Figen Batur

İstanbul'un en şık giyinen adamıyla sohbet

3 Ocak 2004
Her sabah saat yedi sularında evin yanındaki parkta bir koşuşma başlıyor. Koşuşma değil: Uçuşma.

Nereden geldiğini bilmediğim yüzlerce güvercin yüksek ağaçların uç dallarına konup beklemeye başlıyor.

Tam yediyi on geçe hepsi havalanıyor.

Onlar havalandıklarında elinde mavi torba taşıyan adamın yaklaştığını anlıyorum; birazdan köşeyi döner.

Yaz kış demeden her sabah aynı saatte mahalledeki kuşları besleyen kuş severle selamlaşıyoruz. Ben camda, o tek tek her birini tanıdığına inandığım kuşlarının arasında, parkta.

Elini torbasına atar atmaz kuşların çıkardıkları sesleri, attıkları taklaları, birbirlerini atlatmak için yaptıkları numaraları anlatmak kolay değil. Görmek gerek.

Yem verme işi bitiyor. Hepsi geldikleri yerlere gidiyor.

Adam da kuşlar da.

Meydan artık balıkçılara musallat martılara kaldı.

Bir de görmüş geçirmiş iki yaşlı kargaya.

Hemen hemen bütün arkadaşlarım iflah olmaz hayvan severler.

Kedili köpekli evlerde yaşadık biz: Şaşkın Cumali, tırsık Godot, soylu Zeynep, kara Kedi, obur Oğlum, zevzek Çırçır, Koska, Hayta.

Ama kuş?

Sadece Cengiz Çandar'la Tuba'nın papağanı geliyor aklıma.

Cengiz bir Orta Afrika yolculuğundan elinde minicik gri bir papağanla dönmüştü.

Araştırıldı, buluşturuldu, büyük bir kafes alındı.

Cengiz eve girer girmez bizlere selam etmeden mutfağa seğirtiyor, kuşunun yanına gidip, bıkmadan usanmadan adını tekrarlıyordu: Cen-go! Cen-go!

Çocuklarının ağzından çıkacak tılsımlı iki heceyi heyecanla bekleyen genç babalar gibi o da umutla bekliyordu... Ha bugün ha yarın...

Nedense papağanların alacalı bulacalı, göz kamaştırıcı olduğunu sanan bizler bu kavruk gri papağandan bir şey anlamaz, biraz da Cengiz'i kızdırmak için ‘‘Bu kuş çirkin‘‘ diye tuttururduk: ‘‘Üstelik konuşmayı da bilmiyor‘‘.

Cengiz yılmadı usanmadı aylarca kuşa ders verdi.

Kuş, Cengiz'e inat önce ‘‘Tuğbiş‘‘ dedi. Sonra da uçtu gitti.

Başka?

Başka kuş sever tanımıyorum.

Daha doğrusu Mehmet Bahçecik ile tanışana kadar tanımıyordum, demeliyim.

GÜVERCİN SOHBETİ

Mehmet ünlü bir kuaför.

Ama ondan da önemlisi evinin bahçesine kuş evleri yaptırtacak, bunları tanıdığı mimarlara çizdirtecek, beş yüzü aşkın güvercinini her sabah salacak, onların uçmalarını, taklalarını görmeden güne başlayamayacak kadar tutkulu bir kuş sever.

Geçen akşam Sunset Grill Bar'da buluştuk ve ister inanın ister inanmayın saatlerce güvercinlerden konuştuk: Güvercinlerden, bir de onun Kırşehir'den başlayıp İstanbul'da süren başarı öyküsünden.

İkisi de insanı sersemletiyor.

Güvercinlerden başlayayım: Biz güvercin deyip geçeriz ya, otuza yakın çeşidi varmış ve hepsi de birbirinden farklıymış. Çarçuri, Amboski, Nudi...

Ön tepeliler, arka tepeliler, peçeliler...

Ön tepelilerin başlarında bir perçem varmış. Arka tepeliler daha sıradanmış.

Akhisarlılar beyaz olmasına beyazmış da alamet-i-farikaları başlarında ve kuyruklarındaki siyah noktalarmış.

Taklacılar Mardin'den çıkarmış..

Adana ve Urfa'da güvercin yarışları yapılır en güzel güvercin sahibi ödül alırmış.

Erzurum'dan güvercin atılırmış. Bileklerine halka takılan kuşlar gözcüler tarafından izlenir, uzun uçan, yere konmayan ve elbette hedefe ilk varan kuş kuşların şahı seçilirmiş.

Konya güvercinleri Konya'ya benzerlermiş. Gururlu guruldarlarmış.

Güvercin bu... Sınır serhat dinlemez...

Bağdat, Sofya, Viyana ve elbette İstanbul... İşte bu şehirler Osmanlının kaleleri, kale önleri, güvercin başkentleriymiş.

Bağdat'ın nudilerine son yıllarda Saddam kuşu adını takmışlar.

Saddam ve güvercin, gülmeyin!

Açık artırmalar, on milyondan üç yüz milyona değişen fiyatlar, yazılan kitaplar, yapılan araştırmalar, haberci güvercin yetiştiricileri, dağ başı gözlemcileri, yemcileri, salıcıları, bakıcılarıyla ayrı bir dünya bu: Güvercin dünyası.

Ve o dünyanın ortasında bir adam: Bahçecik.

KIRŞEHİR'İN KÖYÜNDEN

Mehmet Bahçecik Kırşehir'de doğmuş. Kırşehir'in bir köyünde.

Kuşlara gönül vermesi çocukluk yıllarına dayanıyor. Artık soyadının son hecesindeki Cik'ten mi, kerpiç evin damına tüneyen kuşları izleyerek geçirdiği çocukluk gecelerinden mi bilmem, kendisini bildi bileli kuşları sevmiş, kuş beslemiş.

Yıl 1956.

1956'nın Ankara'sında tam Kızılay Meydanı’nda ünlü mü ünlü bir kuaför salonu varmış. Sahibi Kırşehirli. Yanında çalışanların hemen hepsi hemşerisi.

Müşterilerse Hasan Polatkan'ın, Adnan Menderes'in, kısaca o yılların Ankara'sının önde gelen isimlerinin eşleri.

Bu Ankara'yı fetheden kuaförün namı çok geçmeden Kırşehir'e ulaşıyor.

O yıllarda Mehmet Bahçecik, gencecik.

Tutturuyor: Ankara'ya gidecek, o ünlü dükkanın kapısından girecek ve bu mesleği öğrenecek.

Baba bu inatçı, Ankara'ya gitmeyi ne olursa olsun aklına koymuş çocukla baş edemeyip yola koyuluyor.

Gel gör ki Mehmet dükkan kapısından adımını attığı anda tutuluyor. Adını soran patrona öldür Allah ‘‘Mehmet‘‘ diyemiyor. Kekeliyor.

Adam babasına dönüp bu işin her şeyden önce müşterilerle iyi ilişki kurma sanatı olduğunu, Mehmet'e başka bir yol çizmenin daha doğru olacağını söylediğinde öyle ağlamış ki büyük patron dayanamamış, onu işe almış.

Sunset'te manzaraya nazır masamızda bir yandan tam kıvamında gelen etimi yer, bir yandan Mehmet'in titizlenerek seçtiği şarabımı içerken düşündüm: Bir işte iyiyseniz, üstelik en iyilerden biriyseniz geçmişiniz artık bir masal: Anlatılan, öykünülen.

Kıssadan hisse çıkarılan.

Mehmet devam ediyor: Yıllarca uzun tatil yapmadığından Alanya'da bir pansiyonda on gün kalacağına, Valtur'da üç gün kaldığından, giyimine bunca özen göstermesinin bir şımarıklıktan çok bir zorunluluk olduğundan, ünlülerle geçen yıllarından, önüne koyduğu hedeflerden, ödediği bedellerden, gittiği ülkelerden, hovarda gençliğinden, yanında çalışan yeğenlerinden, İstanbul'un benim bilmediğim başka bir yüzü, kadınlar cumhuriyetinden, orada yapılması gereken ince ayarlardan, başarının başarıyı kovaladığından, estetiğin hayatına vurduğu damgadan söz ediyor.

Bir de elbet güvercinlerinden.

Her sabah sekizde eline kahvesini alıp gittiği güvercin evinden.

Kuş evinin kapısını açar açmaz, kuşların havalanmasıyla içindeki kuşların da havalandığı o özel kuşluk vaktinden...

Karşımda jumbo karideslerini müthiş bir zarafetle yerken sorduğum her soruya dolambaçsız cevap veren bu yakışıklı ve İstanbul'un belki de en iyi giyinen adamına bakıyorum.

Gözleri parlıyor: Haklı.

Bu en çok onun hakkı.

SUNSET GRILL BAR YEDİĞİM EN LEZİZ ET

Sunset'in adı boşuna Sunset değil.

İstanbul'daki en güzel gün batımları Adnan Saygun Caddesi, Yol Sokak 2 numarada, Ulus Parkı'nın içindeki bu lokantadan izleniyor.

Tepeden Boğaz'a, karşı yakanın tutuşan camlarına bakıyorsunuz.

Yaz aylarında bahçe ve bahçedeki bar, kış aylarında taşınılan bu ferah, şık iç mekan, iyi yemek yemek isteyenlerin uzun yıllardır en gözde adreslerinden biri.

Şef Gazi Akyol.

Mesleğe 1968'de Galata Kulesi'ndeki turistik lokantada başlamış.

Sonra Şamdan Grubu'na geçmiş, 10 yıldır da Sunset'te.

Her sezon, yaz ve kış aylarında mönüye yeni yemekler ekleniyor. Bu kışın en sevilen yemeği Sunset Filet imiş. Ben de ondan yedim.

Etimin nasıl pişmesini istediğimi soran garsona kuşkulu gözlerle baktım.

İstanbul'da orta deyince pişmiş, pişmiş deyince yanmış, kanlı deyince orta karar et yemeye alışmıştım.

Dayanamadım ukalalık ettim: Az pişmiş olsun ama gerçekten az pişmiş dedim.

Bleue mü diye sordu.

Ağzımın payını aldım.

Ve uzun süredir yediğim en leziz eti Sunset'te tattım.

Rezervasyon şart.

Kişi başı 60-70 milyon.

Şarap seçenekleri mevcut.

Tel: 0212 287 03 57
Yazının Devamını Oku

Kim ne derse desin en leziz yılbaşı yemekleri evlerde yenir

20 Aralık 2003
Yılbaşı yaklaşıyor ya herkesin aklında aynı meşum soru: Yılbaşı gecesi ne yapılacak? Geçen yıl tam da bu zamanlar yazmışım: İşimin en hummalı dönemleri hep bu günlere rastlar ve yıllardır yılbaşı gecelerini evde geçiririm demişim.

Anlaşılan bu yıl da böyle olacak.

Şikayetçi de değilim.

Ama çevremde bir kıpırdanma bir ne yapacağını bilememe hali.

Uzak diyarlara yolculuk etmeyi düşleyenler bir yanda, kendilerine farklı eğlence yaratma uğraşındakiler öte yanda, herkes sanki yemiyor içmiyor yılbaşı gecesi ne yapacağını, nereye gideceğini, kimleri eleyip kimlerle birlikte olacağını düşünüyor.

Ne kadar düşünülürse düşünülsün eldeki seçenekler belli.

Ya çok yıldızlı otellerden birinde başta yaldızlı kartondan şapka, eller havaya bir eğlence, ya bildik lokantalarda arkadaşlarla bir yemek ya son yılların yükselen değeri sokak partilerine gitmek ya da geleneksel aile yemekleri..

Bir de elbet evlerde verilen yılbaşı davetleri...

Kim ne derse desin dünyanın her yerinde en leziz yemekler evlerde yenir.

Hele hele davet sahibi el kantar göz tartar, damak zevki gelişkin biriyse...

Geçen gün her yılbaşı arifesi yaptığım gibi Park Şamdan'a gittiğimde bir masada baş başa vermiş, davetleri dillere destan, beş arkadaşı görünce sormadan edemedim: ‘Tutun ki yılbaşı gecesi bir davet vereceksiniz’ dedim. ’Neler hazırlardınız?’

İşte söyledikleri, işte tarifleri.

BERRAK BARUT

Gülünce gözleriyle gülüyor.

Kayakta aldığı dereceleri yaptığı doktoradan daha önemli görüyor.

Dağlara tutkun olmasını anlayabiliyorum da kompleksli bir profesörün laflarıyla mesleğe küsmesini kavrayamıyorum.

Yapacak, inanıyorum.

İşte bizim için seçtikleri:

Karidesli kırlangıç balığı

Balkabağı çorbası

Şampanyalı sorbet

Kestane ve kuru üzümle doldurulmuş tarçınlı hindi

Ilık panatonne

Karidesli kırlangıç

1.5 kg karides ve yaklaşık 3 kg kırlangıç ayrı kaplarda haşlanır. Kılçıkları ve derisi ayıklanır. Karideslerin kabukları soyulur. Hepsi orta boy lokmalara ayrılır. Bıçak kullanmamak gerekir. Her ikisi henüz ılık iken aynı servis tabağına aktarılıp üzerilerine hazırlanan sos dökülür.

Sos: 6 limon ve 1 portakal suyu, 2 çorba kaşığı zeytinyağı, istenilen ölçülerde tuz, kara biber, kırmızı biber, beyaz biber ile çırpılır. Balığa karıştırılır. Buna ince kıyılmış 2 demet dereotu, 2 demet taze soğan, 2 kahve fincanı kapari eklenir. Servis yapılır.

LEYLA ATALIK

Ela'nın kardeşi. Kardeş demek yetmez; yüreği, gözbebeği.

Benim sevgili Asena'mın annesi. Uzun yıllar Amerika'da yaşadı, buraları hiç unutamadı.

Sofrasını bilirim: Onda çok yemek yedim. Büyük servis tabaklarında sunulan birbirinden lezzetli yemekler. Bol şarap, nefis konyak, isteyene grappa. Güler yüz ona aileden kalma.

İşte bizim için seçtikleri:

Terbiyeli kırlangıç balığı çorbası

Zeytinyağı ve sarmısakla marine edilmiş karides

İç pilavlı hindi yanında kuşkonmaz

Kestaneli mont -blanc.

Balık çorbası

1 kg. kırlangıç haşlanıp ayıklanır. Balığın kafası biraz daha kaynatılır, suyu saklanır.

Balık suyuna küp şeklinde doğranmış (davetli sayısına göre) kereviz, patates atılır haşlanmaya bırakılır. Robottan geçirilir. Bu suya haşlanmış balıklar eklenir.

Ayrı bir kapta 3 yumurta sarısı, 1-2 çorba kaşığı limon suyu ile karıştırılır ve çorbaya eklenir.

ELA KOŞAR

Daha önce de yazdım: İsmail Türsan'ın o müstesna babanın, üstüne gül koklanmayan kızı. Dün de öyleydi bugün de böyle : Göztepe yıldızı.

Konuklarını köşkte ata yadigarı gümüşlerle ağırlıyor. Mumlar, kristaller, saydam porselenler..

Ama en önemlisi; rikkat. Konukları müthiş bir zarafetle ağırlamak..

İşte bizim için seçtikleri:

Yemek öncesi kaz ciğerli tartinler

Varsa havyar.

Yılbaşı gecelerinin olmazsa olmazı şampanya.

Sonra,

Zeytinyağlı enginar

Kestaneli hindi ve iç pilav.

Roka-ıspanak-havuç karnabahar gibi kış sebzeleri ile hazırlanan kış salatası.

Çikolatalı muzlu graten.

Çikolatalı muzlu graten

1 paket pötibör bisküvi, 1 paket krem şanti, 1 su bardağı süt, 2 yumurta sarısı, 1 yemek kaşığı toz şeker, 200 gr.sütlü çikolata.

Bisküviler ve çikolatalar küçük parçalara ayrılır. Kremşanti sütle çırpılır.Yumurta sarıları toz şekerle çırpıldıktan sonra krem şantiye katılır. Küçük fırın kaplarına bisküviler eşit oranda paylaştırıldıktan sonra üzerlerine dilimlenmiş muzlar ve çikolata parçaları eklenir. Krema üzerlerini örtecek şekilde sürülür ve 180 derecelik fırında pişirilir. Ilık servis edilir.

ZERRİN BİLİMER

Padokların küskün kızı. Bir at düşleyin: Hem güçlü hem kırılgan. Soylu ve nadir. Tanıdığına yakın, yabancıya hırçın. İnsan zamanla sevdiğine dönüşür derler de inanmazdım: Zerrin'i tanıyınca inandım.

İşte bizim için seçtikleri:

Mayonezli levrek

Portakallı ördek

Bademli pilav

Karışık mevsim salatası

Cevizli kabak tatlısı.

Mayonezli balık

Balık limonlu tuzlu suda az haşlanır. Ayrı bir tencerede küp şeklinde kesilmiş 1-2 patates haşlanır. İnce kıyılan yeşil soğan, didiklenen balık ve patatesle karıştırılır. Bu karışıma gene ince kıyılmış maydanoz ve mayonez eklenir. Mayonez evde yapılabileceği gibi hazır da alınabilir.

NİLGÜN DERELİ

Paragon Seyahat Acentesi’nin sahibi. İşi başından aşkın. Ama davet denince akan sular duruyor, müthiş sofralar hazırlıyor.

Yılbaşı onun için geleneksel renkler ve süsler demek. Ve özenerek hazırlanan özel yemekler.

İşte bizim için seçtikleri:

Portakal soslu somon carpaccio

Ispanaklı ravioli

Domates sorbet

Hindi fırın

Kuru meyve ve kestaneli pilav

Tatlı frandol'u (çeşitli tatlılardan oluşan tatlı tabağı)

Karamelli cevizli badem ezmesi

Karamelli cevizli badem ezmesi

2 adet bütün cevizin arasına badem ezmesi konur. Cevizler hazırlanan karamelin içine batırılır. Kuruduktan sonra minik dantel kağıtlarda servis yapılır.


* * *

Dediğim gibi beş kadın, beş arkadaş, beş üslup.

Ortak noktalarına baktım.

Belli ki yılbaşı denince akla hindi geliyor. Bir de kestane. Bir de iç pilav.

Vazgeçilmezlerden biri de kırlangıç balığı.

Hemen herkes şarap olarak Kırmızı Özel Kav ya da Sarafin 2000 öneriyor.

Bir de verilen yemek tariflerine bakılarak karakter tahlili bile yapılabileceğini anladım.

İletmesi benden, denemesi ve çözmesi sizden.
Yazının Devamını Oku

Nazlana nazlana, söylene sızlana oraya giden ben masadan kalkamadım

13 Aralık 2003
Biri bana suşi sevip sevmediğimi sorsa cevabım büyük harfle yazılmış kocaman bir hayır olur. Önüme değişik değişik suşiler gelsin, ben onları doya doya seyredeyim ama yemeyeyim.

Görselliklerine lafım yok.

Japonya deyince aklıma Kyoto'nun asude bahçeleri, kiraz çiçekleri, el yapımı ipek kağıtlar, siyah lake çanaklar, kapalı kutu Haikular, Tanizaki'nin romanları, her elbisesi bir heykel Miyake, Akira Kurosowa'nın filmleri, Günseli Kato'nun resimleri, No, Go, yığınla imge gelir de bir an için bile yemekleri gelmez.

Üstelik bu uzak diyardan ülkemize gele gele suşi geldi diye hayıflanıp dururum.

Geçen akşam Ayten Gökçer ve Cem Davran'la buluşmak için Sushi Co'ya gidiyoruz denildiğinde içim cız etti. Ne yalan söyleyeyim ayaklarım geri gitti.

Gaflet, delalet ve Sushi Co'ya ihanet.

Bu kadar olur.

Nazlana nazlana, söylene sızlana oraya giden ben, masadan kalkamadım.

Hem yemek hem sohbet...bitmedi.

8 BİN KİŞİLİK DAVET KAPASİTESİ

Sushi Co'nun adına aldanmayın. Teşvikiye Caddesi 133 numaradaki bu büyük lokanta sadece Japon yemekleri yenen bir yer değil. Çin ve Tayland yemekleri de var. Yani benim gözdelerim.

Evet, tutuculuğumdan ödün vermedim, suşi yemedim ama sebzeli tempura, Thai usulü Wonton çorbası, tavuklu marul dürüm, zencefilli çıtır levrek, sarmısaklı karides, hepsini tattım. Hepsine bayıldım.

Sushi Co'yu Selim Yalın ve ortakları açmış. Ataşehir'de, Levent'te Suadiye'de de şubeleri varmış. Bir de catering servisleri. Onun başında da Sermet Severöz var.

On kişilik ev yemeklerinden, sekiz bin kişilik açılışlara kadar servis yapıyorlar.

Olur da canınız bir gün elinizi soğuk sudan sıcak suya sokmadan arkadaşlarınızla Uzakdoğu yemekleri yemek isterse, arayın yeter. Özel tabaklarında gelsin sashimiler, sakeler..

Duyurulur.

KULİSTE BEDAVA YAPTIKLARIM İÇİN BUGÜN PARA ALIYORUM

Dediğim gibi o gece Cem Davran ve Ayten Gökçer ile birlikte Sushi Co'daydık.

Ayten Gökçer ile tanışmıştım. Eski zamanlarda, Ankara'da.

Bir de ikimizin ortak bir sevgilisi var: Sümbül.

Hiçbir şeyden konuşmasak Sümbül'den, onun kıvrak dilinden, keskin zekasından kimsenin başına gelmeyecek şeylerin nasıl olup da onu bulduğundan konuşarak sabahı edebiliriz.

Eski günlere gidebiliriz.

Cem Davran ise benim için muamma.

Bakalım, göreceğiz.

Önce barda oturduk, bir bardak içki içtik, sonra masaya geçtik.

Ben bu yemeklere hep arkadaşlarımla çıktım. Onlarla konuşurken ne not aldım ne teyp açtım.

Gerek de yoktu zaten, bildiklerimi yazacaktım.

Ama bu kez, ilk kez, anlatılanları sadece dinlediğim, kaydetmediğim için üzülüyorum.

Ne de olsa bellek, elek.

Neler mi konuştuk?

İki tiyatrocu bir araya gelince nelerden konuşursa ondan: Tiyatrodan. Yaşama sanatından.

Ve elbette tiyatro insanlarından, oyunlardan, oyunculuktan, kuliste dönen dolaplardan, unutulan repliklerden, tepilen tekliflerden, pişmanlıklardan, alkışlardan.

Bir de ikisini bir araya getiren yeni projeden. Yakında ATV'de başlayacak dizilerinden.

Bilmiyordum, Who's The Boss Amerika'da uzun yıllar oynamış bir diziymiş.

Şimdi Patron Kim adıyla Türkçeleştirilmiş, daha doğrusu bize uyarlanmış, bizden kılınmış. Provalarına ertesi gün başlıyorlarmış.

Cem, biraz kendinden söz etmesini istediğimde,yüzünde muzip gülümseme, ellerini kavuşturdu, iş başvurusu yapanlar gibi ‘‘Evliyim, iki çocuğum var‘‘ diye başladı. ‘‘Bir zamanlar Şehir Tiyatrosu'nun kulisinde bedava yaptığım işler için bugün bana para ödüyorlar‘‘ diye de bitirdi.

PİNTİ VASFİ RIZA'NINHEDİYESİ MAKYAJ SETİ

Arada Ömer Kavur'dan, yeni yetmeliğinde çevirdiği ve onu ünlü kılan Yusuf ile Kenan'dan, sonraki filmi Kahpe Bizans ve Balalayka'dan, Kemal Sunal'dan, televizyon dizilerinden söz etti.
Ama en çok Şehir Tiyatroları'nı anlattı.

Şehir Tiyatrosu'na, orada öğrendiklerine, rahle-i-tedrisinden geçtiği hocalarına çok şey borçlu olduğunu söylüyor.

Yanlış aktarmayayım; her şeyimi borçluyum diyor.

Ayrılık belli ona zor gelmiş.

Küçük bir ayrıntı: Vasfi Rıza'nın, Şehir Tiyatrosu'nun, sadece pintiliği konusunda hemfikir olunan bu büyük oyuncusunun kendisine makyaj takımını bıraktığını söylüyor.

Bu jest anladığım kadarıyla kavuğun geçmesi gibi bir şey.

Büyük oyuncular sahneden çekilirken kendilerine ait özel bir eşyayı yerini alacaklarını düşündükleri gençlere verirlermiş.

Usta ne düşünmüştü bilmiyorum ama ben sahnede izlediğim kadarıyla Cem Davran'ın oyunculuğunun Vasfi Rıza'nınkinden hem çok farklı, hem de kat be kat iyi olduğunu düşünüyorum.

Onunki Zobu'nunki gibi gag'lara dayanan bir oyunculuk gibi görülse de öyle değil.

Kendine hakim bir oyunculuk.

Hani ‘‘Oyuncu bazı rolleri oynar, komedyen bütün rolleri‘‘ derler ya Cem Davran da bana göre komedyen.

ÜNÜNDE GÜZELLİĞİNİNPAYI VAR MI BİLMİYORUM

Ayten Gökçer'e gelince; onun üstüne konuşmak haddim değil.

Büyük oyunların başrolleri. Müzikaller. Kiss me Kate'den My Fair Lady'e alkış, alkış, alkış. Kimileri, başarısını hep Cüneyt Gökçer'in, Ankara Devlet Tiyatrosu’nun gelmiş geçmiş en ünlü aktörünün, en güçlü yöneticisinin karısı olmasına bağlamak ister, yeteneğini görmezden gelir.

İsterseniz Sheakspeare'in karısı olun, bunca yıl, bunca rolün yeteneksizse kimselere verilmeyeceğini sanki bilmezler.

Ona soramadım: Ününde güzelliğinin de payı var mı bilmiyorum.

Böyle alımlı olmasa, yeşil fıstık bakmasa, yüzü belleklere kazınmasa da, bunca ünlü olur muydu acaba?

O gece işte bu iki komedyenle, komedyanın altında tragedya yattığını bilen bu iki oyuncuyla yemek yedim.

Tiyatroyu bir kez daha, onlardan dinledim.

SUSHİ CO:

ADRES: Teşvikiye Caddesi No 133 Teşvikiye. TEL: 0212 234 98 80

Büyük bir mekan ama rezervasyon yaptırmakta fayda var.

FİYAT: Biraz ne yediğinize ve ne kadar yediğinize göre değişmekle birlikte pahalı değil. 17 milyona bol seçenekli bir mönü de mevcut.
Yazının Devamını Oku

O reklam fotoğrafçısı olduğunu söylüyor, bence tasarım fotoğrafçısı hem de Türkiye’nin en iyilerinde

6 Aralık 2003
Zenginlik dediğimiz nedir ki?<br><br>Para mıdır, pul mudur?<br><br>Madde midir, ruh mudur? Doğuştan başımıza konan bir kuş mudur.?

Zaman içinde edinilen bir duruş mudur?

Vogue'da, Beşiktaş Plaza'nın tepesindeki o çok sevdiğim lokantada, her gidişimde beni sarsan İstanbul manzarası karşısına oturmuş bir yandan şarabımı içer bir yandan Ani'yi beklerken kendime böyle sorular soruyordum.

Gelmeye görsün, geldi mi bu karamela şiirselliği yakamı bırakmaz.

Bırakmadı da. Devam ettim.

Peki, insan kendini ne zaman zengin addeder?

Kaygısız para harcayınca mı?

Pervasız yaşayınca mı?

Düşlediklerini yapınca mı?

Düşüncelerini paylaşınca mı?

Ya da

Ani gibi dostları olunca mı?

BANA BENİ ZENGİNHİSSETTİRİYOR

Onu tanımayanlar hangi şıkkı işaretlerler bilemem ama tanıyanlar Ani'yi tek geçer. Eminim.

Ani, yani Ani Çelik Arevyan.

Bu kısacık adlı, upuzun soyadlı kadın benim yirmi yıllık arkadaşım.

Bana beni zengin hissettiren insanlardan biri.

Fotoğrafçı.

Kendi, reklam fotoğrafçısı olduğunu söyler, ben onun tasarım fotoğrafçısı olduğunda ısrar ederim.

Gerçekten iyi, çok iyi bir tasarım fotoğrafçısıdır.

Bu yazdıklarımı okuyunca önce kızacak sonra kızaracaktır ama ne yapalım bu böyledir: Ani, topraklarımızda yaşayan en yetenekli fotoğrafçılardan biridir .

Olanı çeker. Ne varsa onu.

Ama çektiği nesneye, kimseye, kendinden bir şey ekler.

Sadece onda olan, başka kimsede olmayan bir şey. Bir bakış.

Kendine özgü tarzı vardır.

Çektiği fotoğrafları nerede görürsek hemen tanımamız da işte bundandır..

Mesleğe ustam dediği ve her anışında içinin titrediği Paul mc Millen'ın yanında başlamıştır.

Ne öğrendiyse ondan öğrendiğini söyler.

İşin püf noktasını, iyi fotoğrafla sıradan olanın arasındaki ince çizgiyi, çektiğiniz fotoğrafların arasından birini seçemiyorsanız ortaya çok iyi bir iş çıkartmamış olduğunuz gerçeğini, hatta hatta müşteri ilişkilerini... Dedim ya her şeyi.

Altı yedi yıl boyunca onun asistanlığını yapmıştır.

Sonra gene onun ısrarıyla kendi stüdyosunu açmıştır.

Ben Ani'yi işte tam o yıllarda tanıdım.

Koleksiyonlarını hazırladığım şirket, katalog çekimleri için onunla çalıştıklarını söyleyip elime bir adres vermişti.

Nişantaşı'nda, heybetli apartmanlardan birinin bir katı.

Elimde gümüşler, çantamda güller kapıyı çaldığımda beni minicik bir kadın karşıladı.

Şöyle bir birbirimizi tarttık: Ne o işine karışılmasından hoşlanan birine benziyordu, ne ben sorgusuz sualsiz yabancı ellere teslim olacak birine.

Arka odaya, bürosuna geçtik.

O anda farklı bir dünyaya girdiğimi sezdim.

YEŞİL ELMALARA YAPIŞTIRILMIŞ ADRES

Duvarı kaplayan koca kütüphanede yüzlerce kitap vardı. Sadece fotoğraf kitapları değil, başka ilgi alanlarına ait kitaplar da.

Masanın üstü o güne kadar görmediğim, görsem de fark etmeden yanından geçip gittiğim yığınla eşya ile doluydu.

Her biri kendi işlevinin dışında kullanılıyor, insan neye bakacağını şaşırıyordu.

Sonraları moda oldu ama kalıbımı basarım Paşabahçe'nin o yıllarda çıkarttığı cam limon sıkacakları, küllük olarak ilk onun stüdyosunda kullanıldı.

Yirmi yıl önce yeşil elmaların üstüne adresini yapıştırıp kartvizit gibi konuklarına vermek fikri ilk ondan çıktı.

Bu ve buna benzer binlerce ayrıntı.

O yıl ve izleyen yıllarda birçok kez birlikte çalıştık.

Merdivenin üstüne tırmanır, kendi ağırlığının on katı ışıkları kaldırır, o makineyi bırakıp bir ötekine saldırır, saatlerce yorulmadan, yüksünmeden çalışırdı.

Arada durur, o güne kadar tatmadığımız -nereden getirdiyse- egzotik bir çayı, kokulu bir kahveyi, evinde pişirdiği enfes bir keki sunardı.

Ben tembelliğe meyyalimdir. Üç saat çalışıp üç saat dinlenebilirim. Ama Ani'yle ne mümkün?

Aslında ilk görüşmemizden sonra her şeyi ona bırakıp aklım arkada kalmadan başka işlerime bakabilirdim ama onunla çalışmayı o kadar sevdim ki sonraları fotoğraf çekimlerini hep iple çektim.

Bir projesinde asistanlığını bile yaptım: Gurur duyarım.

Ben tam böyle eskilere dalıp gitmişken, Ani geldi.

Biraz sonra da Kutup.

İki fotoğrafçıyı baş başa bırakıp üç dakikalığına yanlarından ayrıldım.

Döndüğümde ne göreyim? Hummalı bir sohbete dalmışlar, beni çoktan unutmuşlardı.

Ani, New York'ta on gün önce katıldığı dijital fotoğraf kursundan söz ediyor, ortada Nikon, Penta adları uçuşuyor, 216, 500 bilmem kaç lafları dolaşıyordu.

Arapça konuşsalar daha iyi. En azından bir iki sözcük anlarım.

Sohbeti de kabaca bölmek istemiyorum.

Hemen yemek siparişi verelim dedim, nazikçe böldüm.

Rahatladım.

Ben unutulacak kadın mıyım?

BURADA HEP İYİYEMEK YENİR

O, ahtapot carpaccio ile başladı. Sonra tavuk.

Ben zaten beklerken, yan masadakilerin ısmarladığı nefis ballı şaraplı bonfileyi gözüme kestirmiştim. Ondan istedim.

Bilenler bilir: Vogue'da her zaman iyi yemek yenir.

Tek sıkıntı, yemekleri soğutmaktır.

Manzaraya dalar, yemeyi unutursunuz. Yalan değil, başıma gelmişliği vardır.

Bu kadarla da kalmadık, tatlıları da ısmarladık.

Ayva tatin ve üç lezzetli creme brulee.

Ani benim dondurmama sulandı ben onun tabağından çaldım.

Laf lafı açtı, şarap şaraba karıştı, gün akşama ulaştı.

Kalktık.

Sarıldık.

Arayı uzatmamaya yemin ettik.

Ayrıldık.

VOGUE

Adres: Spor Caddesi, BJK Plaza A Blok Kat 13 Akaretler-Beşiktaş

Tel: 0212 227 44 04 - 0212 227 25 45

Rezervasyon yapılmasında öğle saatleri için bile fayda var. Hele cam kenarında masa isteniyorsa.

Fiyat: Adam başı 60 milyon civarı.
Yazının Devamını Oku

Lale bu, önce düşler, sonra gerçekleştirir

29 Kasım 2003
<B>İ</B>kimizin de ortak arkadaşı, sırdaşı, yoldaşı MİM KÁF yıllarca Rumeli Hisarı'nda yaşamıştı. Bizi de zaten o tanıştırmıştı.

O yıllarda Lale, bale yapardı.

Balerindi.

Öyle adı sanı duyulmamış bir balerin değil, başbalerin.

Kuğu Gölü'nde Kuğu, Gisele'de Gisele.

Bale zor sanat.

Çocukluğunuz, gençliğiniz ayna karşısında bar tutarak, yıpratıcı provalarla geçiyor.

Sonra, çok genç bir yaşta sevdiğiniz mesleği, sahneyi, alıştığınız alkışları bırakmak zorunda kalıyorsunuz.

Yerine ne koyabileceğiniz ise meçhul.

Evde oturamayacağınıza göre, bocalıyorsunuz.

MİM KÁF, yanında Lale, Kuzguncuk'taki eve geldiğinde, o tam da böyle bir dönemden geçiyordu.

Dizindeki sakatlıktan ötürü bir süredir dans edemiyordu.

Hayatını Londra ve İstanbul arasında mekik dokuyarak geçiriyordu.

Canı sıkkındı. Ama ileride ne yapacağına çoktan karar vermişti: Oyuncu olacaktı.

Araştırmış, soruşturmuş, Amerika'da oyunculuk dersleri veren ünlü bir hocanın adresini bulmuştu. Onun peşine düşecek, olur da kabul edilirse, oyunculuğun sırlarını ondan öğrenecekti.

O gün onu, ‘‘hayalperest’’ diye tanımlamıştım. Ne kadar yanıldığımı kısa sürede anlayacaktım.

Amerika'ya gitti.

Bir süre sonra döndüğünü duydum.

Demeye kalmadan ‘‘Düş Gezginleri’’ ile karşımıza çıktı. Atıf Yılmaz'ın o günlerde kıyamet koparan ünlü filmiydi.

Sonra gerisi geldi.

Şerif Gören ile ‘‘Amerikalı’’yı çevirdi.

Bir kez daha Atıf Yılmaz: Bu kez ‘‘Nihavent Mucize.’’

Barış Pirhasan'la ‘‘O da Beni Seviyor’’ ve son olarak Ömer Kavur'la ‘‘Karşılaşma.’’

Bir sinema serüveni.

Televizyonu da yabana atmadı. Kemal Tahir'i, ünlü romanı ‘‘Yorgun Savaşçısı’’nda Tunca Yönder ile çalıştı. Mahinur Ergun'un Artist Palas'ında, Osman Sınav'ın Mavi Düşleri'nde, gene Ergun'la Çatısız Kadınlar ve Nasıl Evde Kaldım'da oynadı.

Arada da tiyatro.

Arada dediğime bakmayın. Şimdilerde varsa yoksa tiyatro.

Kubilay Tuncer ile Açık Tiyatro'yu kurduklarından beri, bu böyle.

İlk oyunları ‘‘Olağan Mucizeler’’ çok ses getirdi.

Türkiye'de ilk kez drama ve illüzyon birlikte yapıldı. Belki de dünyada ilk kez. Bilmiyorum.

Çok beğenildi.

Ama yetmedi.

Edinbourg'a gittiler ve oyunu orada İngilizce olarak oynadılar.

‘‘İngilizce olarak oynadılar’’ cümlesini söylemek de yazmak da kolay ama yapmak zor.

Hem de çok zor.

İngiltere'de tiyatro denince akan sular durur.

En küçük hata, amatörlük, affedilmez.

Eleştiriler acımasızdır.

Perdeyi açmanızla kapamanız bir olabilir.

Ama bir de başarmaya görün; oyunculuğunuz tescillenir.

Koskoca Hollywood yıldızlarının, Dustin Hoffman'ların, Nicole Kidman'ların Londra'ya gelip süssüz tiyatrolarda çalışmaları boşuna değildir.

Edinbourg'dan sonra Londra'dan, iki ayrı tiyatrodan çağrı almışlar. Düşünüp taşınmışlar Soho'dakinde karar kılmışlar.

Gene Olağan Mucizeler'le bu kez Londralıların karşısına çıkacaklar.

Lale Edinbourg serüveni için ‘‘Biraz da cahil cesaretiydi’’ diyor. ‘‘İlk gün perde kapandığında ne yaptığımızın farkına vardım. Dünyanın en acımasız seyircisinin karşısına onların dilinde oynadığımız bir oyunla çıkmıştık. Evet, hocalardan İngilizce diksiyon dersleri almıştık ama... Cahil cesareti işte.’’

Önümüzdeki günlerde Londra'ya gidecekler.

Ama bu arada boş durmuyorlar.

İki oyunları var.

İlki ‘‘Katil Uşak.’’ Lale orada ikiz kardeşleri oynuyor. Ne peruk değiştiriyor ne kılık.

Bir bakışla, bir hareketle, yakasını bir açıp bir kapayarak birbirinin zıddı iki kardeşi canlandırıyor.

İkinci oyun, Kubilay'ın yazdığı ‘‘Muhittin'le Geçen Günlerim.’’

Onu anlatmadı. ‘‘Gel, gör’’ dedi.

Sırada bir de Stephen King uyarlaması var.

Boşuna varsa yoksa tiyatro demedim.

Yemek boyunca oyunlardan söz ettik.

Yaptıklarından, yapacaklarından.

Olanlardan, olacaklardan.

Onu dinledim.

Ve bu kez asla ‘‘hayalperest’’ diye düşünmedim.

Lale bu.

Önce düşler, sonra gerçekleştirir.

Haydar o bomboş iskeleyi aldı nefis balık yenilen bir yer yaptı


- Ziya'nın yerine gidelim.

- Orayı yazdım.

- Poseidon'a gidelim.

- Orayı da yazdım.

Bir yer daha önerdi. Orayı da yazdım deyince ‘‘İyisi mi ben biraz düşüneyim seni arayayım’’ dedi.

Ne o gün ne ertesi gün ses çıkmadı.

Lale Mansur ile yemek yiyeceğiz ama görünen o ki koca İstanbul'da gidecek lokanta bulamıyoruz.

Gidilecek yerlerin seçimini arkadaşlarınıza bıraktığınızda böyle bir sorunla karşılaşıyorsunuz.

Evet, nereye gitsek acaba diye düşünmekten belki kurtuluyorsunuz ama hemen herkes aynı adresleri önerince şaşırıp kalıyorsunuz.

Gidilmesine gidilir de işin ucunda yazmak da var.

Balık mı yenecek? Ya orası, ya burası.

Beyoğlu'na mı gidilecek? Gene aynı şey.

Şunun şurasında yüz kişiyiz, birbirimizi biliriz, genellikle aynı yerlere gideriz hesabı.

İki gün sonra aradığında Lale, Rumeli Hisarı'ndaki İskele Lokantası'nı önerdi.

Olur, dedim ve hemen o akşam buluşmak için sözleştik.

Haydar'ın oraya balık yemeye gideceğiz.

Yabancı bir arkadaşım her İstanbul'a gelişinde buraya yerleşmeye niyetlenir ama bir türlü nerede oturması gerektiğine karar veremezdi. Ona göre İstanbul'da yaşanası hepi topu iki yer vardı. Biri Dolmabahçe'deki Saat Kulesi, diğeri o zamanlar işletilmeyen Rumeli Hisarı İskelesi.

Güler geçerdik.

O ise ısrarla İskele'nin neden boş durduğunu sorardı.

Bilmezdim. İlgilenmezdim de.

Sonra, günlerden bir gün nasıl yapıp ettiyse koca Haydar orayı aldı ve nefis balık yenilen bir lokanta yaptı.

O gün bugün Hisar'daki İskele Lokantası İstanbullu balık düşkünlerinin en gözde adreslerinden biri.

Denizin üstünde oturuyor, Haydar'ın yılların deneyiminden süzerek belirlediği mezelerinizi, balıklarınızı yiyor ve her gidişinizde, İstanbul'da yaşamanın bir ayrıcalık olduğunu hissediyorsunuz.

Hele hele geç öğle saatlerinde yenen yemekler...

Onların tadı başka.

Tek tük masada, birkaç müdavim: Demleniyor.

Yavaş yavaş Boğaz'ın ışığı değişiyor.

Yaşadığınız zamandan kopup başka zamanlara gidiyor, kendinizi ‘‘Kimbilir kimler’’ diye başlayan cümleler kurarken buluyorsunuz.

Bir de rakıyı, balığı, aşkı, kavgayı ve elbette Boğaz'ı seven şairlerin şiirlerini hatırlarken.

İster istemez. Kim istemez?

İşte, İskele Lokantası benim için böyle bir yer.

Üstelik oraya Lale ile gitmenin ayrı bir anlamı da var.

İSKELE LOKANTASI

Rumeli Hisarı Vapur İskelesi

Tel: (0.212) 263 29 97-257 86 97

Rezervasyon: Gerekli. Kalabalık oluyor.

Kişi başı: 50 milyon civarı.


MİM KÁF'a özel DİPNOT:

Oradaysan ve duyuyorsan; evet Lale'yle tiyatrodan, oyunlardan söz ettik ama inan seni es geçmedik.

Hem söyle. Nasıl geçebilirdik?
Yazının Devamını Oku

Kaç erkek sattığı evin parasıyla karısına mücevher almıştır?

15 Kasım 2003
Ela ve Leyla'ya 'hoşça kalın' dedim.<br><br>Şimdi büyük apartmanların arasına sıkışmış, önünden geçerken dikkat etmezseniz göremeyeceğiniz beyaz köşkün geniş bahçesine çıktım. Her iki yanında gül fidanları dizili ince yokuştan indim.

Büyük demir kapıyı açtım, artık olmayan, benzerine rastlanmayan bir dünyayı arkamda bıraktım.

Göztepe'nin bildik hayhuyuna karıştım.

Eve dönerken uzun uzun İsmail Türsan'ı düşündüm.

Bu, 1913 doğumlu, gencecik adamı.

Onun Göztepe'de geçen çocukluğunu.

Mekteb-i- Sultani'deki gençlik yıllarını.

Bir tek onu sevdim diye anlattığı büyük aşkını; Elhan Hanım’ı.

Hiç kaçamak yapmadınız mı sorumu, ‘‘Başka aşk tatmadım’’ diye yanıtlayışını.

Bu arada attığı muzip bakışı.

Edebiyattan konuşurken ‘‘Verlaine’’ deyip başka bir şey demeyişini.

Ezbere okuduğu şiirleri : ‘‘O ma solitude, o ma pauvrete!’’

‘‘Yalnızlığım, yoksulluğum benim’ diyen şairi hep sevdiğini ama şimdi gerçekten anladığını müstehzi bir gülüş eşliğinde anlatışını.

Rimbaud'dan söz ederken ekşittiği yüzünü..

Haşim deyince parlayan gözlerini..

Melali anlamayan gençliğe neden aşina olamayacağını..

Ve hiçbir ayrıntıyı unutmayan, inanılmaz hafızasını...

Bunları düşündüm.

En çok da anlattığı hikayeleri...

Bize hem çok uzak hem çok yakın bir geçmiş..

Büyük ve aristokrat bir aile...

Ve karşımda görmüş geçirmiş bütün insanlarda olduğu üzere kendisiyle dalga geçen müthiş ironik bir adam.

ASALET MECBUR KILAR

Bazen dalıp gitti. Ama hüznü sevmediğini söyledi..

Goblenlerin, porselenlerin, kristallerin süslediği geniş salonu gösterip, ‘‘Burada doğdum’’ dedi.

Lafın gerisini getirmedi...

Noblesse oblige.

Öyledir, asalet, mecbur kılar.

Birlikte geçirdiğimiz o öğle sonrasını, sohbetinden aldığım tadı, köşkte geçen zamanı nasıl yazacak, İsmail Türsan'ı nasıl anlatacaktım?

Yazının başlığı, ‘‘Köşkte Çay’’ olsun dedim.

Sonra vazgeçtim.

Sildim yeniden yazdım: ‘‘Son Romantik.’’

Onu da beğenmedim.

Başlık bulamadım, biliyorum haddim de değil ama yazmayı denemeliyim.

İyi bir yazı olmasa, onu tam anlamıyla anlatmasa da olur.

Biliyorum: Her mektup, seve seve okunur.

Yıllar önce, hastalık bile denmeyecek garip bir illetle boğuşur, evde mahsur kalmamın acısını kitaplardan çıkarırken o güne kadar tanımadığım bir yazarla karşılaştım: Sermet Muhtar Alus.

İletişim Yayınları’nın İstanbul dizisinden çıkan kitabı büyük bir iştahla okuduğumu hatırlıyorum.

Eski İstanbul'u, İstanbul hayatının izlerini, metruk mahalleleri, mahalle sakinlerinin garip geleneklerini anlatan nefis bir kitaptı.

Hayyttt! diye nara atıp sırtta kan kırmızı ceket, elde püsküllü mızrakla koşturan köşlüleri, başıbozuk tulumbacıları, şehri yakıp kavuran yangınları, sarı şalvarlarıyla dolaşan falcıları, konaktan konağa kafes arkası aşklarını, mesire yerlerini, oralarda boy gösteren sırma kakül, sim gerdan, feraceli dilberleri, afili, fiyakalı, cakalı İstanbul beyzadelerini, fes takmanın adabını, hatta hatta İstanbul'un dillere destan sokak köpeklerini anlatan bir kitap.

Kitabın iç sayfasında burma bıyık yakışıklı bir adamın, Sermet Muhtar'ın silik bir fotoğrafı ve hayatı hakkında kısa bir yazı vardı.

Sermet Muhtar, ünlü mü ünlü Ahmet Muhtar Paşa’nın, o yılların geleneklerine pek de uymayan biçimde, asker ya da diplomat olacak yerde gazeteciliği seçen oğluymuş.

Uzun yıllar köşe yazarlığı yapmış.

Belki büyük yazar payesi alamamış ama bize bu kıvrak dili, kendine özgü mizahıyla anlattığı İstanbul yazılarını miras bırakmış.

İşte bu zat, bu gönlü hovarda, Göztepe'de yirmi yedi dönümlük bir bahçe içinde, Ahmet Muhtar Paşa'nın dillere destan köşkünde doğuyor.

Dadılar, halayıklarla geçen çocukluktan sonra, yaşasın asi gençlik!

KÖŞKTEN KÖŞKE AŞK

Babasının ikazlarını, annesinin feryatlarını dinlemiyor. O yıllar için bohem sayılabilecek bir hayat tarzını benimsiyor.

Sonra sular duruluyor, evlilik saati kapıyı çalıyor.

Bu evlilikten bir kızı oluyor: Elhan Hanım.

Elhan Hanım büyüyüp serpildikçe güzelliğinin, görgüsünün, nezaketinin namı cihanı tutuyor.

Ve bir gün, bu güzel genç kız, komşu köşkün delikanlısıyla, İsmail Türsan'la karşılaşıyor.

Durduğu yerde duramayan bu yakışıklı, monden delikanlıya anında vuruluyor.

Ama ne vurulma. Vurulmamış, vurgun yemiştir.

Henüz on iki-on üç yaşında.

Gönlünü kaptırdığı komşu çocuğu da yaşlı sayılmaz; o da on yedisinde.

Aileler onay verince, nişanlanıyorlar.

Her tutkulu ilişkide olduğu gibi bir süre sonra eften püften bir nedenden ayrılıyorlar.

Ayrılık iki yıl sürecek, bu yıllar İsmail Bey için gençliğin deli rüzgarlarının estiği, Elhan Hanım için acı, gözyaşı, elem yılları olacak ama hikaye mutlu sona ulaşacaktır.

Yakışıklı İsmail ile güzeller güzeli Elhan Hanım evlenecekler ve ata toprakları Göztepe'de yaşamaya devam edeceklerdir.

O yılların Göztepe'sini anlatırken İsmail Bey, ‘‘Hayal edebileceğiniz gibi bir yer değildi’’ dedi. Hatırat da okusak, sepya fotoğraflara da baksak o hayatı asla tasavvur edemeyeceğimizi söyledi.

Oysa, benim için elinde tuttuğu saydam porselen çay fincanına bakmak bile yeterliydi.

Giydiği cekete, cebindeki mendile, kaşmir kazağının rengine, doğuştan olduğu belli zarafetine.

Gözümüzü kapasak, kandiller yanacak.

Biraz zorlasak, bahçeden ıhlamur kokuları gelebilir.

Köşkten köşke yaşanan aşkların hikayesi mutlaka bir yerlerdedir.

I935 yılında, altında Harley Davidson, boynunda atkı, zıpkın gibi genç bir adam motoruna atlar gider.

Eminim karısının yüreği pır pır eder.

Şimdi anılarını anlattığı bu salonda kim bilir ne partiler verilmiş, kim bilir ne flörtler edilmiştir?

Karısı flört edemedi diye gerçekten hayıflanan kaç adam vardır?

Ve kaç erkek sattığı evin parasıyla karısına mücevher almıştır?

Onu el üstünde tutar? Ölesiye şımartır.

Şiirler okur, güller yollar?

Kızlarıyla gurur duyar?

Onların arkadaşı, sırdaşıdır.

Söyleyin; böyle bir baba kaç kişinin harcıdır?

Ve kim Ela Koşar ve Leyla Atalık kadar şanslıdır?
Yazının Devamını Oku

İlham niye hep peridir de şeytan olacağı akla gelmez?

25 Ekim 2003
Sancar Derishow'un beyniyse, Fatoş yüreğidir. Bu yılın teması olarak ‘‘ilham’’ı seçmişler. Gerçekten de ilham dediğimiz nedir? Yoksa biri midir? Neden kimileriyle sıkı fıkıdır da diğerlerinin yanından geçmez? Hep peri olarak düşlenir, şeytan olacağı akla gelmez? Neden bazılarını güldürür, bazılarını küstürür? Birinde uzun konaklar da diğerine şöyle bir uğrar? Fatoş Ahunbay ile yedi buçukta Nişantaşı Banyan Lokantası’nda buluşacağız.

Erken bir akşam yemeği için.

O Fulya'dan, işyerinden çıkıp gelecek, ben neredeysem oradan.

Niyetimiz görüşmediğimiz bunca zamanın açığını kapamaya kalkışıp uzun sohbetlere dalsak bile geç saatlere kalmadan evlerimize dönmek.

Ne mümkün?

Sözleştiğimiz saatte Fatoş Banyan'a gelmiş.

Miş diyorum çünkü orada değildim.

Bir gün kimleri kıskandığım sorulursa, ‘‘İstanbul'un kestirme yollarını bilen sürücüleri’’ diyeceğim.

Yoğun trafikmiş, kazı çalışmalarıymış, bugün açık olan yol ertesi gün kapalıymış fark etmez.

Onları hiçbir şey engellemez: Sağa sapar, sola döner, yokuş çıkıp düze iner, gidecekleri yere kestirmeden giderler.

Oysa ben bırakın ara sokakları, ana yolları bile bilmem.

Sağımı solumu bir çırpıda söyleyemem.

Ama en kötüsü; haddimi bilmemem.

Yol tarif eder, şoförlere karışır, sonuç olarak iki nokta arasındaki en uzun mesafeyi kat etmeyi başarırım.

Kim Yeniköy'den Nişantaşı'na giderken kendini Akşemseddin viyadüğünde bulur, üstelik Rami'nin arka sokaklarında kaybolur?

Cevap: Ben.

Dokuza doğru Banyan'ın kapısından girdiğimde, Fatoş her zamanki neşesi, güleçliğiyle beni karşıladı.

Sanki bir saati aşkın bekleyen o değil.

Sanki sıkılmamış.

Belli, kızmamış.

Ne yüzünde, ne gözlerinde, ne sesinde en ufak bir sitem gölgesi.

Onu öyle görünce, insan, birini beklemenin bile tadının çıkartılabileceğini düşünüyor.

SANCAR VE FATOŞ

Ama Fatoş böyledir: İnandığı işi yapar, bildiği gibi yaşar, sevip güvendiklerini kollar.

Kendiyle barışıktır, tamdır, tamamdır.

Ve benim bu topraklarda gördüğüm en yaratıcı insanlardandır.

Göz önünde olmaktan hoşlanmaz. O ve Sancar işlerini yapar, geride dururlar.

Sektör dışında pek az kişi Derishow'un onların firması olduğunu bilir.

Saklanmazlar ama ortaya da çıkmazlar.

İkisi de mimardır. İTÜ'den mezun olduktan sonra, günün koşulları dayatmış, küçük bir atölye kurarak hayata atılmışlardır.

Derishow bu gün kendi alanında Türkiye'nin en özgün firması ise evet harcında ikisinin de emeği, teri, öngörüsü, cesareti vardır ama Fatoş'un da söylediği gibi mimarlıktan gelmeleri onların en büyük artılarıdır.

Moda gibi geçiciliğin hüküm sürdüğü bir alanda kalıcı olmalarının sırrına gelince; bugüne dek yaptıkları her koleksiyon, ince düşünülmüş sıkı örülmüş fikirlerden çıkmıştır.

Hepsi sırtını doğru temaya yaslar, hepsi ayağını sağlam basar.

Birlikte çalışır, birlikte tasarlarlar.

Hayati kararları birlikte alırlar.

Ama en önemli özellikleri ötekini hesaba katmalarıdır: Yani alıcıları.

Yarattıkları her neyse onu giyecek, kullanacak, onunla yaşayacak olanları.

Katmasına ötekini hesaba katarlar ama imzalarını da kalın atarlar.

Tasarladıkları her neyse -bir giysi, bir ayna, bir kase- uzaktan da görseniz onların elinden çıktığını bilirsiniz.

Sancar Derishow'un beyniyse, Fatoş yüreğidir.

GERÇEKTEN İLHAM KİMDİR

Bu yılın teması olarak ‘‘İlham’’ı seçmişler.

Gerçekten de ilham dediğimiz nedir? Yoksa biri midir?

Neden kimileriyle sıkı fıkıdır da diğerlerinin yanından geçmez?

Hep peri olarak düşlenir, şeytan olacağı akla gelmez?

Neden bazılarını güldürür, bazılarını küstürür?

Neden çat kapı çıkagelir, insanı sersemletir?

Birinde uzun konaklar da diğerine şöyle bir uğrar.

‘‘İlham Kimdir’’in katalog fotoğraflarını Sıtkı Kösemen çekmiş.

Henüz görmedim ama bir de film var: Yoldan geçenlere 'İlham'ı sormuşlar.

Perşembe akşamını dört gözle bekliyorum. Sirkeci Garı'nda hem yeni koleksiyonlarını görüp hem filmi izleyeceğim. (Bu yazı çarşamba günü yazıldı.) Yemek boyunca ‘‘Ars Longa Vita Brevis’’ diye özetleyebileceğim konulardan, ondan, benden, şu anda didişmekte olduklarımızdan, biraz geçmişten, biraz şimdiden, gençlerden, yapılabileceklerden, yapabileceklerimizden, ortak arkadaşlardan, globalleşen dünyadan, yirmili yaşlarda olsaydık nasıl globalleşme karşıtı olacağımızdan, Bove'nin bıyıklarına asılacağımızdan, iki binli yılların ileride tasarım yılları diye adlandırılacağından, tasarımın hayatın her köşesini kapladığından, Bilgi Üniversitesi'nde verdiği derslerden, bundan nasıl keyif aldığından, mutsuz hocaların mutsuz öğrenciler yetiştirdiklerinden, böyle hocaların ellerine düşenlerin yetenekli olsalar bile kendilerini kargışlı gördüklerinden, girişken olmanın, hayatla yoğrulmanın elzeminden, hayal kurmanın öneminden konuştuk: Daldan dala.

Bir de enfes yemekler yedik.

11 ARKADAŞIN LOKANTASI

Banyan'a açıldığı günlerde gitmiştim.

Fatoş'un ise ilk gelişi.

Önce kırmızı şarap söyledik: Özel Kav.

Sonra kendimizi Aslı Pasiner'e teslim ettik.

Aslı, ortaya küçük tadımlıklar getirmeyi önerdi.

Acılı Asya turşusu, Avokado salsa, çıtır yufkaya sarılmış pesto soslu karides, Tempura sebze, istiridye mantarları, bir de fıstık soslu dana şiş...

Adları alengirli kendileri lezzetli Asya mezeleri.

Ana yemekleri de o önerdi: Ben muz yaprağında pişmiş levrek yedim, Fatoş, Banyan usulü portakallı dana eti.

İtiraf etmeliyim: Uzakdoğu mutfağını tanımayanlar ve önyargılı olanlar için Banyan'a gitmek, pek de iç açıcı olmayan bir seçenek.

Oysa mönü bizim ağız tadımıza göre hazırlanmış.

Hiçbir tat uzak değil.

Acı severler için acı, vejetaryenler için bol sebze, deniz ürünleri düşkünlerine yığınla seçenek, etçiler için bir o kadar çeşit var.

Tatlılar da cabası.

Banyan'ın bir de ilginç 'yatırımcı' hikayesi var: Bu işe gönül vermiş ve her biri değişik alanlarda çalışan on bir arkadaş bir araya gelmiş, Banyan'ı açmışlar.

Yani para yatırmışlar.

Ama bu serüvende, anladığım kadarıyla, bir kişinin; Aslı'nın hayatı değişmiş. Boğaziçi ekonomi diploması, üstüne işletme lisansı, Coca-Cola'da altı yıl yöneticilik, hepsini elinin tersiyle itmiş, Banyan'ın başına geçmiş.

Başarılı bir kariyeri bırakıp düşlerinin peşinden gidenlere ne söylenir?

Olsa olsa 'Düşlediğiniz gibi ola' denir.

Öyle.

İçimden geçen tam da bu cümle.

BANYAN: Abdi İpekçi Caddesi No: 40/3- Nişantaşı. Tel: 0212-219 60 11. Rezervasyon gerekiyor. Fiyatlar adam başı 50 milyon.
Yazının Devamını Oku

Eşya olsaydı cetvel, böcek olsaydı çekirge, mahalle olsaydı Ortaköy olurdu

18 Ekim 2003
Hani bir oyun vardır.<br><br>Arkadaşlar arasında oynanan. Biri içinden birini tutar, diğerleri soru sorar. 10 soru-10 cevapta kimin tutulduğu bulunmaya çalışılır.

İlk soru genellikle ‘‘Bir renk olsaydı ne olurdu?’’ olur. Bir çiçek olsaydı, bir böcek olsaydı, bir hayvan olsaydı; gibi kalın sorulardan sonra sıra, bir beste olsaydı, bir ses olsaydı, bir tanım olsaydı gibi daha incelikli sorulara gelir.

Her cevapta eşkál biraz daha belirlenir. Ortaya bir resim çıkar.

Oyunun püf noktası kurnaz cevaplar vermektir. Bir de ister sıradan ister sivri olsun, renkli insanları seçmek gerekir.

Salı günü, onunla Teşvikiye'de buluştuktan, Mavi Cafe'nin kaldırıma serili masalarından birine oturup salata yedikten ve yaklaşık dört saat konuştuktan sonra eve dönerken bu oyunu oynadım.

Kendi kendime...

‘‘Bir renk olsaydı şarap rengi olurdu’’ dedim. Kanın, kaftanın rengi.

Çiçek olsa mor salkım. Hem bize ait hem hüda-i-nabit.

Böcek olsa, çekirge... Yürümek diye zıplamayı bilen...

Beste? Hem Bach'tan hem Dede Efendi'den.

Hayvan? Bir yanı ana kuzusuysa öbür yanı sokak kedisi.

Ses? Martılar, vapur düdükleri, seyyar satıcılar... Korna sesleriyle ezan sesinin birbirine karıştığı şehrin sesi.

Tanım? Kesinlikle ‘‘İstanbul delisi.’’

Bu oyunu arkadaşlarımla oynasam kalan sorular ne olurdu, vereceğim cevaplar ne, bilmiyorum.

Ama içlerinden biri bir eşya olsa diye sorsa, hem cetvel hem divit desem, diğeri bir rüya dese, sırı dökülmemiş ama sırrı yerinde İstanbul desem, duraksarlardı.

Bir semt olsa sorusu akıllarına gelip de sorsalar bir de benden Ortaköy cevabını alsalar, hemen adını koyarlardı: Erhan İşözen.

Onunla tanıştığımızda Ortaköy'le yatıp Ortaköy'le kalkıyordu.

O dönemin Beşiktaş Belediye Başkanı Ayfer Atay'a danışmanlık yapıyor, şehrin göbeğinde kuşatılmış bölge gibi duran Ortaköy'ü ruhunu zedelemeden çağdaş bir hále getirmeye uğraşıyordu.

Önce yollar kazıldı, altyapı çalışmaları tamamlandı. O günlerde İstanbul'a geleceği rivayet edilen doğal gaz hattıyla kablolu televizyon hattı bile çekildi, evlerin önüne kutular dikildi.

Önemli olan bugün örülen kaldırım, yarın sökülmesin. Ama gel sen bunu semt sakinlerine anlat... Paralar havaya gidiyor diye yakınanlar, evlerimiz dinleniyor diye sızlananlar. Hatta üşenmeyip yazanlar..

Aldırmadı. Bildiğini yaptı.

Sonra evler onarıldı, boyandı.

Lokantalar, dükkanlar açıldı.

Önce meydan, derken sokaklar doldu, Ortaköy kendini Ortaköy'e ait hisseden insanların semti oldu.

ŞİMDİ ŞİŞLİ'DE ÇALIŞIYOR

O günleri konuşurken ‘‘Amerika'yı yeniden keşfetmedim’’ diyor. Bütün metropollerde yapılan benzer uygulamaları örnek aldığını söylüyor.

Bugün, Ortaköy'ü beğenenler kadar eleştirenler de var.

Beğenenler İstanbul'un en renkli semti diyor.

Beğenmeyenler eskinin tozlu günlerini özlüyor.

Şimdi Şişli için kolları sıvamış durumda.

Şişli ile yatıp Şişli ile kalkıyor.

O Şişli ki orta ölçekli bir Avrupa şehri.

Bu kez Mustafa Sarıgül'ün danışmanı.

Apartman cepheleri temizleniyor, kirlilik yaratan tabelalar sökülüyor, Teşvikiye'den Kuştepe'ye boş alanlar park yapılıyor, sokak sergileri açılıyor, heykeller dikiliyor...

Halaskargazi'de, Hüsrev Gerede'de, adlarını art arda yazamayacağım yığınla caddede, hummalı bir çalışma; trafik ve yaya yolları yeniden düzenleniyor.

Bunca çalışmanın arasında buluştuk.

Koltuğunun altında üç kitapla çıkageldi. İkisi kendi kitabı. Şişli'de Bir Apartman ve İlk Adım. Diğeri Rinaldo Marmara'nın titiz çalışması: Pangaltı...

İlk kitap, adı üstünde, semtin tarihini, 1930'lu yıllarla birlikte ortaya çıkan apartman olgusunu, Constantin Papa tarafından yapılan Arif Paşa Apartmanı'nı ve Vedat Tek'in binalarını anlatan, Şişli'nin önemli kavşaklarından tutun şu andaki yenileme çalışmalarına ve yapılması gerekenlere kadar semti kuşatan bir kitap.

İkincisi, belli ki Atatürk'ün ‘‘Benim ilk inkılap ve müşkülat arkadaşım’’ dediği Hüsrev Gerede'yi cadde ismi olmaktan çıkartmak, biraz olsun tanıtmak için yazılmış.

Zaten, kent üstüne, kentlilik üstüne yazılmış yirmiye yakın kitabı var.

Bunlar sonuncular.

DÖRT SAAT KONUŞTUK

Erhan gibi insanlara sorulacak en tehlikeli soru ‘‘Nasılsın?’’ı izleyen ‘‘Ne yapıyorsun?’’ sorusudur. Çalışmayı olduğu kadar yaşamayı da çok seven insanlara sorulmaması gereken sorudur bu. Anlatmaya başladıklarında bilgi, birikim, yaşanmışlık, acemilik el ele verir.

Dostlar, kitaplar, resimler, şiirler sıraya dizilir.

Uzak diyarlarda bir adam kartpostal toplar, diğeri tanımadığı annesinin mezarına çiçek koyar, beriki sahip olamayacağı evin maketini yapar. Öyle bir maket ki ailenin her ferdi düşlediği evi anlatmış, maket bu istekler doğrultusunda tamamlanmış, bittiğinde herkes el ele tutuşup karşısında oynamıştır...

Bu ve buna benzer öyküler, altı çizilmeden söylenmiş cümleler sonunda sizi allak bullak eder. Dört saatlik sohbetin sonunda, masadan kalktığımızda ben de öyleydim.

Dediğim gibi arabaya bindim eve dönerken aklıma bir zamanlar oynadığımız bu oyun düştü.

Anlattığım gibi: Bir renk olsa? Bir çiçek? Bir böcek? Bir tanım diye başladım.

Yazmaya çalıştım ama Erhan İşözen'i tanımlayamadım.

MAVİ NE RENKTİR???

Mavi benim Teşvikiye Abdi İpekçi Caddesi'nde, hele hele üst katında, arkadaşıma ait bir daireyi kısa bir süre için ofis olarak kullandığım günlerde en sık gittiğim ‘‘cafe’’lerden biri. O gün de Erhan'la nerede buluşsak diye konuşurken Mavi'yi önermesiyle, bende bir sevinç, anlatamam. Bakılınca ‘‘Mavi'nin neresi özel?’’ diye sorabilirsiniz. Bana soracak olursanız önce sahipleri özel. Reya Göksun ve Sermin Faga... Ve gerçekten ikisi de birbirinden güzel. Sonra yeri özel. Sonra adı özel. Sonra servisi özel. Bunların dışında kıstas diye benzer yerler alınırsa, fiyatları özel. İçki yok, rezervasyon yok. Salatalar, omletler, krepler, sıcak ya da soğuk sandviçler, günün mönüsü... Aklınıza gelen her türlü içecek, aklınıza gelmeyen tatlılar var. Hava iyiyse kaldırıma, olmadı terasa, üşürseniz içeriye kuruluyor, bir yandan bir şeyler atıştırıp bir yandan gelip geçeni seyrediyor, tanıdıklarınızla konuşuyor, tanımadıklarınıza bakıyorsunuz. Eh, burası İstanbul, İstanbul'un en afili semti, semtin en sevimli cafe'si diyor, mutlu oluyorsunuz.

Abdi İpekçi Caddesi No: 20; Nişantaşı Tel: (0212) 246 51 05-246 50 19
Yazının Devamını Oku