dansçılar neredeyse çalışma kampı koşullarında çalıştılar. Bu iş için biraraya gelen ünlü folklor hocaları ve Nesrin Topkapı gibi oryantalin ruhunu bilen ustalar kimsenin gözünün yaşına bakmadı. Bu zor koşullara dayanan kaldı dayanamayan gitti. Aylarca süren çalışmalar bittiğinde, İstanbullular karşılarında o güne kadar görmedikleri bir gösteriyle karşılaştılar: Sultans of the Dance.

Doksan dansçı hep birlikte horon tepiyor, semazenler dönüyor, efeler efeleniyor, ortada yanan ateş herkesi kavuruyordu.

Sultans of the Dance önce İstanbulluları, ardından çıktıkları turneyle Türkiye'yi fethetti.

Sonra bütün güzel şeyler gibi o da bitti.

Mustafa Erdoğan'la Yalçın Çevikel'in para konusunda anlaşamadıkları söylendi. Mustafa Erdoğan kendisiyle kalmayı kabul eden dansçılarla Anadolu Ateşi adı altında şovu sürdürdü.

Mustafa Erdoğan'la yollarını ayıran ama Sultance of the Dance'ı Sultance of the Dance yapan yönetici kadro bu kez Magic World kuruluşunun onlardan yeni bir gösteri hazırlamalarını istemesi üzerine kollarını sıvadı ve adını NEY koydukları gösteri için çalışmaya başladı.

ELBETTE NESRİN TOPKAPI

Başarılı olduğunu bildikleri yöntemi uyguladılar: Gene gazetelere ilanlar verildi. Başvuran yüzlerce genç arasından en iyileri seçildi. Cihan Sezer müzikleri yaptı, geleneksel danslar için Şinasi Pala, özgün danslar için Aydan Türker, elbette Nesrin Topkapı, yöre dansları için beş ayrı hoca derslere başladı. Haftalarca İstanbul'da, dans stüdyosuna dönüştürülen bir salonda çalıştılar. Havaların ısınmasıyla birlikte ilk gösterilerini yapıp kelimenin her anlamıyla pişecekleri Antalya'ya geldiler. Işık ve ses düzeni Viyana'dan geldi. Vietnam'dan Amerika'ya altmış yedi ülkeden yüzlerce müzisyen stüdyolara girip kayıt yaptı. Üç yüz kişilik bir grup aylarca deli gibi çalıştı ve ortaya NEY çıktı.

İşte benim genel provasına gittiğim gösteri bu gösteri.

İzler izlemez anlıyorsunuz. Ortada gerçekten çok emek verildiği belli bir çalışma ve okumasını bilenlere anlatılan bir hikaye var: Ney sesine dönen semazenle başlayan, semahla devam eden, halaylarla süren, 15. yüzyıl ressamı Siyah Kalem'e selam edip Kafkasya'ya uzanan, dönüp buraya gelen, Tanrı Dyonyssos'un ayak izlerini izleyen, efelerin yiğitliğini, romanların gözüpekliğini, rakkaselerin kıvraklığını ama her şeyden önce bütün dansların özünde aşkın olduğunu anlatan bir hikaye.

Bu toprakları, bu topraklarda kurulmuş uygarlıkları, onların danslarını anlatan bir hikaye.

Dediğim gibi ben Ney'i Antalya'da Açık Hava Tiyatrosu’nda tepemizde dolun olmasına ramak kalmış bir ay parıldarken izledim. Ve sevdim.

İzleyenler, izleyecekler olanlar Ney'i ister istemez Sultans of the Dance'la kıyaslayacaklar. Kimi birindeki davulları övecek, diğeri Kafkas danslarından söz edecek.

Kimi o ilkti diyecek, beriki başka bir şey söyleyecek.

Danslar farklı olsa da çerçeve benzer olduğu için bu kıyaslamalar kaçınılmaz olarak yapılacak. Ney'i hazırlayanlar da bunun böyle olacağının farkında.

Deliler gibi çalışmaları, kılı kırk yarmaları bundan.

Sonra bir gün, birileri ben bu hikayeyi başka türlü anlatırım diye meydana çıkacak.

Önüne kıstas olarak Ney'i alacak. Onu aşmaya çalışacak.

Bu böyle sürüp gidecek.

Çıta giderek yükselecek ve ortaya bin yıllık düşlerin anlatıldığı 'rengarenk' masallar çıkacak.

Bize de ayağa kalkıp avuçlarımız patlayana kadar alkışlamak kalacak. Benim yaptığım, sizin de yapacağınız gibi.

Güzel şeylerle karşılaşınca heyecanlanan bütün insanlar gibi.

BİR DÜZELTME: Bundan iki hafta önce yayımlanan, yani Mustafa Oğuz, Şener Şen, Gül ve Dilara Endican'la birlikte yediğimiz yemeği anlattığım yazımda, Eğlence Sokak No: 8’de, Mustafa Oğuz'un da ortağı olduğu mekanın adını inatla City Club olarak yazmışım. Doğrusu CİTY CAFE. Hani insan bir yanlışı doğru beller diline dolar ya, bu da öyle olmuş. Hem Mustafa'dan hem de -meğer öyle bir yer de varmış- City Club adındaki işletmeden özür dilerim.
Yazının Devamını Oku

Sazlıklarla dolu küçük ırmağa indiğimizde karar verdim: Ben deniz uçağını sevdim

12 Temmuz 2003
Sözüm var.<br><br>Antalya'ya gidecek, yaklaşık dört aydır geceli gündüzlü üstünde çalıştıklarını bildiğim Magic You-Ney adlı şovu izleyeceğim... Şovun hemen her şeyi, benim de eski bir arkadaşım olan Ali Erten telefon edip 8 Temmuz'da ilk genel provalarını yapacaklarını söylediğinde hemen bavulumu toplamaya başladım.

Hazır oraya gitmişim sadece şovu izleyip dönmek olmaz. Üç günlük yolculuktan üç kitaplık yazı kotarmaya çalışan cevval gazeteciler gibi yapmalı, bir önceki Antalya seferimde görüp bayıldığım Hillside Su ve Beach Park üstüne de bir şeyler yazmalıyım.

Hem şovun hem de Cem Yılmaz'ın şu aralar Antalya'da çekmekte olduğu filminin kostümlerini hazırlayan Canan Göknil'le buluşmalı, heyecandan yerinde duramayan Ali'yi izlemeli, yıllarca Devlet Tiyatroları'nda çeşitli oyunlar yönettikten sonra şimdi elinde mikrofon, kimi gazete ilanıyla aranıp bulunmuş, kimi de kendisi koşup başvurmuş genç dansçılara neyi nasıl yapacaklarını; selama çıktıklarında sahnede kaç saniye kalacaklarını bile ince ince anlatan Taner Levent'i görmeli, ışıkçısından sesçisine kan ter içinde çalışan; neme, sıcağa, son dakikada ortaya çıkan bütün aksaklıklara rağmen moralleri bozulmayan 70-80 kişilik genç bir grupla birlikte olmalı, onlarla ve hocalarıyla konuşmalı, bu arada ne İtalya'da ne ünlü Fransız Rivierası'nda görmediğim güzellikteki Beach Park'ta gezinmeli, akşam saatlerinde oradaki barlardan birinde içki içmeli, zaman kalırsa herhangi bir plajda şezlonglara serilmeli, beyaz peynir karpuz yemeli, gece de bembeyaz otelime dönüp dinlenmeliyim.

Ve üç günlük yolculuktan en az üç yazıyla dönmeliyim.

Yaptım mı? Yaptım.

Başından anlatayım:

Tam biletler alınmış, bavullarımı toplamış, yola çıkmaya hazırlanıyordum ki Hürriyet'te Ayşe Arman'ın üstelik ertesi gün de süreceği bildirilen uzun Hillside Su yazısı çıktı: İçim cız etti. Hem git şu anda Türkiye'nin en gözde otelinde kal hem üstüne yazama. Bir ara, ‘‘Gitmesem mi acaba?’’ diye düşündüm. Sonra aklıma şov, ilk genel provalarını izleyeceğime dair Ali'ye verdiğim söz, bir haftadır Antalya'da olan ve dört gözle beni bekleyen Canan geldi. Ama Antalya'dan en az üç yazı kotarmadan dönmeyeceğime ahdetmişim ya o zaman ben de hem şovu hem de Beach Park'ı yazar, üstelik her ne kadar Herakleitos; 'İnsan aynı suda iki kez yıkanmaz' demiş olursa olsun, su aynı su, yıkananlar farklı olduğuna göre, kendi suyumu kendime göre anlatır, günü gelince de yayımlarım dedim. Rahatladım, uçağa bindim.

HANGİ HESAP UYMUŞ Kİ!

Ne yapacağım belli:

Önce otelde Canan'la buluşacak, sonra Beach Park'ta dolaşacağım. Sadece dolaşmakla kalmayıp hayatımda ilk kez deniz uçağına binip üstünde de uçacağım.

Akşam, bir içki içmek için şu anda Beach Park'ın en gözde barlarından biri olduğu söylenen Buzul Bar'a gideceğim. Provalardan vakit bulursa Ali ve Canan da oraya gelecek. Bir de parkın başarılı genel Müdürü Murat Süğülü ile tanışıp bu başarının altında neyin yattığını konuşacağım. Ertesi gün yazımı yazıp yollayacak akşam da parkın içindeki tiyatroda tur organizatörlerinin de katılacağı ilk genel provayı izleyeceğim. Bir sonraki haftanın yazısı da bu olacak. Sonra Bodrum'a geçecek, kiminle nereye çıksam diye düşünmeden bir tatil yapacağım. Artık hakkım.

Hangi hesap ne zaman bana uymuş ki bu hesap uysun?

Ama doğruya doğru ilk günü tam da düşündüğüm gibi geçirdim. Canan alı al moru mor otele geldi, yandaki odaya yerleşti. Cem Yılmaz'ın filminde 160 kişinin otuz metrelik pelerinler giyip sıcaktan ölmezlerse çekecekleri uzun bir sahne varmış. Birkaç saat kalıp çekimlerin yapıldığı stüdyolara gitmesi gerekiyor. Belli ki çok yorgun. Aklı havuz başında oturup benimle konuşmaktan, ruhu odasına çıkıp bir-iki saat uyumaktan yana.

Biraz konuştuk. Sonra o odasına çıktı. Ben de uçağa binmek için Kumulu'ya gittim.

KIRMIZI FULARLI PİLOT

Hakan Osanmaz Nüfus Müdürlüğü'nde soyadını yanlış duyan bir memurun kurbanı. Soyadı aslında kendisi gibi Usanmaz olacakmış. Altında çiçekli mayosu üstünde apoletli pilot gömleği, boynunda kırmızı fularıyla beni bekliyor. Elbette gözünde de pilot gözlükleri. Rumeli Hisarı çocuğuymuş. Hem pilot hem kaptanmış. Türkiye'ye deniz uçağını ilk kendisi getirmiş. O gün bu gün kim nereye gitmek isterse taşıyor, genç pilotlara deniz uçağı kullanmanın inceliklerini öğretiyor, gönüllü olarak sintine boşaltan tekneleri izliyor, orman yangınlarını ihbar ediyor, jet ski’ye atlayıp Akdeniz'de kaybolanları buluyor, şelalenin altında evlenme teklif etmek isteyen zamparalara işlerini kolaylaştırmak için sürpriz yapıp buz gibi şampanya çıkartıyor, kadınların hemen ‘‘Evet’’ demelerine çanak tutuyormuş. Beach Park onun sponsoruymuş. Elime tutuşturduğu kartta Hakan Osanmaz Havacılık İşletmesi yazıyor. Ama görünen o ki bu işletmeyi Hakan ve bir ad taktığına emin olduğum küçük deniz uçağı oluşturuyor.

Havalandık. Kah alçalıp yüzenlerin, sörf yapanların, güneşlenenlerin, kah yükselip dağların, bulutların üstünden uçtuk.

Burada iniş yapmak Vietnam'a benziyor diye Hakan beni sazlıklarla dolu küçük bir ırmağa indirdiğinde karar verdim: Ben deniz uçağını sevdim.

Otele dönüp hazırlandım. Çıkacağım.

O gece çıkmasına çıktım, arkadaşlarımla buluştum, Buzul Bar'da şarap içtim, üzümlü, cevizli nefis bir peynir tabağındaki bütün peynirleri yedim, sonradan uğradığımız Murphy's'in sahibinin kırk yıllık arkadaşım Metin olduğunu görerek şaşırdım, annesi Jinet'in her yıl özenle yaptığı vişne likörlerinden içtim, eski günleri yad ettim ama çektirdiğim fotoğraflar, bütün gece ilgiyle dinlediğim konuşmalar, yazıya dökülmeyecek gibi. Hepsi bende saklı. Neden mi? Onu da ertesi gün öğrendim. Hürriyet Seyahat Antalya Özel Sayısı yapmış ve benim dolaştığım bütün yerleri Lonely Planet Reyan Tuvi dolaşmış.

Sen misin üç günlük yolculuktan üç yazı çıkarmaya çalışan?

Ertesi akşam, hem Hillside Su Otel’in hem Beach Park'ın sahibi Onat Menzilcioğlu, en yakın çalışma arkadaşı Serdar Güçar, kolunu incittiği için kendini şimdilerde Çolak Murat olarak tanımlasa da ne yakışıklılığından ne de cevvaliyetinden bir şey kaybetmeyen, kanını canını Su Oteli'ne yatıran Murat Tufan, otelde konuk olduğum sürece elini nefesini bende tutan Feride Edige'yle birlikte hemen hepsi yakın arkadaşlarım olan Magic You-Ney ekibinin şovunu izlemeye gittik.

Tamer Yılmaz'ın hemen yanına geçtik. Ömer Önder sahneye çıkıp, bu işe nasıl kalkıştıklarını, Magic World ve Vasco Turizm’in katkılarını, nasıl bu kadar kısa süre içerisinde hazırlandıklarını, 300'e yakın insanın gecesini gündüzüne katarak nasıl çalıştığını, müziğinden ışığına her şeyi nasıl ince eleyip sık dokuyarak seçtiklerini, kostümler için kaç parça metal, kaç maske hazırlandığını kısaca anlattı. ‘‘Fazla söze gerek yok, izleyip kararınızı siz verin’’ der gibi.

Sonra ışıklar karardı, senfonik bir müzik her yeri kapladı; şov başladı.

Ney nasıl mıydı? Bana sorarsanız böyle bir gösteri üstüne fazla bir şey yazılamaz. Olsa olsa gidin görün diye önerilebilir. 12 Temmuz'dan itibaren Antalya'da daha sonra Uluslararası Felsefe Kongresi için 16 Ağustos'ta İstanbul'da Lütfi Kırdar Salonu’ndalar. Sonra ver elini Aspendos, oradan da Allah bilir nereye?

Ayrıca ince ince yazmamam da biraz inadımdan. Madem bir yolculuktan üç yazı çıkaramadım, tek yazıda her şeyden biraz söz eder, gerçekten de çok beğendiğim bu şovun ayrıntılarını anlatmayı Ağustos'taki gösterilerine bırakırım.

Ben anlatmazsam Fidayda'yı, 58 yaşında olduğunu sonra öğrendiğim filinta gibi altın dişli Rus dansçısını, bıçaklarla dans eden lastik kadını, o renk ve müzik şölenini size kim anlatacak? Devamı haftaya.
Yazının Devamını Oku

Eğlence Sokak No:8 Sohbet koyulaştı havada bir hafiflik ufukta mavilik vardı

5 Temmuz 2003
Arnavutköy'de çarşıdan yukarı doğru çıkarken kendisi de adı gibi şenlikli bir sokak var: Eğlence Sokak. Eğlence Sokak, sıcak yaz akşamlarında çocukların hálá kukalı saklambaç oynadığı, gençlerin duvar üstünde oturup çekirdek çitlediği, evlerin önünde küçük bahçeler olan, sardunyalı balkonlara sofralar kurulan sokaklardan.

Mustafa Oğuz'un işyeri de orada. Eğlence Sokak, 8 numarada.

Mustafa bundan birkaç yıl önce yeni bir işyerine taşınması gerektiğinde bu sokakta eski bir köşkü gözüne kestirmiş, alıp yenilemiş.

Sokağın adının neden Eğlence Sokak olduğunu sorduğunda mahallenin yaşlıları birbirinden farklı hikayeler anlatmışlar: Kimi 20 yıl öncesine kadar yaz aylarında bu sokakta şölenler düzenlendiği, kimi uzun yıllar çarşıda kıtır kurabiyeler satan, satarken de birbirinden komik fıkralar anlatan Bal Mahmut misali bir adam burada oturduğu için sokağa bu adın verildiğini söylüyormuş.

Kimi de 6-7 Eylül'den sonra zoraki olarak İstanbul'u terk edip giden ama Arnavutköy'de yaşadığı yıllar boyunca sokağın bitimindeki köşkün ve mahallenin tek radyosunun sahibi olmanın hakkını veren, hali vakti yerinde bir Madama'dan söz ediyormuş. Anlattıklarına bakılırsa yaz aylarında, hava kararır kararmaz bu şen şakrak Madama köşkün pencerelerini ve radyonun sesini sonuna kadar açar, pencerenin altına gelen çoluk çocuk, genç yaşlı bütün Arnavutköy sakinleri de cızırtılı bir sesin söylediği şarkılar eşliğinde sabaha kadar eğlenirlermiş.

Gördüğünüz gibi rivayet muhtelif.

Mustafa akla en yakın olanın radyolu Madam hikayesi olduğunu söylüyor. Belki de anlatılanların hepsi doğrudur. Hem hınzır, hazır cevap bir adam, hem cevval, hayat dolu bir kadın bu sokakta oturmuşlardır kim bilir?

Ama belli ki Mustafa'nın gözdesi Radyolu Madam hikayesi.

Bence buraya da sırf bu yüzden taşındı. Hem köşkün endamına hem sokağın adına bayıldı.

Ayrıca doğruya doğru: Saint Joseph lisesini bitirip turizmci olmaya karar veren ama Egemen Bostancı'yla karşılaşınca turizmciliği unutan, Şan Tiyatrosu'nun tozunu yutunca da iflah olmayıp gösteri dünyasının perde arkasını mesken tutan, Türkiye'nin ünlü bütün şarkıcıları, müzisyenleri, oyuncularıyla çalışmış; şov dünyasının renkli ama bir o kadar da kaprisli insanlarıyla boğuşmuş, Rumeli Hisar Konserleri'ni başlatmış, Açık Hava Tiyatrosu'nu kimbilir kaç kez tıka basa doldurmuş, Türkiye'yi ekran başına kilitleyen ilk yerli dizilerden İkinci Bahar'ın yapımcısı için bundan daha uygun bir adres olur mu?

MUSTAFA OĞUZ'UN CITY CLUB'I

Yaşanılan yerin hakkını vermek gerek ya, Mustafa da sadece işyerini buraya taşımakla kalmamış bundan bir süre önce de bahçe katında küçük bir kafe-restoran açmış: City Club.

Allahtan yalnız değil.

Yanında onu bu işi yapmaya ikna eden, Akaretler'deki City Club'ün de sahibi olan eski dostu Osman Uslu var.

Yoksa Mustafa gibi yemesini içmesini olduğu kadar ikramı da seven, gani gönüllü birinin tek başına yapacağı iş değil bu iş.

Parmak ısırttıran bir yer açmasına açarsınız da, eşiniz dostunuz yer içer, siz batarsınız.

Son zamanlarda özellikle de hafta sonlarında İstanbul'da değildim. Arayan bütün arkadaşlarım önce ne yaptığımı soruyor, İstanbul dışında olduğumu öğrenince de düşman çatlatır gibi City Club'de olduklarını söylüyorlardı.

Döner dönmez ilk fırsatta Mustafa'yı aradım ve çarşamba akşamı bir kadeh içmek için City Club'e uğradım.

İçerisi son zamanlarda moda olan, sanki gelenler fazla oturmasınlar da bir an önce kalksınlar anlayışıyla benim soğuk, hatta biraz da itici bulduğum kimi yerler gibi 'düzenlenmemiş.'

Eski deri koltuklar, ahşap masalar, ayaklı beyaz abajurlar, bir-iki yere asılmış resim, birkaç film afişi, bol bol mum kullanılarak adam gibi 'döşenmiş.' Duvarlardaki tuğlalar, köşkün desenli zemin kaplamaları sökülmemiş. Bir köşede dirseğinizi dayadığınız, bir de sohbet edecek birini bulduğunuz anda önünden kolay kolay ayrılmayacağınız bir bar var.

Kaç kadeh içeceğiniz ise size kalmış.

Dışarıda, küçük yemyeşil bir bahçe.

Gittiğimde Mustafa, Dilara Endican'la oturmuş, şarabını içiyordu.

Biraz sonra Gül geldi. Ama gecenin sürprizi Şener Şen'di.

En azından benim için.

Mustafa Oğuz, Fransızların deyişiyle yaşama sanatını bilir. İyi şaraplar, iri purolar içmekten hoşlanır. Ama iyi şarapları uzun uzun koklarken etrafa caka satan, purolarını silah gibi kullanan adamlara benzemez.

DİLARA DÖVMESİNİ KENDİ ÇİZER

Dilara, doğma büyüme Bebek'lidir ama bebek kadın değildir. Dövmesini suratına kendi çizer, suretini kendi belirler. Yıllarca Nişantaşı'nda çalıştı. Nişan takmayıp nişan aldı. Herkes Galatasaray taraftarıydı ama o tribünlerden düşüp yaralandı. Hep farklıydı da sanki erken farkına vardı.

Yapım şirketinin adını 'Zehir' koymuş.

Yığınla iş yapıyor. Benim ilgimi en çok 'yaşamöyküsü' çalışmaları çekti.

Sevdiğiniz birinin özel bir gününü kutlamak istediğinizde gül göndermiyor Dilara'ya geliyorsunuz. Çerçeveyi o çiziyor. Kitapsa kitap, filmse film, kutlamaysa kutlama; o insan sizin için özel ya.

Gül, çünkü'lerle, ya da'larla, hani'lerle, belki'lerle, ama'larla konuşmayan bir kadın. Ne düşünüyorsa söyleyen, lafını esirgemeyen.

Sevdiği zaman tam seven, sevmezse geri çekilen.

Şair ne demiş:

‘‘Yakasında kocaman bir düğme

Sevinci bitiştiren acıya

Ayıran kuşkuyu inançtan

Bir Çerkez mızıkası gibi rengarenk

İki adet kuş çantasında

Biri oğlu da diğerinin adı Mustafa mı acaba?’’

ŞENER ŞEN ANLATILAMAZ

Şener Şen'e gelince onu anlatmaya benim sözcüklerim, dahası burada karalayacağım bir iki satır yetmez. Zaten insan hayranı olduğu biri için kolay kolay bir şeyler karalayamaz. Eli titrer, yazdıklarının içi boşalır, kelimeler havada asılı kalır.

O akşam da başında şapkası, yüzünde hepimizin yakından tanıdığı muzip gülümsemesi çıkageldiğinde dondum kaldım. Soracak binlerce sorum vardı hiçbirini soramadım.

Anlattıklarına kulak kabarttım: Yavuz Turgul, Eşkıya'yı bitirdikten sonra yeni bir senaryo yazmaya başlamış. Aşağı yukarı yedi yıl olmuş. Yeni bir film kapıdaymış.

Sadece Yavuz Turgul ile çalışırım diye bir koşul ileri sürmüyormuş ama önüne de içine sinen bir proje gelmiyormuş. O da acelesi olmayan bütün büyük oyuncular gibi sabrı heybesine koymuş, bekliyormuş.

Sinema her şeyden önce senaryo, sonra da yönetmenin sanatıdır diyor.

Alçakgönüllük etmiyor kendisinin de önemli bir oyuncu olduğunu söylüyor.

Rollerine nasıl hazırlandığını sordum: Ertem Eğilmez'in bir filmi için dört nala giden bir ata binmesi gerekmiş, Atlı Spor Kulübü'nde at binmeyi öğreten emekli bir albaydan dersler almaya başlamış. At üstünde tırıs üç gün geçirdikten sonra ne zaman dört nal gidebileceğini sorduğu albay; ‘‘En az altı haftan daha var’’ dediğinde, ‘‘Ben ata binemeden film bitecek, Ertem Abi de bana kükreyecek’’ diye düşünmüş. Atın böğrünü dürtmesiyle, at dört nala. Albay sus pus.

Eşkıya için poligonda çalışmış.

İkinci Bahar için de kebapçılarda. Nasıl hızlı hızlı parmak kesilmeden soğan doğranır, insanın gözü nasıl yaşarır, elindeki bezi nereye atarsın, ocağın neresinde durursun?

Yeşilçam'da küçük rollerle başlayan, Egemen Bostancı'nın müzikalleriyle, Ertem Eğilmez'in kült filmleriyle devam eden, Züğürt Ağa'dan başlayıp Eşkıya'ya son yılların en iyi filmlerinde unutulmaz tiplemelerle süren bir kariyerde anlatılacak anı biter mi? Elbette bitmez.

Dedim ya soramadım.

Karşısında dut yemiş bülbül gibi oturdum.

İnşallah bir dahaki sefere.

City Club'e akşam üstü bir kadeh içki içmeye ve Mustafa'yı görmeye uğramıştım. Unutmuşum: İnsan Mustafa ile birlikteyken bir kadeh içip kalkamaz.

İkinci kadehi de içer hatta üçüncüsünü, gerekirse dördüncüsünü de. Ama gece asla sizin planladığınız gibi bitmez. Sürprizlere gebedir. Uzun süredir görmediğiniz bir arkadaşınız çıkagelir, içiniz kazınır, Mustafa ısrar etmeden ıspanaklı penne'nin iyi olduğunu söyler, masaya bir iki tane daha önce yemediğiniz tadımlık gelir, laf lafı açar sohbet koyulaşır ama asla ağırlaşmaz, havada bir hafiflik, saat kaç olursa olsun ufukta bir mavilik olur.

Kalktığımızda gece yarısını geçmişti, her yer maviydi.
Yazının Devamını Oku

Eğlence Sokak No:8 Sohbet koyulaştı havada bir hafiflik ufukta mavilik vardı

5 Temmuz 2003
Arnavutköy'de çarşıdan yukarı doğru çıkarken kendisi de adı gibi şenlikli bir sokak var: Eğlence Sokak.Eğlence Sokak, sıcak yaz akşamlarında çocukların hálá kukalı saklambaç oynadığı, gençlerin duvar üstünde oturup çekirdek çitlediği, evlerin önünde küçük bahçeler olan, sardunyalı balkonlara sofralar kurulan sokaklardan.Mustafa Oğuz'un işyeri de orada. Eğlence Sokak, 8 numarada. Mustafa bundan birkaç yıl önce yeni bir işyerine taşınması gerektiğinde bu sokakta eski bir köşkü gözüne kestirmiş, alıp yenilemiş.Sokağın adının neden Eğlence Sokak olduğunu sorduğunda mahallenin yaşlıları birbirinden farklı hikayeler anlatmışlar: Kimi 20 yıl öncesine kadar yaz aylarında bu sokakta şölenler düzenlendiği, kimi uzun yıllar çarşıda kıtır kurabiyeler satan, satarken de birbirinden komik fıkralar anlatan Bal Mahmut misali bir adam burada oturduğu için sokağa bu adın verildiğini söylüyormuş.Kimi de 6-7 Eylül'den sonra zoraki olarak İstanbul'u terk edip giden ama Arnavutköy'de yaşadığı yıllar boyunca sokağın bitimindeki köşkün ve mahallenin tek radyosunun sahibi olmanın hakkını veren, hali vakti yerinde bir Madama'dan söz ediyormuş. Anlattıklarına bakılırsa yaz aylarında, hava kararır kararmaz bu şen şakrak Madama köşkün pencerelerini ve radyonun sesini sonuna kadar açar, pencerenin altına gelen çoluk çocuk, genç yaşlı bütün Arnavutköy sakinleri de cızırtılı bir sesin söylediği şarkılar eşliğinde sabaha kadar eğlenirlermiş.Gördüğünüz gibi rivayet muhtelif.Mustafa akla en yakın olanın radyolu Madam hikayesi olduğunu söylüyor. Belki de anlatılanların hepsi doğrudur. Hem hınzır, hazır cevap bir adam, hem cevval, hayat dolu bir kadın bu sokakta oturmuşlardır kim bilir?Ama belli ki Mustafa'nın gözdesi Radyolu Madam hikayesi.Bence buraya da sırf bu yüzden taşındı. Hem köşkün endamına hem sokağın adına bayıldı.Ayrıca doğruya doğru: Saint Joseph lisesini bitirip turizmci olmaya karar veren ama Egemen Bostancı'yla karşılaşınca turizmciliği unutan, Şan Tiyatrosu'nun tozunu yutunca da iflah olmayıp gösteri dünyasının perde arkasını mesken tutan, Türkiye'nin ünlü bütün şarkıcıları, müzisyenleri, oyuncularıyla çalışmış; şov dünyasının renkli ama bir o kadar da kaprisli insanlarıyla boğuşmuş, Rumeli Hisar Konserleri'ni başlatmış, Açık Hava Tiyatrosu'nu kimbilir kaç kez tıka basa doldurmuş, Türkiye'yi ekran başına kilitleyen ilk yerli dizilerden İkinci Bahar'ın yapımcısı için bundan daha uygun bir adres olur mu?MUSTAFA OĞUZ'UN CITY CLUB'IYaşanılan yerin hakkını vermek gerek ya, Mustafa da sadece işyerini buraya taşımakla kalmamış bundan bir süre önce de bahçe katında küçük bir kafe-restoran açmış: City Club.Allahtan yalnız değil.Yanında onu bu işi yapmaya ikna eden, Akaretler'deki City Club'ün de sahibi olan eski dostu Osman Uslu var.Yoksa Mustafa gibi yemesini içmesini olduğu kadar ikramı da seven, gani gönüllü birinin tek başına yapacağı iş değil bu iş.Parmak ısırttıran bir yer açmasına açarsınız da, eşiniz dostunuz yer içer, siz batarsınız.Son zamanlarda özellikle de hafta sonlarında İstanbul'da değildim. Arayan bütün arkadaşlarım önce ne yaptığımı soruyor, İstanbul dışında olduğumu öğrenince de düşman çatlatır gibi City Club'de olduklarını söylüyorlardı.Döner dönmez ilk fırsatta Mustafa'yı aradım ve çarşamba akşamı bir kadeh içmek için City Club'e uğradım.İçerisi son zamanlarda moda olan, sanki gelenler fazla oturmasınlar da bir an önce kalksınlar anlayışıyla benim soğuk, hatta biraz da itici bulduğum kimi yerler gibi 'düzenlenmemiş.'Eski deri koltuklar, ahşap masalar, ayaklı beyaz abajurlar, bir-iki yere asılmış resim, birkaç film afişi, bol bol mum kullanılarak adam gibi 'döşenmiş.' Duvarlardaki tuğlalar, köşkün desenli zemin kaplamaları sökülmemiş. Bir köşede dirseğinizi dayadığınız, bir de sohbet edecek birini bulduğunuz anda önünden kolay kolay ayrılmayacağınız bir bar var.Kaç kadeh içeceğiniz ise size kalmış.Dışarıda, küçük yemyeşil bir bahçe.Gittiğimde Mustafa, Dilara Endican'la oturmuş, şarabını içiyordu.Biraz sonra Gül geldi. Ama gecenin sürprizi Şener Şen'di.En azından benim için.Mustafa Oğuz, Fransızların deyişiyle yaşama sanatını bilir. İyi şaraplar, iri purolar içmekten hoşlanır. Ama iyi şarapları uzun uzun koklarken etrafa caka satan, purolarını silah gibi kullanan adamlara benzemez.DİLARA DÖVMESİNİ KENDİ ÇİZERDilara, doğma büyüme Bebek'lidir ama bebek kadın değildir. Dövmesini suratına kendi çizer, suretini kendi belirler. Yıllarca Nişantaşı'nda çalıştı. Nişan takmayıp nişan aldı. Herkes Galatasaray taraftarıydı ama o tribünlerden düşüp yaralandı. Hep farklıydı da sanki erken farkına vardı.Yapım şirketinin adını 'Zehir' koymuş.Yığınla iş yapıyor. Benim ilgimi en çok 'yaşamöyküsü' çalışmaları çekti.Sevdiğiniz birinin özel bir gününü kutlamak istediğinizde gül göndermiyor Dilara'ya geliyorsunuz. Çerçeveyi o çiziyor. Kitapsa kitap, filmse film, kutlamaysa kutlama; o insan sizin için özel ya.Gül, çünkü'lerle, ya da'larla, hani'lerle, belki'lerle, ama'larla konuşmayan bir kadın. Ne düşünüyorsa söyleyen, lafını esirgemeyen.Sevdiği zaman tam seven, sevmezse geri çekilen.Şair ne demiş:‘‘Yakasında kocaman bir düğmeSevinci bitiştiren acıyaAyıran kuşkuyu inançtanBir Çerkez mızıkası gibi rengarenkİki adet kuş çantasındaBiri oğlu da diğerinin adı Mustafa mı acaba?’’ŞENER ŞEN ANLATILAMAZŞener Şen'e gelince onu anlatmaya benim sözcüklerim, dahası burada karalayacağım bir iki satır yetmez. Zaten insan hayranı olduğu biri için kolay kolay bir şeyler karalayamaz. Eli titrer, yazdıklarının içi boşalır, kelimeler havada asılı kalır.O akşam da başında şapkası, yüzünde hepimizin yakından tanıdığı muzip gülümsemesi çıkageldiğinde dondum kaldım. Soracak binlerce sorum vardı hiçbirini soramadım.Anlattıklarına kulak kabarttım: Yavuz Turgul, Eşkıya'yı bitirdikten sonra yeni bir senaryo yazmaya başlamış. Aşağı yukarı yedi yıl olmuş. Yeni bir film kapıdaymış.Sadece Yavuz Turgul ile çalışırım diye bir koşul ileri sürmüyormuş ama önüne de içine sinen bir proje gelmiyormuş. O da acelesi olmayan bütün büyük oyuncular gibi sabrı heybesine koymuş, bekliyormuş.Sinema her şeyden önce senaryo, sonra da yönetmenin sanatıdır diyor.Alçakgönüllük etmiyor kendisinin de önemli bir oyuncu olduğunu söylüyor.Rollerine nasıl hazırlandığını sordum: Ertem Eğilmez'in bir filmi için dört nala giden bir ata binmesi gerekmiş, Atlı Spor Kulübü'nde at binmeyi öğreten emekli bir albaydan dersler almaya başlamış. At üstünde tırıs üç gün geçirdikten sonra ne zaman dört nal gidebileceğini sorduğu albay; ‘‘En az altı haftan daha var’’ dediğinde, ‘‘Ben ata binemeden film bitecek, Ertem Abi de bana kükreyecek’’ diye düşünmüş. Atın böğrünü dürtmesiyle, at dört nala. Albay sus pus.Eşkıya için poligonda çalışmış.İkinci Bahar için de kebapçılarda. Nasıl hızlı hızlı parmak kesilmeden soğan doğranır, insanın gözü nasıl yaşarır, elindeki bezi nereye atarsın, ocağın neresinde durursun?Yeşilçam'da küçük rollerle başlayan, Egemen Bostancı'nın müzikalleriyle, Ertem Eğilmez'in kült filmleriyle devam eden, Züğürt Ağa'dan başlayıp Eşkıya'ya son yılların en iyi filmlerinde unutulmaz tiplemelerle süren bir kariyerde anlatılacak anı biter mi? Elbette bitmez.Dedim ya soramadım.Karşısında dut yemiş bülbül gibi oturdum.İnşallah bir dahaki sefere.City Club'e akşam üstü bir kadeh içki içmeye ve Mustafa'yı görmeye uğramıştım. Unutmuşum: İnsan Mustafa ile birlikteyken bir kadeh içip kalkamaz. İkinci kadehi de içer hatta üçüncüsünü, gerekirse dördüncüsünü de. Ama gece asla sizin planladığınız gibi bitmez. Sürprizlere gebedir. Uzun süredir görmediğiniz bir arkadaşınız çıkagelir, içiniz kazınır, Mustafa ısrar etmeden ıspanaklı penne'nin iyi olduğunu söyler, masaya bir iki tane daha önce yemediğiniz tadımlık gelir, laf lafı açar sohbet koyulaşır ama asla ağırlaşmaz, havada bir hafiflik, saat kaç olursa olsun ufukta bir mavilik olur.Kalktığımızda gece yarısını geçmişti, her yer maviydi.
Yazının Devamını Oku

İstediğiniz kadar deneyimli bir gezgin olun aşılması güç bir engel var: Kiril Alfabesi

28 Haziran 2003
Dilini bilmediğiniz, alfabesini sökemediğiniz, hayatınızda ilk kez gittiğiniz bir şehre benim gibi otuz altı saatliğine yolunuz düşer de hem şehrin nabzının attığı sokaklarında gezinmek, hem görülecek yerlerini görmek, hem de önünüze çıkan ilk lokantaya girmek yerine iyi yemek yenen bir yere gitmek isterseniz ne yaparsınız? ‘‘Başıma böyle bir şey gelmez, daha gitmeden küçük çaplı bir araştırma yaparım’’ derseniz, haklısınız: Ben yapamadım. Çünkü Beyaz Geceler efsanesinin peşine takılıp Moskova'ya gideceğimi son dakikaya kadar ben de bilmiyordum.

‘‘Kaldığım Otel'in çalışanlarına danışırdım’’ derseniz, onda da haklısınız. Ben de öyle yaptım, sordum: Önce Kızıl Meydan'a gitmeli ve yanı başındaki Kremlin Sarayı'nı gezmeliymişim.

Lenin'in mozolesini ziyaret etmeli, Gorki Parkı’nda dolaşmalı, şehri kuşbakışı gören Moskova Üniversitesi'nin olduğu tepeye çıkmalı, Arbat Sokağı’nda canımın çektiği bir yere oturmalı, gelen geçeni izlerken buz gibi biramı içmeliymişim.

Sonra, mutlaka ve mutlaka dünyaca ünlü Moskova Metrosu'na binmeli, Türk olduğuma göre Nazım Hikmet'in mezarının da bulunduğu mezarlığı gezmeliymişim.

Otelimiz şehrin merkezinde: Metropol Oteli. Kapıdan çıkar çıkmaz metroya binebilir, üç durak sonra inebilir, yürüyerek Kızıl Meydan'a gidebilir, yoluma oradan devam edebilirmişim.

Demesi kolay.

İstediğiniz kadar içgüdülerine güvenen deneyimli bir gezgin olun, karşınızda aşılması güç bir engel var: Kiril Alfabesi.

Örneğin, Pectopah sözcüğünün Restoran anlamına geldiğini anladığınızda iş işten geçmiş, siz yol üstünde gözünüze kestirdiğiniz ilk seyyar satıcıdan karnınızı doyurmuş oluyorsunuz.

Hadi bu neyse de hiçbir cadde adını okuyamıyorsunuz. Yoldan geçen yardımsever Ruslar da yardımınıza koşamıyor. Aynı dili konuşmuyorsunuz. Kısaca eğer elinizde ayrıntılı bir şehir haritası yoksa benim gibi kayboluyorsunuz.

Yabancı bir şehirde kaybolmak da iyidir; insan düşünmeden gezinir, şehrin kokusunu koklar. Ama önünde o şehri gezebileceği birkaç gün daha varsa bunu yapar.

Açıkçası Moskova'nın oldukça sevimsiz bu arka sokaklarında dolaşmaktansa, oteldekilerin bütün turistlere önerdiği klasik şehir turuna katılmalıymışım.

Artık çok geç.

Bir kitapçı bulup Moskova'yı tanıtan bir kitap almaya karar verdim.

Ama bu şehir her köşebaşında bir kitapçıya rastlanılan bir şehir değil. Olur da bir tane kitapçı bulursanız orada da derdinizi anlatmanız kolay değil.

Uzun süre bekliyor ve yanınıza yanaşıp ne aradığınızı sorduğunu tahmin ettiğiniz kişiye önce Moskova diyor, sonra raflardaki kitapları gösteriyorsunuz. Bir de dilinizin döndüğü bütün dillerde ‘‘Moskova üstüne bir kitap aradığınızı’’ söylüyorsunuz.

Sonunda biri sizi anlıyor ve her birinin üstünde Moskoba yazan irili ufaklı yüzlerce kitabın olduğu bölüme götürüyor.

Moskoba demek yandınız demek.

Eminim aralarında Moskova üstüne yazılmış doktora tezleri bile var ama kitapların hepsi Rusça.

Kaderinize küsüp çıkarken gözünüze Vizotski'nin CD'leri ilişiyor. Birkaç tane alıp seviniyorsunuz.

Şansım yaver gitti.

Biraz gezindikten sonra tezgáhında matruşka bebekler, Gorbaçov ve Putin büstleri, Bush karikatürleri, boy boy komik votka kutuları, madalyalar, kartpostallar satan bir sokak satıcısında Moskova haritası buldum. Hem de Latin alfabesiyle basılmış olanı. Açtım, nerede olduğumu anlamaya çalıştım. Satıcı halime acımış olmalı ki iri parmağını bulunduğumuz noktanın üstüne bastı.

Bundan sonrası kolay.

Ver elini Kızıl Meydan.

HEYKELİ YIKILMAYAN TEK KAHRAMAN

Kızıl Meydan bildiğimiz Kızıl Meydan. Bildiğimiz derken bunca yıldır filmlerde izlediğimiz, ucunda soğan kubbeli renkli kilisenin olduğu, çevresinde birbirinden güzel dükkánların bulunduğu o devasa meydan. Binlerce turist ve ondan da çok taşradan gelmiş Rus öğrencilerle dolu.

Yanı başında da Kremlin'in duvarları.

Kremlin Sarayı sayısız çarın taç giydiği, şimdilerde Putin'in karargáhı olan görkemli saray. Aynı zamanda hükümet binası olduğu için her yerini istediğiniz anda gezemiyorsunuz ama Hazine bölümü her gün açık.

Ve önünde insanı karamsarlığa sürükleyen bir kuyruk.

Ama beklemeye ve gezmeye değer.

İçeri girdiğiniz anda, karşınızda Çarlık döneminin bütün ihtişamı.

Nasıl desem? Çarın arabasını çeken atların koşum takımları bile nice imparatorun tacından daha tumturaklı.

Lenin'in girişinde meşalelerle çevrili, zıpkın gibi Rus askerlerinin nöbet tuttuğu granitten yapılmış mozolesi hem çok sade hem çok etkileyici.

İçerisi loş.

Yüksekçe bir katafalkın üstünde Lenin yatıyor. Mum benizli, seyrek sakallı minnacık bir adam.

Bu ülkenin tarihini değiştiren ve heykeli yıkılmayan tek kahraman.

Öğlen oldu, hem acıktım hem susadım.

Ya Arbat Sokağı'na gidecek ya da Kızıl Meydan'ı kulağında Becaud'nun o enfes şarkısı Nathalie ile dolaşmış ve kendi payına da belki bir Nicolai düşer hayallerine kapılmış biri olarak Puşkin Kahvesi’ni arayacağım.

Önüme gelene kahvenin adresini sordum. Kimse bilmiyor.

Arbat Sokağı’na da gittim, Moskova metrosuna da bindim. Yan yana mezarlarda yatan Raisa Gorbaçov ve Nazım'ın mezarlarını da gördüm. Sonra otele döndüm.

Cebimdeki tek telefon numarasını çevirdim: Andrea'yı aradım.

Andrea yılın birkaç ayını Moskova'da geçiren yarı İtalyan yarı Rus genç bir adam. Bir arkadaşımın arkadaşı. Bu sıralar Moskova'daymış. Akşam yemeği için Puşkin Kahvesi'nde benim için yer ayırttı.

Ne demişler? Azmin elinden bir şey kurtulmazmış.

Bütün gün aradığım kahve de, şehrin göbeğinde, otelimin elli metre ilerisindeymiş.

Kapıdan girer girmez sizi meşe ağacından oymalı bir bar ve ister inanın ister inanmayın adı Nicolai olan yaşlı bir barmen karşılıyor.

Nicolai sular seller gibi konuştuğu Fransızca'nın yanı sıra kırık dökük İngilizcesi'yle de müşterilerini votka konusunda yönlendiriyor.

BİR RUS ÖLSE AĞZINA STANDART SÜRMEZMİŞ

Denediğim çeşitli votkalar arasında ‘‘Russian Standart’’ bana içimi en kolay olanı geldi. Nicolai biraz da küçümseyerek nedense bu sıradan votkayı bütün yabancıların beğendiğini söyledi.

Bir Rus, ölürmüş de ağzına bu votkayı sürmezmiş.

Üç katlı Puşkin Kahvesi’nin birinci katında bar ve lokanta, ikinci katında kütüphaneden devşirilmiş, rahat deri koltuklara gömülüp derginizi okurken içkinizi içebileceğiniz bir salon, üçüncü katında da Moskova'yı ucun ucun gören çiçekler içinde bir teras var.

Ben terasa çıktım. Yaz gecesi ağır kaçacağını bile bile votka eşliğinde yemek için havyar ve blini ısmarladım.

Olur da bir gün yolunuz Moskova'ya düşerse ne yapın ne edin yüzyıl başında bütün Rus aydınlarının uğrak yeri olan, şimdi de Moskova'nın en iyi yemek yenen adreslerinden biri sayılan Puşkin Kahvesi’ne gidin. İnanın bu zahmete değer.

Fiyatlar makul, mekán olağanüstü. Üstelik içeride bir tane bile ‘‘yeni Rus’’ yok.

Yeni Ruslar


Sovyetler Birliği dağılırken bu süreç öyle hızlı gelişmiş ki, tutan tuttuğunu koparmış. Tuttukları para, tutundukları da genellikle iktidarmış.

Bugün Rusya'da ‘‘Yeni Rus’’ diye birilerini gösterdiklerinde o kişinin servetinin elli milyon dolardan başladığını söylüyorlar. Bir de mutlaka mafyayla bir ilişkisi olduğunu.

Gerçekten de sokaklarda sık sık bu tiplere rastlıyorsunuz. Altın Rolex'li, altın kolyeli, bağrı açık gömlekleriyle dolaşan ‘‘Siyah giymiş adamlar.’’

Ama beni en çok gri metalik Mercedes kullanan sarışın bir kadın şaşırttı. Mercedes, fuarlarda sergilenen, sipariş üstüne yaptırtılan uzay modellerinden. O kadar çaprıcı ki dönüp bakmadan duramıyorsunuz.

Ama o da ne?

Arabanın üstü orijinalliğini korurken altı sahibesinin ve araba ressamının zevki doğrultusunda bir Amazon ormanı olmuş çıkmış: İri dallar, renkli çiçekler arasında Tarzan, Jane ve Çita size gülümsüyor.

Dilim tutulmuş öylece kalakalmışken, sarışın arabadan indi.

Üstünde fıstık yeşili bir takım: Fıstık yeşili takıma da itirazım var ama bir de silme gelincik işlemeli olduğunu görünce itirazım yerini dehşete bıraktı.

Nasıl desem? Gözünüzün önüne nisan ayında gelinciğe kesmiş Amik Ovası'nı getirin. Ondan da ince uzun bir şerit kesin. Bir de başına Sophia Loren'in Hazır Giyim filminde giydiği şapkayı geçirin.

Elbette kırmızı.

Meğer her ‘‘yeni Rus’’ saat sabahın kaçı olursa olsun böyle giyinir, binlerce dolar maaşla tuttukları ressamlara arabalarını boyatırmış. Gittikleri her yerde para saçarlarmış.

Anlaşılan Rusya'da sonradan görmelik elli milyon dolardan başlıyor. Peki burada, İstanbul'da sizce kaç liradan başlıyor?
Yazının Devamını Oku

Tıklım tıkış Procopi’de, insanlar Asmalı Konakçıları seyirde

21 Haziran 2003
Saat sabahın sekizi. Kayseri Havaalanı'ndayız.<br><br>Buradan periler diyarına gideceğiz ama perişanız. Perişanlığımız uykusuzluktan. İki gece önce Cafeinn'de hep birlikte yemek yerken Meral Okay, ‘‘Siz de gelsenize’’ diye bizi Ürgüp'e davet etmese, Yasemin bir süre önce gidip kaldığı mağara evleri övmese, Aziz'in aklından; ‘‘Acaba oralardan bir yer almalı mı?’’ sorusu geçmese, beni de hem Asmalı Konakçılarla birlikte olmak hem de onlarla haftasonu geçirmek fikri çakmasa şimdi hepimiz de dokuzuncu uykumuzdaydık.

Zaten biz kim, sabah yedi uçağına binmek kim?

Jacques bir araba yollayıp bizi aldırtacağını söylemiş ama görünürde kimse yok. Daha doğrusu ellerinde yolcuların adlarının yazılı olduğu kartonları havaya kaldırmış bekleyenler arasında bizi bekleyen yok.

Jacques'i aradık: Yoldaymış, geliyormuş.

Biraz sonra siyah bir cip tozu dumana katarak geldi. İçinden İndiana Jones'la İlhan Berk karışımı bir adam indi. Başında eski şapkası, ayağında botları, yüzünde uzun yıllar açık havada çalışan insanlara özgü derin çizgiler.

Şimdi adını unuttuğum bir yazar, İlhan Berk'i anlatırken ‘‘O karından bacaklıdır’’ demiş de karşısındaki ‘‘Hayır omuzdan bacaklıdır’’ diye düzeltmiş ya, Jacques da aynen öyle biri: Dağ tepe dolaştığı her halinden belli, uzun adımlar atan, yay gibi bir adam.

Yasemin öne geçti, Aziz'le ben arkaya.

Önce Ürgüp'e uğrayıp bizden bir gün önce gelen Meral'i alacak, sonra Jacques'ın 15 yıl önce görür görmez vurulduğu, satın alıp onardığı, konaklayanların hayran kaldığı evlerine gideceğiz. ‘‘Les Maisons de Cappadoce'a.’’ Uçhisar'da.

BÜYÜLÜ YER UÇHİSAR

Meral'in hali bizden de beter. Bir gece önceki çekim sabaha kadar sürmüş. Yağmurlar yağdırılmış, şimşekler çaktırılmış, saat altıya doğru paydos yapılmış.

Tek isteğimiz bir an önce gideceğimiz yere gitmek ve eğer mümkünse biraz olsun dinlenmek.

Ne mümkün?

Uçhisar büyülü bir yer.

Görür görmez Harvard'da doktorasını yapmış bu Fransız'ın neden işini, ülkesini bırakıp buralara yerleştiğini anlıyorsunuz. Önünüzde uzanan manzara dünya kurulduğundan beri değişmeden orada duruyor gibi.

İstediğiniz kadar uykusuz olun, uyuyamıyorsunuz! Uyuduğunuz anda sanki düşle gerçek birbirine geçecek.

Mağaraların içine gömülü 12 ev var. Kimi iki kimi yedi kişilik. Hepsinin adları ayrı: Saman ev, körük ev, bahçeli ev, köprülü ev.

Hepsi yöreden sağlanan malzemeyle döşenmiş. Her ayrıntı ince ince düşünülmüş. Her şey birbirini tamamlıyor ve kaldığınız süre içinde size mutlak bir huzur sunuyor.

Vadiye bakan terasta kahvaltı masası kurulmuş. Bir sepette sıcak ekmekler diğerinde dalından toplanmış domatesler. İki çanak yoğurt, köy yumurtası, peynir, ev yapımı reçeller.

FOTOĞRAF ÇEKİNİYORLAR!

Sırtımızı güneşe verip uzun uzun kahvaltı ettik. Jacques'ın Paris'ten başlayıp Uçhisar'a uzanan sıradışı hikáyesini dinledik.

Bir at kişnedi, iki kuş şakıdı, ağır iğde kokusu genzimizi yaktı.

Sıcak bastırdı.

Kargacık burgacık yolları tırmanıp meydana çıktık.

Biraz dolaştık, bir şeyler atıştırdık, yöre şaraplarını tattık.

Günbatımında buluşmak üzere ayrıldık. Kimsenin uyumaya niyeti yoktu gibi. Ama kim uykuyla tutuştuğu savaşı kazanmış ki?

Uyandığımızda her yer ateş rengi.

Akşam oldu hava karardı, ay usul usul büyüdü. Bugün ayın 14'ü.

Elai, Uçhisar'ın en iyi lokantasıymış. Ama şansımız yok, bu akşam kapalı. Derdimiz yemekten çok mehtabı izlemek. Yüksek duvarlarla çevrili olduğu için iyi yemek verdiği söylenen meydandaki lokantayı es geçip Clup Med'in vadiye kuşbakışı bakan terasına gittik. Hava serin ama aldıran kim?

Yemekten sonra Meral bizi Procopi'ye götürecek. Asmalı Konak ekibinin sık gittiği, onları görmek isteyenlerin geldiği Ürgüp'ün en popüler barına.

Bar tıklım tıkış. Oyuncular, teknik ekip, yapımcılar masalara dağılmış oturuyorlar. Köşede Mersin'den gelmiş beş kişilik bir orkestra. Gençler dans ediyor ve üst balkona sıralanmış insanlar huşu içinde Asmalı Konakçıları seyrediyor.

İpek Tuzcuoğlu'nun yanımızda olduğunu gören bir kadın koşa koşa geldi, fotoğraf çektirmek için izin istedi. Flaşlar patladı. Aynı kadın önce Meral'le sonra teker teker dizinin orada olan bütün oyuncularıyla fotoğraf çektirdi. Hızını alamadı, teknik ekipten olduğunu öğrendiği Şener'in yanına gitti, bütün masaları dolaştı. Sonra bir başka kadın, bir genç kız, bıyığı yeni terlemiş bir oğlan, kara yağız bir adam altı yedi yaşlarında bir çocuk, herkes sıraya girdi.

Herkes birbirine çekinip çekinmediğini soruyor. Çekingen bir halleri yok ama nedense çektirdiklerini söylüyorlar. Sonra çekinmek demenin fotoğraf çektirmek demek olduğunu öğrendik.

Asmalı Konak'ın anıtı açıldığında çok şaşırmıştım.

ASMALI KONAK OKLARI

Hafta sonları Asmalı Konak turlarının düzenlendiğini, insanların akın akın Ürgüp'e geldiklerini, çekim olmayan günlerde para verip konağı gezdiklerini, konağın karşısında kurulan pazardan Dicle sürmeleri, Sümbül Hanım eşarpları, Seymen Ağa yüzükleri aldıklarını biliyordum.

Gene de böyle bir cinnetle karşılaşmayı beklemiyordum.

İlk şoku ertesi sabah gündüz gözüyle Ürgüp'e giderken yaşadım: Yol boyu Karayolları'nın bildik mavi levhaları. Bir ok Nevşehir'i gösteriyorsa bir ok Asmalı Konağı gösteriyor. Bir ok Temenni tepesine diğeri Asmalı Konak'ın olduğu yere.

Bütün oteller, bütün lokantalar kendilerini yeniden Asmalı Konak'a göre konumlandırmışlar.

Filanca otel Asmalı Konak'ın elli metre ilerisinde. Falanca lokanta yirmi metre gerisinde.

Yüzlerce otobüs, binlerce insan. Hepsi hezeyan halinde.

Yediden yetmişe herkesin elinde bir kamera herkes yakalayabildiği bir oyuncuyla fotoğraf çektirmek derdinde.

Menderes Samancılar konağın yakınında Sanat Evi adında şirin bir lokanta açmış. Çekim olmadığı günlerde boş durmayıp çalışsın diye. Bir de Avanos yolunda küçük bir arazi almış. Dizi bitince İstanbul'a dönmeyip burada kalacakmış.

O küçük lokantada olur da dizi oyuncularından biri görülecek olursa öyle bir izdiham yaşanıyormuş ki, Menderes çareyi sonunda bir köşeye ahşap kafes örmekte bulmuş. Gelen gelsin en azından rahatça çayını içebilsin diye.

Biz gittiğimizde Kemal Bal ortaya bir iskemle çekmiş oturuyor, arkasından ağır adımlarla geçen insanlar duruyor poz veriyor, gülümsüyor, teşekkür ediyor gidiyorlardı.

Bu seans en az bir saat sürdü.

ŞARAP ALAN ÇARŞAFLI

Dolaşmaya çıktım.

Sanat Evi'nin biraz ilerisinde Turasan şaraplarının satış mağazası var. Önünde uzayıp giden bir kuyruk. Kızgın güneş altında sabırla sıralarının gelmesini bekleyen insanlar.

Daha çok da kadınlar.

Aralarında röfleli saçlı ağır makyajlı olanı da var, halim selim duranı da. Baş örtülü basma eteklisi de baştan aşağı tesettürlüsü de.

Kimi Kayseri'den gelmiş kimi Niğde'den. Kimi Ankara'dan kimi Bursa'dan hatta Avustralya'dan.

Çarşafının altında gülen gözleriyle sırada bekleyen genç bir kadına şarabı kimin için aldığını sordum. Kimse için almıyormuş. Saklayacakmış. Dizide Seymen Ağa şarap yapıyormuş ya, şarap almasının nedeni buymuş.

Akşama kadar gözlerime inanmayarak gezdim.

Bir ara oradan oraya koşturan Meral'e rastladım.

‘‘Meral’’ dedim, ‘‘Sen ki bir bölgeyi kalkındırmış kadınsın, devletin yapamadığını iki yılda yaptın, bunca yıllık arkadaşına bir el ver. Bırak herkes gibi ben de senin bağrına yatayım.’’

Benim için bundan böyle Meral'in takma adı ‘‘Devlet Ana.’’


BİRKAÇ TAVSİYE


LES MAİSONS DE CAPPADOCE

Üçhisar'da Ürgüp'e 18 km. uzaklıkta, odalarında telefonun da televizyonun da olmadığı, oda servisinin bulunmadığı, peribacalarına yaslanmış duran, her biri birbirinden farklı büyüklükte oniki ev. Kişi başı fiyat ödemiyor, evlerden birini kiralıyorsunuz. En büyüğü 120 dolar. Tel: 0384 219 28 13

SELÇUKLU EVİ

Ürgüp'te Asmalı Konak'ın çekildiği ünlü konağın burnunun dibinde yenilenip otel haline getirilmiş eski bir konak. Mavi Oda, Hamamlı Oda, Merdivenli Oda gibi değişik adlar taşıyan odaların hepsi de yeşil serin bir bahçeye bakıyor. Tel: 0384 341 74 60

MANZARALI ODA

Türkiye'nin en küçük oteli. Tek odalı, ama oda 100 metrekare. Ürgüp'e tepeden bakan bahçesinde Zigi'nin koşuştuğu Nuray ve Selim'in evlerinin, ayrı girişi olan manzaralı odası. Tel: 0384 341 49 67

PROCOPİ

Ürgüp'ün Laila'sı. Alex, bar sahibi, işini bilen son derece sempatik biri.

ELAİ

Uçhisar'da herkesin anlattığı ama kapalı olduğu için yemek yiyemediğimiz ünlü lokanta.

SANAT EVİ

Menderes Samancılar'ın geçen yıl açtığı her yemeğin adını dizi oyuncularının koyduğu ve gerçekten lezzetli kebaplar yenilen şirin lokanta. Asmalı Konak'ın yanıbaşında.

ANTİKA SEVERLER İÇİN:

Aşağıda çarşıda Aziz Baba. Birkaç opalin, eski kütahyalar, el yazması kitaplar ve bol takı. Bilezikler, kolyeler, halhallar, küpeler. Otantik olanı da var eski parça kullanılıp yeniden yapılmış olanı da. Ali Baba'nın hazinesi.
Yazının Devamını Oku