Figen Batur

Geceler biraz da ıskaladığımız şeyleri örterler

14 Haziran 2003
Bahar aylarıyla birlikte, İstanbul'daki lokantalarda, gece kulüplerinde hummalı bir faaliyet başladı. Herkes arada bastıran yağmura, kış geri geldi dedirten soğuklara aldırmadan harıl harıl çalışıyor, yaza hazırlanıyordu. Geçen yıldan bu yana el sürmedikleri eski yazlıklarını onaranlar, deniz kokan yeni adreslere taşınma hazırlığı yapanlar...

Elbette herkes değil: ‘‘Beni seven bana gelir’’ diye şehirde kalmaya karar verenler olduğu kadar, kapılarına kilit vurup sezonun daha uzun sürdüğü Çeşme-Bodrum yolunu tutanlar da oldu.

Bahçesi olan bahçesini açtı, terası olan terasını.

Bahçesi de terası da olmayan kaldırımlara bir iki masa attı.

Karşı yakanın sakinleri bu koşturmacayı biraz da bıyık altından gülerek izledi. Üsküdar'dan Beykoz'a Boğaz kıyısını, Moda'dan Bostancı'ya sahil yolunu, Göztepe'nin eski günlerden yadigár büyük bahçeli köşklerini mesken tutanlar yerlerinden kıpırdamadı: Ne de olsa onların müşterileri İstanbul'un en eski ‘‘sayfiye’’cileri. İhanet etmez, hele hele yaz aylarında öldür Allah başka yere gitmezler.

Anlaşmalar yapıldı, alındı, satıldı, eksikler tamamlandı: İstanbul yaza hazırdı.

Havaların ısınmasıyla birlikte de İstanbullular kendilerini sokaklara attı.

Yaşlısı genci, kadını erkeği yürüyüşe çıktı.

Kovasını oltasını çıkaran, balığa.

Nişantaşı'nın kaldırımları, Beyoğlu'nun pasajları, Galata'dan Sultanahmet'e hanların, otellerin manzaralı terasları, Cibali'nin, Kumkapı'nın sokakları doldu taştı.

Ortaköy-Kuruçeşme hattında oturanlar bir kez daha taşınma kararı aldı.

Hafta sonları, mayosunu kapan havuzlara ya da yıllarca unuttuktan sonra yeniden hatırlanan Kilyos plajlarına koştu. Biraz olsun soluklanmak için Park Orman'a, Saklıköy'e, Belgrad Ormanları'ndaki ‘‘kendin pişir kendin ye’’cilere gidildi.

Motoru olan soluğu Sapanca'da, Ağva'da aldı.

Teknesine atlayan Adalar'da, Kavaklar'da.

Sabah kahvaltı veren çay bahçelerine gidildi.

Öğle yemekleri bir yerlerde yendi. Öğleden sonra yaşlılar kestirirken gençler piyasa yerlerini mimledi.

Akşamla birlikte yorgun argın eve dönenler de vardı, günün ilk yudumunu yudumlamak için eşref saatini kollayanlar da.

Sonra herkes kendi dünyasına çekildi: Mışıl mışıl uyuyanlar, gözünü uyku tutmayanlar, evlerinden çıkmayan, evinin yolunu unutanlar.

HAVA DÖNER YAZ BİTER

Geceler biraz da ‘‘ıskaladığımız şeyleri örterler.’’

Bu hengame okullar kapanıncaya kadar böyle sürer.

Sonra tatile gidilir, gidemeyenler onlara bir tatili bile çok gören hayata, koşullara, patronlara küser.

Bastıran sıcaklardan, bunaltan nemden şikáyet edilir.

Herkes birbirine serin adresler verir.

Ve bir gün ansızın hava döner, yaz biter.

Ama havalar yeni ısındı, içimizi ürpertecek o bulutlu sabahlara kadar önümüzde yaşanacak uzun bir yaz var.

Bunca hazırlıktan sonra böyle olacağı belliydi: Geçtiğimiz haftalarda bir açılış furyasıdır gitti. Neredeyse İstanbul'un her köşesinde, her semtinde bir yerlerin açılışı yapıldı.

Kimi sessiz sedasız, kimi havai fişekli.

Basının gözdesi Ortaköy Kuruçeşme'deki gece kulüpleriydi.

Sanıyorum önce Zihni Bar açıldı. Yılların Zihni'si müzmin bekárlığa en azından işletme alanında son verip İzzet Çapa ve arkadaşlarıyla anlaştı. Ve sezonu ilk açan yer olarak parsayı topladı.

Sonra Ortaköy'de Dada'nın yazlığı ve yanında bu yıl gençlerin gözdesi olduğu söylenen Angelique-Buz Bar.

GEÇEN YILIN GALİBİ REINA

Biraz ileride geçen yılın galibi Reina.

Biraz daha ileride de yenilenen dekoruyla Boğaz'a Nil Nehri muamelesi yapan palmiyeli Laila.

Biri hariç birbirine gidemedim. O da bu güzergáhta değil. Daha yukarıda. Boğaz'a kuşbakışı bakan Balmumcu'da.

Avi Behar uzun yıllar İstanbul'da turladıktan, bambaşka işlerde çalıştıktan sonra iki yıl kadar önce benim Garden 74 iken hiç gitmediğim bu mekánı almış, yenilemiş. Adını da Ginger Up olarak takdis etmiş.

Geçen kış bir arkadaşımın doğum gününü orada kutladık. Açık büfede nefis yemekler yediğimi hatırlıyorum. Ama Mehmet Teoman aramasa ve yaz süresince Coco-Gramafon'un üstelik Ziya Yağtuğ'un küçük lokantasıyla birlikte Ginger Up'ın terasında olacağını söylemese koşa koşa açılışa gider miydim, bilmiyorum.

Giderdim de açılışa değil: Köprü ışıklarına karşı bir arkadaşımla birlikte yemek yemeye.

Terasta ortada Avi'nin kendi barı var.

Sağda da Coco-Gramafon'un upuzun barı ve ucunda da Mehmet'in krallığı.

Müziği Mehmet yapıyor. Kulağında kulaklıkları canının çektiğini çalıyor. Dalida'dan Kiri Te Kanawa'ya, Gencebay'dan Abbey Lincoln'e aklına kestiği, içinden geldiği gibi.

ORTADA FELLİNİ KAHRAMANLARI

Mehmet ters akan nehirler gibidir.

İnsanlar gençliklerinde DJ olmaya gönül verir sonra da müziğin başka alanlarına geçer ya, Mehmet, uzun yıllar dillerden düşmeyen şarkı sözleri yazdıktan, bugün her biri birbirinden ünlü şarkıcılarla çalıştıktan, adı sanı duyulmamış insanları ‘‘şöhret’’ yaptıktan, işletmeciliğe el atıp ağzının payını aldıktan, motoruna atlayıp dünyayı dolaştıktan, en önemlisi de hayatını doya doya yaşadıktan sonra tam da ‘‘duruldu’’ dediğimiz bir anda DJ olmaya karar verdi.

Önce Andon'u Sıraselviler'in uğrak mekánlarından biri yaptı.

Sonra, Beyoğlu'nun arka sokaklarında bugüne kadar eşi benzeri görülmemiş bir yer açtı: Coco Palace. İçerde kırmızı kanapeler, adak mumları, ortada dolaşan Fellini kahramanları.

Daha sonra da ver elini Tünel. Gramofon'la anlaştı.

Şimdi de Coco-Gramafon olarak yaz boyunca Ginger Up'ta.

Sol tarafta set üstünde Ziya'nın yeri var.

Ziya çırpıntılı denizler gibidir. Rüzgárı eksik olmaz.

Uzun yıllar Safran'da Aslı Altan'la çalıştıktan sonra geçen kış Odakule'de Nu Pera'nın olduğu binanın alt katında kendi yerini açtı. Minicik bir lokanta. Thonet iskemleler, uçuşan perdeler, coştuğu zaman başına geçtiği müzik. Mutfakta da Nicholas. Türkiye'de Türk yemekleri yapan ilk ve tek Fransız. Tuhaf tabii. Fransız yemeği yapan Türk ustalara nazire gibi.

Mehmet'in müziğini dinlemek, itiş kakıştan uzak rahat rahat yemeklerini yemek isteyenlere duyurulur. Orada, Balmumcu'da birbirine benzemeyen üç adam ve birbirinin içine geçmiş üç mekán var.

Adres: Bestekár Şevki Bey Sokak. No: 74 Balmumcu

Tel: 0.212 274 20 45

Fiyatlar: Coco Gramafon: İçkiler: 7,5-10 milyon

Ginger Up: Adam başı 45-50 milyon

Ziya'nın Yeri: 30-35 milyon.
Yazının Devamını Oku

Bir mekan FISHMEKAN

7 Haziran 2003
Emin Mahir üç günlüğüne İstanbul'a gelmiş. Buluşup yemek yiyeceğiz de nereye gideceğiz? Ne zaman? Üç gün bu; Can burada, Canan burada, arkadaşlar sırada. Pazar günü öğle yemeği için sözleştik. Emin Mahir ağzının tadını bilir. İstediği kadar Boğaz'ın en güzel yerine kurulsun, isterse İstanbul'un incisi olsun iyi yemek yenmeyen yerlere gitmez. Gitse de sizin hatırınız için gider, önüne gelen yemekleri yemez, oyalanır.

Fishmekán'a gitmeyi önerdim. Hadi Yöney'in açtığı yere.

TIPKIBASIM MEZE YOK

Fishmekán adı üstünde bir balık lokantası.

Hadi, uzun yıllar mimar olarak çalıştıktan, yüzdoksan küsur lokanta yaptıktan, İstanbul'un köşe bucak semtlerinde farklı tatlar kovaladıktan sonra burayı açmaya karar vermiş. Her şeyden önce kendi, sonra sevdikleri sonra da kazık yemeden de güzel yemek yenebileceğini cümle áleme göstermek için. İçim rahat.

Çok yeni açıldı ama ben en az üç kez gittim ve gerçekten de artık birbirinin tıpkıbasımı sıradan mezelerin, taze olsalar da özel olmayan balıkların yenildiği lokantadakilerden farklı yemekler yedim. Balık köftesi, közlenmiş patlıcanlı karışık salata, ıspanaklı levrek, armut turşusu, somon lakerda, örtülü karides, susamlı deniz mahsulleri, tatlılardan da dondurmalı irmik helvası, volkan, sıcak baklava.

İster inanın ister inanmayın, üç otuz paraya. Biraz erken gittim, sadece Emin Mahir değil, otuz yıl önce birlikte yola çıktığımız, araya boşluklar girse de ayrılmadığımız arkadaşlar bir araya geleceğiz. Fafa yok, o Ankara'da. Bir de Nilgün. O da Roma'da.

Sofra kurulmuş, beyaz örtüler, bardaklarda değişik renklerde peçeteler, Kuleli'ye karşı bir masa.

ŞENLİK, SOHBET

O gün Arnavutköy'de şenlik var. Ne sıkılı yumruklar ne katı sloganlar: Yufkacısı, kasabı, balıkçısı, bakkalı Arnavutköy'ün bütün esnafı bir de ister doğma büyüme buralı ister dışarlıklı olsun Arnavutköy yaşayanları, üçüncü bir köprü istemediklerini şenlik yaparak söylüyorlar. Yollarda sakalar, keten helvacılar, kermeste satacakları malları tezgáhlara dizen kadınlar, pankart taşıyan öğrenciler, bu cümbüşte kendilerine de sıra geleceğini düşünen gençler, davulcular, zurnacılar, nerede hareket orada bereket diyenler, geçerken duranlar, dayanışma ruhu adına buraya koşanlar, kendini İstanbullu hisseden herkes dışarıda, sokaklarda. Birkaç tane de ünlü isim varmış. Ertesi gün, gazetelerden öğrendim.

Olmasa da olurmuş. Önce erkenciler, Aydın'la Canan geldi. Sonra Alageyik'le Emin Mahir. Gözümüz kapıda: Kesibe de gelecek.

Birer bira içsek de öyle mi rakıya geçsek derken o da geldi. Bağdat'tan yeni dönen Selim Karaosmanoğlu ve masanın neşesi gençlerle birlikte, Hülyalı Zeynep, yakışıklı Arda ve büyümeye can atan Ali.

Baş köşeyi Aydın'a verdik: Hakkı. O hepimizin ortak paydası. Uçlara gençleri dizdik: Genç olmanın yazgısı.

İçecekleri söyledik. Gerisi kendinden geldi. Yemek, içki, şenlik, sohbet: Bir pazar günü de böyle geçti.

Adres: Fishmekan

Arnavutköy Caddesi No: 60

Tel: 212 358 51 58-59

Dünyayı yeseniz 30 milyon civarında. Rezervasyon yaptırmakta fayda var.


Hadi Yöney'in tarifi


2 adet kemer patlıcan

4 adet domates

4 adet sivribiber

3 diş sarımsak

1 çay bardağı sızma yağ

1600 gr. deniz levreği

Deniz levreği ayıklanır ve pulları kazınır. Levrek fleto kesilir ve 400 gr. parçalara ayrılır. Parçaların içindeki kılçıklar cımbız ile ayıklanır. Levrekler tuzlanır ve dinlenmeye bırakılır. 4 patlıcan, 4 domates, 4 biber kömür ateşinde iyice közlenir. Sızma zeytinyağı, tuz, 3 diş sarımsak havanda dövülür ve közlenmiş patlıcanlar içine bırakılır. Levrekler iyice yağlanır ve kömür ızgarasında arkalı, önlü pişirilir. Sırasıyla köz patlıcan yanına köz domates ve biberler yerleştirilir, pişen balık üzerlerine konularak servis edilir. (Fesleğen sos ile verilirse daha keyifli olur.)


EMİN MAHİR BALCIOĞLU


Bir kumaş ilk metresinden belli olur derler ya Emin Mahir'in de hayatı sanki doğduğunda biçilmiş. Diplomat bir babanın fırlama oğlu. Çocukluğu bütün diplomat çocukları gibi birbirine zerre kadar benzemeyen şehirler, birbirine taban tabana zıt kültürler, farklı dillerin konuşulduğu farklı ülkelerde geçmiş. ‘‘Her sınıfta sil baştan, Yeni arkadaşlar edinir eskileri özlerdim. Önce sıfır alır sonra başarırdım’’ dediği ilkokula İtalya'da başlamış. Sonra Norveç, sonra Venezüella. Aile Türkiye'ye dönmüş de Emin Mahir doğduğu ülkeyi görmüş. Lise yıllarında gezgin derviş. Üniversiteye Torino'da gitmiş. Mimariye gönül vermiş. 1975'te Ankara: ODTÜ'de doktora. İnsan genç olur da vurulmadan durur mu? O da vurulmuş. Ankara'nın en güzel kızına, Alageyik'e sevdalanmış. Ama hayat ona vurulmak demenin yalnızca sevdalanmak demek olmadığını çabuk anlatmış: Madrid'de canından can almış. Emin Mahir'i o yıllarda tanıdım. Öyle yıllar ki herkes kendi çapında ‘‘benzersizdi.’’ Meraklıydı, inceydi, keskindi. O bizlere hem benzer hem benzemezdi. Gençlikte önemli kavşaklar vardır ya, hani kimine kırmızı yanar, durur kalır, kimine yeşil, geçer gider. Emin Mahir de gidenlerden. Cenevre'ye Ağa Han Vakfı'nda çalışmaya gitti. Ağa Han Vakfı'nda çalışmak demek, dünyanın dört bucağında yaşamak demek. Bir ara Tanzanya'da Zanzibar’daydı, sıtma olmuştu. Bir ara Venedik'te Lido'da, mutluydu. Yaz kış demeden her teneffüste

kendini bahçeye atan çocuklar gibi her fırsatta Ankara'ya geldi. Nasıl gelmesin? Can oradaydı, gözbebeği. Samancı Üniversitesi kurulurken danışmanlık yapması önerildi. Kabul etti, geldi İstanbul'a yerleşti. Sonra beş yıl boyunca gecesini gündüzüne, bilgisini harcına kattı Atlı Köşk'ten çağdaş bir müze yarattı. Benzer işleri başka ülkelerde, başka şehirlerde de yaptığını hatta daha büyük projelerde çalıştığını biliyorduk da ilk kez yanındaydık. Kıvancını paylaştık. Şimdi gene Cenevre'de. Cenevre'de dediysem merkez üssü Cenevre. Üç şehirde üç ayrı proje için uğraşıyor. Biri Toronta'da, Saadettin Ağa Han özel koleksiyonunun sergileneceği, gençlere bursların verileceği, yeni alımların yapılıp audio-visuel sistemlerin kurulacağı bir müze kuracak. Diğeri Zanzibar'da. Daha önce restorasyonunu yaptığı bir binada, Hint Deniz Tarihi müzesi açacak. Dünyanın dört bir tarafından geçmişte bu denizde kullanılan araç gereçleri toplayacak. Sonuncusu da Paris'te. Her yıl yüklü bir miktar zarar eden ve gittikçe tozlu bir çehreye bürünen Chantilly şatosunu çağdaş bir görünüme kavuşturacak. Bunca işle nasıl mı başa çıkacak? Her iş kendinle tutuştuğun bir bahistir ve kendine yenilmek istemezsin ya, o da öyle yapacak. Gücünü kendinden alacak. Sonra? Emin Mahir'in sözlüğünde yarım bırakmak yok ya sonra gerekli parayı bulacak, yarım bıraktığını düşündüğü tek işi gerçekleştirmek için New York'a uçacak. New York, son durak.
Yazının Devamını Oku

Barda görmüş geçirmiş amca duvarlarda sepya fotoğraflar

31 Mayıs 2003
T, telefonda <B>‘‘Dönünce seni Pendik'te kurtarılmış bir bölgeye götüreceğim’’</B> dedi. <B>‘‘Tersine kurtarılmış bir bölgeye, Pita Cruşavnik, Sok, Boşnak böreği yiyeceğiz.’’</B> Bana sorulduğunda kanımı donduran soruyu bu kez ben ona sordum, ‘‘Nasıl yani?’’

Gidince görürmüşüm.

T'nin, yani Tevhide'nin, yani Tevhide Ayaşlı'nın, yani benim yarım, yani benim canım, yani benim kanım Tevhide'nin İstanbul'da hálá gitmediği mahalle, hálá geçmediği bir sokak var mıydı?

Sanmıyordum. Ama yanılmışım. Burayı yeni keşfetmiş.

On yılı aşkın bir süre birlikte çalıştık. Kapalıçarşı'yı mesken tuttuk, ama Sultanbeyli'den Yedikule'ye, Beykoz'dan Yenibosna'ya, Galata'dan Cankurtaran'a gitmediğimiz yer, çalışmadığımız atölye kalmadı. En iyi ‘‘revorverci’’ oradaysa en usta ‘‘tornacı’’ buradaydı. Orada kristal kesiliyorsa burada bere örülüyordu. Şemsiye Tuzla'da yaptırılıyorsa, tepsi Üsküdar'da boyatılıyordu. Oymacı Edirnekapı'da, cilacı yanıbaşımızdaydı.

İmalat yapıyorduk.

Birbirinden ilginç insanlarla tanıştık, birbirinden ilginç mekánlarda dolaştık. Tam on yıl.

Kaplamacı Recep Usta'yı, gizli ressam Galip'i, yıllarca kahrımızı çeken Menemşe Arman'la yamuk belli tornacı Salih'i, kararınca kararan Seyfi'yle nurani yüzlü Fethi Bey'i nasıl unuturuz? Hiç unutmadık.

Küçük dünyaların, büyük insanları: Biraz ‘‘memleketten İnsan Manzaraları.’’

YAPMA ÇİÇEKLİ MASALAR


Genellikle yemek yiyecek zaman olmazdı. Acıkınca çay içer, yarım simitle günü geçirirdik. Bir gün Tevhide'nin başına geçmeyen bir ağrı girdi ve doktor kan şekerinin düştüğünü, mutlaka öğle yemeği yemesi gerektiğini söyledi. O günden sonra ara sokaklardaki lokantalarla tanıştık. Hangi mahalledeysek o mahallenin yüzakı olan, masalarını yapma çiçekli vazoların, duvarlarını aile fotoğraflarının süslediği, kasalarında babaların, mutfakta anaların durduğu, oğulların okul dönüşü uğrayıp mesleğin inceliklerini kapmaya çalıştığı lokantalarını İstanbul'un güzelim esnaf lokantalarını.

Bir gün yorulduk, usandık, bıraktık. Lokantaları değil, imalatı.

Tevhide Hindistan rüzgárını arkasına aldı, Krişna'yı açtı. Ben başka sulara daldım.

Döner dönmez Tevhide'yi aradım.

Bostancı'da Ada İskelesi'nin önünde buluşup, tersine kurtarılmış bölgeye gideceğiz: Pendik'teki Boşnak Mahallesi’ne.

Sahil yolundan Pendik'e kadar gidiyor, sonra E-5 Karayolu yönüne sapıyorsunuz. Sağda bir cami var. Sizi mahallenin içlerine doğru götüren caddenin adı Mostar Caddesi. Caddesi olur da köprüsü olmaz mı diye düşünmeye kalmadan karşınıza Mostar Köprüsü ve Mostar Viyadüğü çıkıyor. Anlaşılan burada her yerin adı Mostar. Ancak Pendik bildiğiniz Pendik. Sokaklarında yorgun kadınlarla bezgin adamların dolaştığı, üstüne örtük, kapalı, oldukça asık yüzlü Pendik.

Biraz daha ilerleyip Mimar Sinan Caddesi'ne doğru gidince manzara bir anda değişiyor. Kot pantolonlu genç kızların, aydınlık yüzlü güleç kadınların, oradan oraya koşuşturan çalışkan adamların yaşadığı bambaşka bir mahalleye geliyorsunuz: Yaklaşık yirmi bin muhacirin yaşadığı Boşnak Mahallesi’ne.

Yan yana dizilmiş birahanelerin arasına serpiştirilmiş lokantaların önünde sardunyalı küçük teraslar var. Müşteriler genellikle erkek. Keyifle yemeklerini yiyen, paşa paşa içkilerini içen, bara geçip rakı söyleyen, poz verip fotoğraf çektiren iki kadına bırakın şaşırmayı, dönüp bakmayan erkekler bunlar.

Sancak Restoran'dayız.

Tevhide'nin daha önce gelip ‘‘yemekleri harika’’ dediği bugün içinse önceden arayıp Boşnak böreği sipariş ettiği restoranda.

BOŞNAK AİLENİN MEKANI

Kapıda bizi Adnan karşıladı: Adnan Sancak. Fehim Bey'in oğlu, Nurcan'ın kocası, Yasin'le Emir'in babası. Aile buraya 1958'de göçmüş. O güne kadar soyadları Agajevic yani Ağa oğluymuş. Sonraları bıraktıkları ama asla unutamadıkları topraklarının adını soyadı olarak almışlar: Sancak.

Baba Fehim Bey 1974'te bu işi kurmuş. Günü gelince, oğluna devretmiş. Ama hálá gözü üstlerindeymiş.

Barda amca duruyor, sessiz, görmüş geçirmiş.

Duvarlarda sepya fotoğraflar var.

Birinde avurtları çökük, Ayhan Işık bıyıklı, ince kravatı özenle bağlı, elinde Türk bayrağı sallayan genç bir adam. Dedeymiş.

Öbüründe, duvarında ‘‘Ne Mutlu Türküm Diyene’’ yazısının okunduğu bir kahvehane. Masa başında oturmuş, başlarına geleceklerden habersiz, umutla objektiflere bakan birkaç genç adam: Akrabalarmış.

Bir de renkli bir fotoğraf. Yemyeşil bir bahçede, başına sarılı beyaz mendili, eğri sopasına yaslanmış, tahta bir iskemlede oturan yorgun bir adam: Babaymış.

Sonra Kosova Futbol Takımı'nın birkaç afişi: Özenle çerçeveletilmiş.

Sonra sıra sıra televizyonlar: Balkan şarkıları söyleyen tanımadığım şarkıcılar, Boşnakça söyleşi yapanlar: Kasetmiş.

Masaya oturmamızla yemekler gelmeye başladı. Önce beyaz peynir: Yağlı. Sonra üstüne azıcık çökelek serpilmiş közde biber, derken kuru etle pişirilmiş acılı meyhane pilavı. Arada Boşnakların geleneksel turşusu: Sok. Ekşi kremalı dolmalık biberle yapılan. Bakla, yoğurtlu bakla, mevsim bakla mevsimi ya. Meşe odununda işlenmiş füme et.

Hepsi masaya dizildi. Böyleymiş, ısmarlamadan mezeler gelirmiş: Adetmiş.

Sancak Ailesi üst katta oturuyor. Adnan, bize üşenmeden Boşnak böreği açan eşini çağırdı. Nurcan gözlerinin içinde kıvılcımlar çakan Nurcan, yanında ya tiyatrocu ya dişçi olacağını söyleyen oğlu Yasin'le aşağıya indi. Sonra fotoğraf çektirmek için kına gecelerinde sadece kadınların giydiği yerel kıyafetlerini giymek üzere yukarı çıktı. Adnan arkasından uzun uzun, saklamak istemediği bir aşkla baktı. Muhacir farkı.

Sonra Sancak köftesi, helmeli kurufasulye, bir hafta şarapta çürütülmüş eskalop. Sırada irmik helvası ve Hurmaşice var.

İnsan Yeniköy'den kalkar yemek yemek için Pendik'e gider mi? Ucunda böyle yemekleri yemek, bir de Sancak Ailesi’yle tanışmak varsa gider.

Tevhide'ye baktım, Ayaşlı ve Kiracıları'nın Ayaşlısı, Sadullah Paşa'nın yakın akrabası, asaletini soyacağında aramayıp ruhunda taşıyan, her zaman yanımda olan, bir gün olsun sırtını duvara dayayıp yaşamayan Tevide'ye .

İnsan onunla değil Pendik'e, cehenneme bile gider.

İster inanın ister inanmayın onun değdiği her yerde gül biter.

SANCAK RESTORAN:

Adres: Yeni Mahalle, Mimar Sinan Cad. No: 30 Pendik

Tel: 0.216 375 13 24

Adam başı çok çok çok çok yer bir o kadar da içerseniz 20-25 milyon, çok çok yerseniz 15 milyon, çok yerseniz 10 milyon ödüyorsunuz. Perşembe geceleri kapalı.


BOŞNAK MANTISI


Boşnak mantısı ya da Boşnak böreği diye adlandırılan, piştiği anda yenmesi zorunlu, geleneksel olarak da her perşembe günü hemen her evde hazırlanan yemeğin tarifini Nurcan'a sorduğumda ‘Göz tartar el kantar'' bir tarif verdi. Hamur açmayı bilenler için kolay, bilmeyenler için kalkışılmaması gereken bir tarif.

1 kg. un Yarım avuç tuz

Ilık su serpilerek yoğrulur. Kulak memesi kıvamına gelince ikiye bölünüp tekrar yoğrulur. Bir saat bekletilir.

İç malzemesi:

1 kg. dana eti 1 kg. kuru soğan.

Et küçücük zarlar halinde kesilir. İnce, elde doğranmış soğan, tuz ve karabiberle iyice yoğrulur. İçine az zeytanyağı eklenir. Hamur açıldıktan sonra yol yol kesilir, 3-4 cm.'lik parçalara ayrılır ve tavada kızdırılmış has tereyağı hamurun üstüne dökülür. Malzeme konduktan sonra küçük bohçalar yapılır ve bir tepsiye dizilir. 2000 derecelik fırında kızarıncaya kadar pişirilir. Sıcakken üstüne sarmısaklı süzme yoğurt konur.


SOK


Halk arasında ‘‘Sok’’ olarak bilinen bu turşu alışılagelmiş tatlardan çok farklı.

4 Kişilik 4 litre koyun sütü 75 gr. tuz 4 adet dolmalık biber

Süt ve tuz birlikte kaynatılır, soğumaya bırakılır. Biberlerin ağzı açılır, çekirdekleri temizlenir, yıkanır. Kapaklı derince bir kaba biberlerin ağzı yukarı gelecek şekilde dizilir. Hazırlanan kaynamış süt, biberlerin içine dökülür. Sok 20 gün oda sıcaklığında bekletilir. Bu süre içinde süt biberlerin içinde lor peynirine dönüşür. (İstenirse biberler taze kaymak ve peynir karışımıyla da doldurulabilir.) Biberler çıkarıldıktan sonra kesilerek soğuk olarak servis yapılır. Hazırlanan Sok turşusu daha sonra buzdolabında saklanmalı ve azar azar tuzlu süt eklenmelidir.
Yazının Devamını Oku

Barda görmüş geçirmiş amca duvarlarda sepya fotoğraflar

31 Mayıs 2003
T, telefonda ‘‘Dönünce seni Pendik'te kurtarılmış bir bölgeye götüreceğim’’ dedi. ‘‘Tersine kurtarılmış bir bölgeye, Pita Cruşavnik, Sok, Boşnak böreği yiyeceğiz.’’Bana sorulduğunda kanımı donduran soruyu bu kez ben ona sordum, ‘‘Nasıl yani?’’Gidince görürmüşüm.T'nin, yani Tevhide'nin, yani Tevhide Ayaşlı'nın, yani benim yarım, yani benim canım, yani benim kanım Tevhide'nin İstanbul'da hálá gitmediği mahalle, hálá geçmediği bir sokak var mıydı?Sanmıyordum. Ama yanılmışım. Burayı yeni keşfetmiş.On yılı aşkın bir süre birlikte çalıştık. Kapalıçarşı'yı mesken tuttuk, ama Sultanbeyli'den Yedikule'ye, Beykoz'dan Yenibosna'ya, Galata'dan Cankurtaran'a gitmediğimiz yer, çalışmadığımız atölye kalmadı. En iyi ‘‘revorverci’’ oradaysa en usta ‘‘tornacı’’ buradaydı. Orada kristal kesiliyorsa burada bere örülüyordu. Şemsiye Tuzla'da yaptırılıyorsa, tepsi Üsküdar'da boyatılıyordu. Oymacı Edirnekapı'da, cilacı yanıbaşımızdaydı.İmalat yapıyorduk.Birbirinden ilginç insanlarla tanıştık, birbirinden ilginç mekánlarda dolaştık. Tam on yıl.Kaplamacı Recep Usta'yı, gizli ressam Galip'i, yıllarca kahrımızı çeken Menemşe Arman'la yamuk belli tornacı Salih'i, kararınca kararan Seyfi'yle nurani yüzlü Fethi Bey'i nasıl unuturuz? Hiç unutmadık.Küçük dünyaların, büyük insanları: Biraz ‘‘memleketten İnsan Manzaraları.’’YAPMA ÇİÇEKLİ MASALARGenellikle yemek yiyecek zaman olmazdı. Acıkınca çay içer, yarım simitle günü geçirirdik. Bir gün Tevhide'nin başına geçmeyen bir ağrı girdi ve doktor kan şekerinin düştüğünü, mutlaka öğle yemeği yemesi gerektiğini söyledi. O günden sonra ara sokaklardaki lokantalarla tanıştık. Hangi mahalledeysek o mahallenin yüzakı olan, masalarını yapma çiçekli vazoların, duvarlarını aile fotoğraflarının süslediği, kasalarında babaların, mutfakta anaların durduğu, oğulların okul dönüşü uğrayıp mesleğin inceliklerini kapmaya çalıştığı lokantalarını İstanbul'un güzelim esnaf lokantalarını.Bir gün yorulduk, usandık, bıraktık. Lokantaları değil, imalatı.Tevhide Hindistan rüzgárını arkasına aldı, Krişna'yı açtı. Ben başka sulara daldım.Döner dönmez Tevhide'yi aradım.Bostancı'da Ada İskelesi'nin önünde buluşup, tersine kurtarılmış bölgeye gideceğiz: Pendik'teki Boşnak Mahallesi’ne.Sahil yolundan Pendik'e kadar gidiyor, sonra E-5 Karayolu yönüne sapıyorsunuz. Sağda bir cami var. Sizi mahallenin içlerine doğru götüren caddenin adı Mostar Caddesi. Caddesi olur da köprüsü olmaz mı diye düşünmeye kalmadan karşınıza Mostar Köprüsü ve Mostar Viyadüğü çıkıyor. Anlaşılan burada her yerin adı Mostar. Ancak Pendik bildiğiniz Pendik. Sokaklarında yorgun kadınlarla bezgin adamların dolaştığı, üstüne örtük, kapalı, oldukça asık yüzlü Pendik.Biraz daha ilerleyip Mimar Sinan Caddesi'ne doğru gidince manzara bir anda değişiyor. Kot pantolonlu genç kızların, aydınlık yüzlü güleç kadınların, oradan oraya koşuşturan çalışkan adamların yaşadığı bambaşka bir mahalleye geliyorsunuz: Yaklaşık yirmi bin muhacirin yaşadığı Boşnak Mahallesi’ne.Yan yana dizilmiş birahanelerin arasına serpiştirilmiş lokantaların önünde sardunyalı küçük teraslar var. Müşteriler genellikle erkek. Keyifle yemeklerini yiyen, paşa paşa içkilerini içen, bara geçip rakı söyleyen, poz verip fotoğraf çektiren iki kadına bırakın şaşırmayı, dönüp bakmayan erkekler bunlar.Sancak Restoran'dayız.Tevhide'nin daha önce gelip ‘‘yemekleri harika’’ dediği bugün içinse önceden arayıp Boşnak böreği sipariş ettiği restoranda.BOŞNAK AİLENİN MEKANIKapıda bizi Adnan karşıladı: Adnan Sancak. Fehim Bey'in oğlu, Nurcan'ın kocası, Yasin'le Emir'in babası. Aile buraya 1958'de göçmüş. O güne kadar soyadları Agajevic yani Ağa oğluymuş. Sonraları bıraktıkları ama asla unutamadıkları topraklarının adını soyadı olarak almışlar: Sancak.Baba Fehim Bey 1974'te bu işi kurmuş. Günü gelince, oğluna devretmiş. Ama hálá gözü üstlerindeymiş.Barda amca duruyor, sessiz, görmüş geçirmiş.Duvarlarda sepya fotoğraflar var.Birinde avurtları çökük, Ayhan Işık bıyıklı, ince kravatı özenle bağlı, elinde Türk bayrağı sallayan genç bir adam. Dedeymiş.Öbüründe, duvarında ‘‘Ne Mutlu Türküm Diyene’’ yazısının okunduğu bir kahvehane. Masa başında oturmuş, başlarına geleceklerden habersiz, umutla objektiflere bakan birkaç genç adam: Akrabalarmış.Bir de renkli bir fotoğraf. Yemyeşil bir bahçede, başına sarılı beyaz mendili, eğri sopasına yaslanmış, tahta bir iskemlede oturan yorgun bir adam: Babaymış.Sonra Kosova Futbol Takımı'nın birkaç afişi: Özenle çerçeveletilmiş.Sonra sıra sıra televizyonlar: Balkan şarkıları söyleyen tanımadığım şarkıcılar, Boşnakça söyleşi yapanlar: Kasetmiş.Masaya oturmamızla yemekler gelmeye başladı. Önce beyaz peynir: Yağlı. Sonra üstüne azıcık çökelek serpilmiş közde biber, derken kuru etle pişirilmiş acılı meyhane pilavı. Arada Boşnakların geleneksel turşusu: Sok. Ekşi kremalı dolmalık biberle yapılan. Bakla, yoğurtlu bakla, mevsim bakla mevsimi ya. Meşe odununda işlenmiş füme et.Hepsi masaya dizildi. Böyleymiş, ısmarlamadan mezeler gelirmiş: Adetmiş.Sancak Ailesi üst katta oturuyor. Adnan, bize üşenmeden Boşnak böreği açan eşini çağırdı. Nurcan gözlerinin içinde kıvılcımlar çakan Nurcan, yanında ya tiyatrocu ya dişçi olacağını söyleyen oğlu Yasin'le aşağıya indi. Sonra fotoğraf çektirmek için kına gecelerinde sadece kadınların giydiği yerel kıyafetlerini giymek üzere yukarı çıktı. Adnan arkasından uzun uzun, saklamak istemediği bir aşkla baktı. Muhacir farkı.Sonra Sancak köftesi, helmeli kurufasulye, bir hafta şarapta çürütülmüş eskalop. Sırada irmik helvası ve Hurmaşice var.İnsan Yeniköy'den kalkar yemek yemek için Pendik'e gider mi? Ucunda böyle yemekleri yemek, bir de Sancak Ailesi’yle tanışmak varsa gider.Tevhide'ye baktım, Ayaşlı ve Kiracıları'nın Ayaşlısı, Sadullah Paşa'nın yakın akrabası, asaletini soyacağında aramayıp ruhunda taşıyan, her zaman yanımda olan, bir gün olsun sırtını duvara dayayıp yaşamayan Tevide'ye .İnsan onunla değil Pendik'e, cehenneme bile gider.İster inanın ister inanmayın onun değdiği her yerde gül biter.SANCAK RESTORAN:Adres: Yeni Mahalle, Mimar Sinan Cad. No: 30 PendikTel: 0.216 375 13 24Adam başı çok çok çok çok yer bir o kadar da içerseniz 20-25 milyon, çok çok yerseniz 15 milyon, çok yerseniz 10 milyon ödüyorsunuz. Perşembe geceleri kapalı.BOŞNAK MANTISIBoşnak mantısı ya da Boşnak böreği diye adlandırılan, piştiği anda yenmesi zorunlu, geleneksel olarak da her perşembe günü hemen her evde hazırlanan yemeğin tarifini Nurcan'a sorduğumda ‘Göz tartar el kantar'' bir tarif verdi. Hamur açmayı bilenler için kolay, bilmeyenler için kalkışılmaması gereken bir tarif.1 kg. un Yarım avuç tuzIlık su serpilerek yoğrulur. Kulak memesi kıvamına gelince ikiye bölünüp tekrar yoğrulur. Bir saat bekletilir.İç malzemesi:1 kg. dana eti 1 kg. kuru soğan.Et küçücük zarlar halinde kesilir. İnce, elde doğranmış soğan, tuz ve karabiberle iyice yoğrulur. İçine az zeytanyağı eklenir. Hamur açıldıktan sonra yol yol kesilir, 3-4 cm.'lik parçalara ayrılır ve tavada kızdırılmış has tereyağı hamurun üstüne dökülür. Malzeme konduktan sonra küçük bohçalar yapılır ve bir tepsiye dizilir. 2000 derecelik fırında kızarıncaya kadar pişirilir. Sıcakken üstüne sarmısaklı süzme yoğurt konur.SOKHalk arasında ‘‘Sok’’ olarak bilinen bu turşu alışılagelmiş tatlardan çok farklı.4 Kişilik 4 litre koyun sütü 75 gr. tuz 4 adet dolmalık biberSüt ve tuz birlikte kaynatılır, soğumaya bırakılır. Biberlerin ağzı açılır, çekirdekleri temizlenir, yıkanır. Kapaklı derince bir kaba biberlerin ağzı yukarı gelecek şekilde dizilir. Hazırlanan kaynamış süt, biberlerin içine dökülür. Sok 20 gün oda sıcaklığında bekletilir. Bu süre içinde süt biberlerin içinde lor peynirine dönüşür. (İstenirse biberler taze kaymak ve peynir karışımıyla da doldurulabilir.) Biberler çıkarıldıktan sonra kesilerek soğuk olarak servis yapılır. Hazırlanan Sok turşusu daha sonra buzdolabında saklanmalı ve azar azar tuzlu süt eklenmelidir.
Yazının Devamını Oku

Başından sonuna yirmi dakikada yürünürdü

27 Mayıs 2003
O zamanlar otobüslerin burnu vardı. Şoför, aksırıp tıksırdıktan sonra pes edip, duran araçtan inmiş, motor kapaklarını açmış, çıkan buhara bakıp söylenmişti: <B>‘‘Gene hararet yaptı bu meret.’’</B> Bir gün önce, öğleden sonra başlayıp bütün gece süren yolculuğumuz, söylediğine bakılırsa sonuna yaklaşmıştı.

Mumcular Köyü demek Bodrum demekti. Hiçbirimiz daha önce Bodrum'a gitmemiştik. Azra Erhat'a, Eyüboğlu'na, Balıkçıya hayran edebiyat öğretmeninin bir gaflet anında önerdiği Bodrum seferindeydik.

Aylardan mayıstı. 1969'un Mayıs'ı.

Sonraları Mumcular'a gelince uyanmak gerekmediğini, o dağa tırmanan bütün otobüslerin zorunlu mola verdiklerini, Mumcular'dan Bodrum'a o yirmi kilometrenin de git git bitmez bir yirmi kilometre olduğunu öğrenecektim.

Şoförün işaretiyle yeniden otobüse doluştuk. Kıvrıla kıvrıla giden tozlu yolda ilerlemeye koyulduk. Bir dönemeç bir dönemeç daha. Son dönemeci de dönünce kale göründü: Yüzü denize dönük, her an gelebilecek korsanları kollar gibi duran kale.

Kasaba Türk ve Rum mahallesi olarak ikiye ayrılmıştı. Tez canlı Rum, ağır kanlı Türk mahallesi.

Çivit söveli, avlusu palmiyeli, kireç badana beyaz evler, Balıkçının kendi elleriyle diktiği rivayet edilen Bella Sombra ağaçlarının gölgelediği dar sokaklar, onca yolu göze alıp gelen bizim gibi gençlerin gündüzleri yayıldığı geceleri ateş etrafında mahcup mahcup ‘‘Soyun da gir koynuma tenim ilaçtır benim’’ diye biten şarkılar mırıldandığı kısa kumsal: Kasaba buydu. Bu kadardı.

Başından sonuna yirmi dakikada yürünür, sıcak basınca, kalenin altındaki kayalardan denize atlanır, yüzülürdü.

O ZAMANLAR HER ŞEY TEKTİ

Meydanda Raşit'in kahvesi vardı.

Vurgun yemiş yaşlı süngerciler, gün boyu tek kelime etmeksizin gözlerini ufka diker oturur, yerlerine süngere gönderdikleri oğullarının sağ salim dönmesini beklerlerdi. Gün batımında, açıkta teknelerin karaltısı belirir belirmez de kalkar, aksak adımlarla evlerinin yolunu tutarlardı. Kaygılandığını göstermek olmaz, deniz insanlarına kaygı yakışmaz.

Kalacak fazla yer yoktu. Ya Artemis'te kasabanın tek otelinde kalacak ya da Bodrumluların taze lavanta ve beyaz sabun kokan üç odalı evlerinin bir odasında konaklayacaktınız.

Zaten o yıllarda Bodrum'da her şey tekti:

Bir tane lokanta vardı: Körfez

Bir tane doktor: Alim Bey

Bir tane polis: Şeref lakaplı, atıyla dolaşan sonraları da romancı olan

Bir tane uç adam: Başında tüyü, gelen geçeni ‘‘huh’’ diye selamlayan

Bir tane şair: Evinde Aşıkane yazıp, dağlarda kekik toplayan

Bir tane hoca: Mina Urgan

Bir tane kızgın kor: Yeldeğirmeninde yaşayıp, bağrını rüzgára açan

Bir tane galerici: Melda Kaptan

Bir tane ressam: Sönmez

Deli fişek halam: Et yemez

Rakısını çay bardağında içen felsefeci: Hilav ve refakatçileri

Sonra Simavi, sonra Han, sonra Veli Bar; İsmet Ay'la Turgut Boralı'nın her akşam bıkıp usanmadan atıştıkları, can eriğini rakılarına meze yaptıkları o küçük bar.

Gölköyü mesken tutan Ağaoğlu ve arkadaşları, deniz üstünde tek göz odada kırk pare yorganlar diken çılgın Aysel, efsane ses Dürnev Tunaseli.

Bir de, takasız teknesiz adam olmaz diyen, bilmediği bütün dillerde şarkı söyleyen hayal dolu bir Karadenizli: Samim Baki.

Bu anlattıklarım dünün resmi.

Gidenler gitti, kalanlar kabuklarına çekildi.

BODRUM YAZA HAZIRLANIYOR

O günlerin Bodrum'unu sevenler, yoldan çıkan kızlarına kızan babalar gibi Bodrum'a küstü, onu hiç affetmedi.

Ben ihanet etmeyenlerdenim. Her yıl geldim, önce serpilmesini, sonra delirmesini izledim.

Yine mayıs, yine burada yine benim için cami yıkılsa da mihrabı yerinde bu şehirdeyim.

Bodrum yaza hazırlanıyor.

Hummalı bir faaliyet. Üç günlük tatilden yararlanıp sıkı geçen kışın evlerinde yarattığı tahribatı ölçmeye gelmiş yazlıkçılar, alel acele açılmış gece kulüpleri, havuzlarını temizlemeye fırsat bulamamış ‘‘beach’’ler, sağa sola yapıştırılmış ilanlarla kaçan ahçılarının yerine ahçı arayan işletmeler, ödedikleri kirayı üç ayda çıkartıp çıkartamayacaklarının hesabını yapan hızlı girişimciler, savaştan ötürü otellerini yok pahasına ellerinden çıkardıkları için dövünen otelciler, elleri dolu olduğundan uçan pergolanızın yerine saz koymayı öneren marangozlar, yan yana dükkanlarda bir sezonluğuna düşman kesilen dürümcüler, çorbacılar, tandırcılar, Türkçe müzik çalan, techno takılan ama sinek avlayan yerler, dilimizdeki en güzel kelimenin, aşkın adını ASHK'a çıkaran kendini bilmezler, cim karnında nokta aldıkları balıkların parmak boyuna geldiğini görüp umutlanan çiftlik sahipleri, kurada kuş uçmaz deniz görmez evler çektikleri için ellerine sövenler, şanslarına küsenler, şansın bu yaz ayaklarının dibine geleceğini farzedenler, allanıp pullanıp sokağa dökülenler, yaz aşklarının çıkmaz sokak olduğunu bilen eski kulağı kesikler, yeni yetmeler, gençler, geçkinler...

Bodrum yaza hazırlanıyor.

HEPSİNE RASTGELE

Uçaktan iner inmez çarşıya gittim. Kahvaltılık alış veriş. Sonra bir iki telefon.

Ertesi gün bayram.

Türkbükü'ne gidilecek, Melek Boz'un yerinde menemen yenilecek, üşümeyenler denize girecek, üşüyenler sadece güneşlenecek, sedirlere serilip kestirilecek, sonra tavşan kanı çaylar gelecek, tavlada mars olup denize zar fırlatan yenik pehlivanlar sineye çekilecek, batan güneşe karşı ilk kadeh içilecek ve yaza merhaba denilecekti.

Program buydu.

Uymak zorunluydu.

Uymayan afaroz ediliyordu.

Türkbükü, yılların maçakızı Ayla'sı, balıkta iddialı Melek Boz'uyla gençlerin sevgili Maki'si, bu yıl açılıp açılmadığını bilmediğim farklı tatların adresi Changa'sı biraz ileride Billi ve Kerimol'lu iki Osman barındıran Fidel'i, irili ufaklı lokantaları, eski Alarga'nın yerine açıldığı söylenen Safran'ı, Ship Attoy'uyla yazı bekliyordu.

Ne denir?

Hepsine, rastgele.

Akşam oldu. Gün boyu esen, insanı sersem eden rüzgarlar dindi. Gemicilerin söylediği gibi ‘‘hava kaldı.’’

Ürperenler omuzlarına havlular aldı.

Ertesi sabah işbaşı yapacaklar, ağır ağır toparlandı.

Mehtap çıktı.

Sofralar kuruldu, kalamarlar kızartıldı, biraz peynir, kokulu kavun, kekikli zeytinle altlık yapıldı.

Ortaya isli varil geldi: Ateş yakıldı.

Sonra, kumsaldan usulcacık genç bir adam geldi. Gitarının kılıfını çıkardı, puslu sesiyle şarkılar söylemeye başladı.

Yakup.

Adı Yakup.

Çağrılmayan Yakup.

Melek Boz

Adres: Mimoza Sokak No: 14 Türkbükü

Tel: 0 252 - 377 51 34

Adam başı 40 milyon civarı.



SAMİM BAKİ


Teknesiz adam tekinsiz olur

Dört oktavlık sesi, bitmeyen neşesi, teknesiz adam tekinsiz olur diyen, Karadenizli olmakla övünen ama ömrünü Bodrum tersanelerinde tüketen Samim bu yıl dertli.

Onu ilk kez kaygılı gördüm. Gila Benmayor'a da anlatmış, bana da yakındı.

Bu yıl yeni bir uygulamayla ticari yatlara Özel Tüketim Vergisi getirilmiş. Yatçılık yapan insanların belini büken bir vergi. ÖTV kalkmazsa, bu Türkiye'deki yatçılığın sonu olur dedi. Yunanistan'dan onların ticari teknelere sağladıkları kolaylıklardan söz etti.

‘‘Ankara sağır, kimseyi duymuyor’’ diye ekledi.

Kendisi de denizci olan ve milletvekili seçilip Ankara'ya gidene kadar sektörün içinde bulunduğu zorlukları her fırsatta anlatan Cengiz Kaptanoğlu'nun sesinin soluğunun çıkmadığını söyledi.

Ona Edgar Faure'u anlattım. Fransızların rüzgar nereden eserse oraya dönmesiyle tanınan, o yüzden de ‘‘Rüzgar gülü’’ adını taktıkları başkanlarını.

Hazret, eleştirilerden bunalınca,

‘‘Ben dönmüyorum ki’’ demiş

‘‘Rüzgar dönüyor.’’

Samim'ciğim anlaşılan Ankara'dan bizim bilmediğimiz rüzgarlar esiyor.
Yazının Devamını Oku

The Marmara’da Mine’nin romanını konuşurken hiçbir şey yiyemedik

17 Mayıs 2003
Çantamı yan tarafa bırakıp kollarımı kaldırdım: Hazırım. Güvenlik girişine adım attığım anda zillerin çalacağına, görevlilerin bir kez daha geçmemi rica edip sonunda üstümü arayacaklarına eminim. Üzerimde ne kemer tokası, ne bozuk para, bir gram bile metal olmasa bu hep böyle.

Herkes geçer, ben öterim.

O yüzden zorunlu olmadıkça girişinde arama - tarama yapılan yerlere gitmemeye çalışıyorum. Haklı gerekçeleri olduğunu bilsem de 'The' Marmara Oteli'ndeki cafe de bunlardan biri.

Her gidişimde uzun süredir rastlamadığım arkadaşlarıma rastlamama, salatalarına bayılmama, yaz aylarında terasında oturup gelen geçeni izlemenin, kış aylarında porto içmenin keyfine rağmen Taksim'de buluşulacaksa başka bir yerde buluşmayı yeğliyorum: Sırf bu azaba katlanmamak adına.

Oysa o gün bir mucize oldu. Ne ziller çaldı, ne insanlar dönüp yüzüme baktı, ne de enseme bir çift sorgulayan bakış yapıştı. Ben de herkes gibi rahat rahat, gürültü çıkarmadan içeri girdim. Artık bilmiyorum ben mi değiştim bu sistemler mi gelişti?

İçeride bildik kalabalık. Sakin sakin gazetelerini okuyanlar, hızlı hızlı yemeklerini atıştıranlar, filmlerin başlama saatini kollayan sinemaseverler, ağızlarını bıçak açmayan yıllanmış çiftler, bir an olsun susmayan geveze gençler, yalnızlığını bir fincan kahveyle paylaşan yaşlı müdavimler... Boş yer yok.

ROMANDA HEM CİNAYET VAR HEM DE KIYAMET

Tam ne yapsam diye bakınırken iki kişi kalktı, pencere önündeki masa boşaldı.

Oturdum: Mine'yi bekliyorum.

Sabah konuşurken Boğaz'da buluşalım diye ısrar ettim. Baharın geldiğinden, mor sümbüllerin, erguvanların güzelliğinden söz ettim. Kandıramadım. Önce yazısını yazacak, sonra benimle buluşacak, ardından başka bir iş yapacaktı. Boğaz uzaktı.

Mine böyledir: Önceliklerini bilir. İstanbul'a iş için gelmişse başkadır, tatil için gelmişse başka. Birinde siz ona ayak uydurursunuz, diğerinde size canı feda.

Bir süre önce Paris'ten aradığında, sonunda romanını bitirip yayınevine teslim ettiğini, okumam için bana da bir kopya göndereceğini söylemişti. Mayıs başında kitap çıkmadan İstanbul'a geliyordu. O zaman buluşur uzun uzun konuşurduk. İşte o gün, bugün.

Sonra OM Yayınları'ndan eve büyük bir zarf geldi. Açtım: Üstünde büyük harflerle BİR GÜN, GECE altta onun adı: MİNE G. KIRIKKANAT.

İki yıla yakın bir süredir bu romanın üstünde çalıştığını biliyordum. Hatta bir iki kez konusunu sormaya yeltenmiş, söylemek istemediğini sezince üstelememiştim. Tanıdığım en konuşkan insanlardan Mine, iş yazdıklarına gelince sır küpü oluyordu.

Eh, o kadar kusur kadı kızında da olur.

Sonra, Radikal Kitap romandan küçük bir parça yayınladı. İçimden 'Polisiye yazmış' diye geçirdiğimi hatırlıyorum. Çok da yanılmamıştım. Gerçekten de kitap Paris'te işlenen bir cinayetle başlıyor ama ilk sayfalardan sonra okur, bir cinayetle değil bir kıyametle karşı karşıya kalıyor. Yakın gelecekte hepimizin kaçınılmaz olarak yaşayacağı bir kıyametle. Bangır bangır geliyorum diye bağıran İstanbul depremiyle.

Romanı elime geçtiği gün okumadım. Pazar sabahına, geniş zamanlara sakladım.

Mine o kadar akıcı bir dille o kadar sarsıcı bir kitap yazmış ki arada durmak, soluklanmak isteseniz de olmuyor. Kitap sizi bırakmıyor. Korkarak, kahrederek, ürpererek son satırına kadar okuyorsunuz. İşin garibi bittiği zaman da bitmiyor: Sizi günlerce izliyor.

İNSANLAR MİNE'YE DİŞ BİLEYECEK

‘‘İnsanlar bu kitaptan hoşlanmayacak, unutmak istediklerini, göz ardı ettiklerini onlara hatırlattığı için Mine'ye diş bileyecekler’’ diye düşündüm.

Haksız sayılmam. Ama belli ki Mine de bu kitabı beğenilsin diye değil duyulsun diye yazmış. Bana sorarsanız bir roman yazmamış bir çığlık atmış.

Ben daha okuduklarımın etkisinden kurtulamadan Bingöl depremi oldu. Titredim.

Her müsibetten ancak cılız nasihatler çıkaran ülkemizde gene aynı şeyler konuşulmaya başladı. Yara sarmalar, suçlu aramalar, bundan böyle alınacak önlemleri sıralamalar.

Arada da sesini duyurmaya çalışan birkaç ciddi bilimadamı.

Bir akşam televizyonda Prof. Celal Şengör'le Mustafa Akdik'i konuşurlarken dinledim. Genellikle bilimle kurgu örtüşmez. Ama bu kez onların da Mine'nin romanında çizdiğine benzer felaket tablosu çizdiklerini, depremin kitapta da sözü edilen bağımsız Türkiye'nin sonu olabileceğini söylediklerini duydum.

Kulaklarıma inanamadım. Ben kitabın bu bölümünü fazla abartılı bulmuştum.

Elbet ne Mine ne de bıkıp usanmadan gerçeklerle yüzleşmemiz gerektiğini söyleyen bilimadamlarının derdi bizleri korkutmak, yıldırmak değil.

Olsa olsa biraz sarsmak, daldığımız bu derin uykudan bir an önce uyandırmak.

Peki ama ne yapacağız? Doğanın hışmıyla nasıl başa çıkacağız?

Gelir gelmez Mine'ye bunları soracağım.

Bir bira söyledim. İlk yudumumu almadan onu gördüm. Taksiden indi, hızla bana doğru geldi. Sarıldık.

Önce biraz Paris haberleri, sonra İstanbul muhabbeti. Laf döndü dolaştı BİR GÜN, GECE'ye geldi, bağlandı.

‘‘Nasıl yazdın’’ diye sordum.

Hırpalanarak, çoğu bölümünü de ağlayarak yazmış. Bu konuda bir kitap yazma düşüncesi aklına Yalova depreminden, orada oğlunun yakınlarını kaybettikten sonra gelmiş.

YEMEKLERE NEREDEYSE DOKUNMADAN KALKTIK

Fransa'ya döndükten sonra bu konuda uzanabildiği her şeyi okumuş, uzmanlara sormuş, sonra yazmaya koyulmuş.

Yazdıklarımın yüzde yüzü gerçekleşecek diye bir şey yok ama büyük bir yüzdesini yaşayacağız, dedi.

Bu aymazlık böyle sürerse İstanbul'u yıkım, ölüm, yangın, talan, salgın hastalıklar bekliyor, diye devam etti.

Olmayan afet planımızdan Avrupa'nın vermeye hazır olduğu ama gerekli ön çalışmalar yapılamadığı için alamadığımız yüz milyon Euro’ya yakın paradan, kitap bastırıp gazetecilere yollayan, afiş bastırıp duraklara asan belediyeyle bu işin altından kalkamayacağımızdan ve o yıkımın altında sadece İstanbul'un değil bütün Türkiye'nin kalacağından söz etti.

Ne mi yapmalıydık?

Sorgulamalı, bıkmadan, usanmadan, unutmadan her gün bu konuda neler yaptıklarını yetkililere sormalıydık.

Sokak sokak, mahalle mahalle hazırlanmalıydık.

Çıkmamız gerekiyordu. Önümüzdeki yemeklere neredeyse el sürmeden kalktık. Mine işine gitti. Ben Dolmabahçe'ye doğru yürümeye başladım. Bir gazete bayiinin önünde durakladım. Tempo Dergisi'nin kapağında iri puntolarla İSTANBUL UYUMA DEPREM KAPIDA yazıyordu.

Uyanmalıyız, diye düşündüm. Uyanmalı ve mümkünse uyandırmalıyız. Hamasi nutuklara, boş sözlere, sığ çekişmelere, yapay gündemlere kulaklarımızı tıkamalı ve uyandırmalıyız.

Geç olmadan.


BİR GÜN, GECE'DEN ONUNCU GÜN


Meşum bina da artık yoktu

‘‘Bir zamanlar kentin en işlek kavşaklarından biri olan boşluk, zaten meydan sayılmazdı artık. Savaş alanı gibi delik deşik, bir yıkım tarlasından ibaretti. Eskiden (ne kadar eskiden?) gökdelen bir otelin yıkıntısı hemen tüm alanı kaplamış, önündeki parkı engebeli arazi yapmış, halk sanat merkezi ise kendi bahçesine çöküp kalmıştı. Daha ileride, bir zamanlar İstanbul göğüne uğursuz bir lahit gibi yükselen, o her yerden görünen kızıl çatılı meşum ve hayasız bina da artık görünmüyordu. Çağırdığı ölüm onu da çökertmişti...’’

Bilmem burayı tanıyabildiniz mi?
Yazının Devamını Oku

Antalya, portakal çiçeği kokan Akdeniz şehri olmaktan çıkmış

10 Mayıs 2003
Nisan ayı başlarında, dört yıllık bir aradan sonra yolum Antalya'ya düştü. Tatil için değil, yakından tanıdığım belki de tek Alman benim de dolaylı akrabam olan R.R.Weiss'ın bir ricasını yerine getirmek için. R.R., bir tekne tutkunu. Onun için çalışmaktan başını alabildiği kısa yaz tatilleri demek, teknesine atlayıp koy koy gezmek ve her tekne tutkunu gibi birkaç yılda bir teknesini değiştirmek demek.

R.R. de bundan üç yıl kadar önce yıllarca çalıştığı ünlü İtalyan firması Feretti'ye ihanet edip ‘‘Bu işi Türkiye'de asla kotaramazlar’’ diyenlere inat düşlediği tekneyi Antalya Serbest Bölge'de yaptırtmaya karar verdi.

Önce çizimler yapıldı, sonra teknenin yapımına başlandı. Arada karşılaştığımızda işlerin nasıl gittiğini soruyordum: Başlangıçta her şey yolundaydı, ortalara doğru sorunlar çıktı derken mutlu sona ulaşıldı: Yedi düvelden yüz küsur kişinin canla başla çalışarak bitirmeye uğraştığı tekne bir yıl gecikmeyle de olsa sonunda tamamlandı. Mayıs başında denize inmesi kararlaştırıldı.

İşte o günlerde R.R. beni aradı. Hem emeği geçenler hem de Almanya'dan gelecek yetmiş kadar konuğun katılacağı bir kutlama yapmak istiyordu. Beni aramasının nedeni bu işlerden anlamam değil, bu işlerden anlayanları tanımam.

Sitare'yi aradım. Antalya'da benim bildiğim en az beş on açılış yapmış Promo Pro'nun sahibi Sitare Ergenekon'u. Durumu anlattım, apar topar yola çıktık. Üstümüze sinmiş kış havasından belki kurtuluruz diye güle oynaya Antalya'ya vardık.

İstanbul'da kar yağarken Antalya'da güneş açar mı?

Aslında açar. Okul yıllarımda hafta sonu tatillerimin başına ucuna birer gün ekleyerek yaptığım Antalya yolculuklarımda nisan ayında denize girdiğimi hatırlarım. Ama hayır, bu kez bizi cılız bir güneş ve yüzümüzde şaklayan sert bir rüzgár karşıladı. Orada kaldığımız süre içinde de hava bir nebze olsun ısınmadı.

Önce ver elini Serbest Bölge.

Serbest Bölge dedikleri Kemer yolu üzerinde içinde küçüklü büyüklü yığınla tekne yapım şirketinin olduğu, Türklerle birlikte Kanadalı, Alman, İtalyan, İsviçreli kısaca dünyanın dört bir yanından gelen, her biri de kendi alanlarında başarılı tekne tasarımcıları, mühendisler, mekanikçiler, elektronikçiler vb. çalıştığı kapalı bir alan.

Burada yapılan teknelerin sahipleri genellikle yabancı. Özellikle de körfez ülkelerinin hayli zengin vatandaşları.

Serbest bölgede yelkenliden çok benim ütüye benzettiğim motor-yatlar yapılıyor. İçlerinde inanılmaz sakalette olanlar kadar inanılmaz zarafette olanlar da var.

ROMA SÜTUNLU TEKNE

Sülün gibisini de gördük, içinde jakuzisi, saunası, Roma sütunları olanı da.

Hangarların önünde bir kutlama yapılamayacağına göre, yer bakınmak için dolaşmaya başladık. Sonunda teknenin eski marinaya, Antalya'nın bana sorarsanız en güzel yerine gelmesine orada kurulacak bir çadırda konukların ağırlanmasına karar verildi.

Çadır ve çevre düzenlemesini de elinin değdiği yere güzellik katan Kuruçeşme'deki Dolce'nin sahibi Nilgün Ertuğ'un yapmasına.

Sonra bir koşuşturmacadır başladı. Ertesi gün Nilgün de bize katıldı, gerekli izinler alındı, milimetrik ölçümler yapıldı, acaba Almanlar ne yiyip içmekten hoşlanır ne sever, nereye gider konuşmaları başladı.

Gelenler içinde ünlü sanatçılar, televizyon yapımcıları, reklamcılar, bankacılar varmış.

Hemen hepsinin Türk mutfağına bayılacakları, Perge ve Aspendos'a yapılacak bir turun ilginç olacağı, sanatçılar için müze gezisi, bankacılar için golf turnuvası, her daim keyiflerine düşkünlükleri bilinen reklamcılar için de salaş yerlerde yenilecek yemeğin hoş olacağı kararlaştırıldı.

Havanın bir ay sonra bize nasıl bir oyun oynayacağını kimse kestiremiyor. Antalya'nın yaşlıları ‘‘1949 yılında da böyle soğuk yapmıştı, hiç unutmam, mayısta kar yağmıştı’’ diye konuşup insanı karartıyor, tahminler soğuk ve selli günler beklendiğini duyuruyor. En küçük bir ayrıntının bile üstünden en az iki kere geçmesiyle ünlü mükemmeliyetçi R.R. bu konuda bir şey yapamıyor olmaktan ötürü kahroluyordu.

Yağmur yağar, tufan olursa diye bir seçenek, sıcak basar insanlar kavrulursa diye bir başka seçenek ayarlandı.

Yıldızlı yıldızsız bütün oteller tarandı, gelenlerin Marina Otel'de kalmasında karar kılındı: Sadece eski şehrin en güzel oteli olduğu için değil, servisinin iyiliğinden, yemeklerinin güzelliğinden en önemlisi de genel müdür yardımcısı Erdinç Bey'in her sorunu anında çözümleyen inanılmaz becerisi, içten yardımseverliğinden ötürü.

İki gün sonra benim işim bitmiş, R.R.'yi emin ellere teslim etmiştim.

HER ŞEY DEĞİŞMİŞ

Antalya'yı dolaşmaya çıktım.

Antalya değişmiş. Evet, dört beş yıl önce de buralara gelmiştim ama neredeyse şehri teğet geçip Belek'teki bir otele gitmiştim. O sabah, o serin nisan sabahı Antalya'da gezinirken yıllar önce benim buraya sık geldiğim günlerden hatırladığım her şeyin değiştiğini gördüm. Bahçe içindeki küçük evler, denize koşut göz alabildiğine uzanan portakal bahçeleri yıkılmış yerlerine büyük çirkin apartmanlar yapılmış. Bu işin kötü yanı. Ünlü Konyaaltı Plajı'nda belediyenin kiraladığı derme çatma obalar yerini önünden denize girilen yan yana dizili güzel işletmelere bırakmış. Eski şehirdeki harap evler tek tek yenilenip küçük oteller, pansiyonlar, lokantalar, turistler için hediyelik eşya satan dükkánlar açılmış. Bu da işin iyi yanı.

Bey Dağları gene haşmetli, deniz gene masmavi ama Antalya artık bizim bildiğimiz portakal çiçeği kokan küçük Akdeniz şehri değil. Deniz kıyısına kurulu büyük bir şehir.

ŞEKERDEN ŞAMPANYA ŞİŞESİ

Küçük şehir turumu tamamladıktan sonra İstanbul'a döndüm.

Ben işler bitti sanıyordum meğer yeni başlıyoruş.

İnce eleyip sık dokunan çalışmalardan, yığınla aksaklık giderildikten, kararsızlık geçirildikten, geceye bir de sema gösterisi eklendikten sonra işler bitti, Antalya'ya döndük.

Ben yan geldim yattım. Daha önceden tanıdığım Art, ZDF gibi kanallara belgeseller hazırlayan Bettina Witt'le İstanbul üstüne yapacağı filmini konuştum. Modern sanatlar alanında dünyaca ünlü Prof. Heinz Mack'la tanıştım. Ondan gözleri yaşararak anlattığı Irak'taki müze talanını, Şah döneminden sonra birden İran'dan yok olan Piccasso'lar, Miro'ların bugüne kadar bilinmeyen akıbetlerini, İstanbul'da bir modern sanatlar müzesi olmayışına akıl sır erdirememesini dinledim.

Sitare'nin sürekli konuşmaktan sesi kısıldı. Marina'daki balıkçılarla, çevredeki esnafla Antalya'nın bütün zabıtalarıyla ahbap oldu. Zemin hafif eğik olduğu için ‘‘Dönemem’’ diyen semazenleri yatıştırdı, sunulacak yemekleri tek tek tattı, ses düzeniyle boğuştu, akla hayale gelmeyen binlerce ayrıntıyı çekti, çekiştirdi kotardı.

Nilgün koca çadırı elleriyle süsledi. Çiçekleri yerleştirdi, fenerleri astı, mumları yaktı. Sümbüller, anemonlar, ortancalar, kalalar, organze örtüler tafta yastıklarla birbir gece masallarını yaşattığı büyülü bir ortam hazırladı.

Erdinç Bey herkesin eli ayağıydı.

Sonra akşam oldu güneş battı.

İnsanlar geldiler. R.R. küçük bir teşekkür konuşması yaptı. Tıpkısının aynısı ama şekerden yapılmış bir şampanya şişesi tekneye vurulup parçalandı ve gece başladı, sürdü, noktalandı.

Ayrılırken kulak kabarttım: Herkes ama herkes ‘‘Wunderbar’’ diyordu.


BİRKAÇ TAVSİYE


‘‘29’’ eski şanından bir şey kaybetmemiş. Hálá terasında, Bey Dağları'na bakıp bir kadeh içmek, hálá içeride çıtır çıtır yanan şöminenin önünde güzel yemekler yemek mümkün.

‘‘Ally’’ Marine Oteli'nin yazlık yeri olarak çalışıyor. Marina'ya bakan nefis bir terası var. Gece manzarası harika, yemekler çok iyi.

Doğu Garajı'ndaki Antalya Balıkçısı'nın mezeleri ve balıkları olağanüstü. Pazarın yanıbaşında, kaldırım üstünde oturuyor ve İstanbul'la kıyaslanmayacak bir fiyata nefis yemekler yiyorsunuz.

Gidip oynayanların yalancısıyım: Belek'teki National Golf Club ve Gloria Golf Resort golf sevenler için çok güzel düzenlenmiş iki sahaymış.

Konaklamak için binbir seçenek var. Beş yıldız Sheraton-Falez otellerinin yanı sıra, benim gözağrım Marina Otel.

Eski şehirde yenilenmiş evlerde açılmış küçük oteller var. ''Tekeli Konakları'' nakışlı tavanlı geniş odaları, küçük havuzu ve tipik Osmanlı mimarisiyle içlerinde en güzellerinden biri. Sekiz odası var.

Bir de elbet Antalya'ya bana sorarsanız bugüne kadar görmediği bir ufuk açan Su Oteli var. Onu daha sonra, uzun uzun yazacağım.
Yazının Devamını Oku

Üzerine köprünün gölgesi düşen Lacivert’te Pakize Suda ile noktasız virgülsüz bir sohbet

3 Mayıs 2003
Kış uzun sürdü.<br><br>Kül rengi sabahlara uyandık. Yağmur dinmedi. Soğuk bitmedi. Nisanla birlikte aklımıza <B>‘‘en yaman aydır’’</B> diye başlayan şiir geldi de o yapacağını yaptı: Yaban değil, yaman geçti. Cemreler düştü. Ne yer, ne gök, ne su ısındı.

İçimiz katılaşıp kaldı.

Pazar sabahı tam da Pakize'yle bulaşacağımız gün, havada ilk kez bahar kokusu vardı. Balkona çıktım ve işaretlere anlam yükleyen bir simyacı gibi etrafa baktım; ‘‘Bitti’’ dedim, ‘‘Kış bu gün bitti.’’

Rumelihisarı'nda La Grotte'de kahve içip sonra da kış boyunca biraz da uzak akraba muamelesi yaptığımız Anadolu yakasına geçeceğiz: Lacivert'e, kahvaltı etmeye.

Rumelihisarı, İstanbul'un sıcaktan kavrulduğu günlerde bile serindir. Püfür püfür eser. Sırtımı güneşe verebileceğim kuytu bir masa seçtim, sade kahve istedim. İlk yudumumu almadan kolunu tuta tuta Pakize geldi. Gece çalışmış, sabah erken kalkmış, havayı görür görmez kendini dışarı atmış ve önüne çıkan ilk köpeği okşamış. Nasıl okşadıysa -herhalde yanağından makas aldı- köpek kolunu ısırmış. Isırmamış da ısırır gibi yapmış.

Kandan, yaradan, doktordan bu kadar korkan, bir o kadar da sakınmasız yaşayan başka birini tanımadım ben. İşin aslı, Pakize gibi birini tanımadım.

Hayatını ikiye bölüp yaşayan arkadaşlarım oldu: Gündelik çarkı döndürmek için benimsemedikleri ikinci işler edinen, koşulların değişeceği, sadece yaşamak istedikleri gibi yaşayabilecekleri günlerin hasretini çeken arkadaşlarım.

Kiminin seçtiği iş bu topraklara fazlaydı, kimi birinden kurtulsa ötekine yakalandığı sarsıntılarla oradan oraya savruldu. Durduk yere gazeteci-şair, reklamcı-yazar, pazarlamacı-mimar olunmaz.

Aralarında bir serüvene nokta koyup yeni bir hayata başlayanlar da oldu. Ama hiçbiri Pakize gibi birbirinden bu kadar farklı işler yapıp her birinin altından da yüzakıyla kalkmadı.

Yüzünün karası olmayan kadın.

Tek karası, mizahı.

DİLİNİN ELEĞİNDEN GEÇİRİYOR AMA YAZARKEN ELİ TİTREMİYOR

Onunla bundan 10 yıl önce Ece'nin Kuruçeşme'deki barında karşılaştım. Elbette tanıyordum da tanışmamıştım.

Sezen Aksu'nun çocukluk arkadaşıydı. ‘‘Avaz avaz şarkı söyleme savdasına tutulmuşlar’’, İzmir'den yola çıkıp soluğu İstanbul'da almışlardı.

Pakize'nin o yıllardaki durağı da şimdiki gibi Aynalı'ydı.

O akşam da, yukarıda bir kadeh içkisini içecek, sonra aşağıya inip şarkı söyleyecekti. Çok iyi hatırlıyorum, barda sıra sıra duran kadınlara, arkada sakin sakin oturan adamlara bakmış, hepimizin gizli tarihini yazmıştı.

Çıkarken, Aynalı Meyhane'nin kapısında durakladık.

Ben açık gökyüzü gibi pırıl pırıl sesleri pek sevmem. Bulutlu bir sesi vardı. Sonraları sık gittik ama o gece, kapının önünde Pakize'yi ilk kez dinledik.

Bir iki yerde daha karşılaştık, kadınlık halleri üstüne konuştuk.

Bunlardan biri hiç unutmam, tipik kadın muhabbetiydi. Aşkın ömrü biçiliyor, herkes kendine göre süre veriyordu. 30 yıllık kocasına hálá nasıl da sırılsıklam aşık olduğunu anlatmak için biri, uyurken kalkıp kalkıp kocasının kalbini dinlediğini söyledi. Kötü örnekti. Bizler sustuk. Pakize kıpırdandı, dilini ısırdı, dayanamadı; ‘‘O senin aşk sandığın aslında evham’’ dedi.

Sonra hayatımıza, hepimizin hayatına MIŞ'ları, MUŞ'ları, hınzır yazıları girdi. Önce haftada bir ısınma turları. Sonra iki, derken üç, dört. Gördüğünü, biriktirdiğini, yaşadığını belki dilinin eleğinden geçiriyor ama yazarken eli titremiyordu.

Hayranı da, kıskananı da bol oldu.

Hatta, yazılarını okudukça kalbine hançer saplandığını sandığım başka bir yazar ‘‘Güzelliğini değil, zekásını silah olarak kullanmaya karar verdi’’ bile dedi. Kötü bir şeymiş gibi.

Lepiska saçları olmasa, kara misket bakmasa, bir de bu kadar iyi yazmasaydı, okur sayısı aynı kalırdı da okuduğunu itiraf edeni daha çok olurdu gibi geliyor.

PAKİZE'DEKİ ÜÇÜNCÜ KADIN PEMBE PATİKLER'İN OYUNCUSU

Buraya kadar anlattığım iki kadın.

O gün Rumelihisarı'nda kahve içerken gözardı ettiğim üçüncü kadınla da karşılaştım. Birbirlerini dürten gençler, mendil satan yaşlı nineler çekine çekine yanına yaklaşıyor, çok sevdikleri dizinin neden yayından kaldırıldığını soruyorlardı.

Sahi, Pakize'nin bir de dizi oyunculuğu vardı.

Necef Uğurlu'nun yazdığı ‘‘Pembe Patikler.’’

Anlaşılan yayından kalkmış da akıllardan çıkmamış.

Kahvelerimizi içtik, tekneye bindik, aheste aheste Lacivert'e geçtik.

Lacivert, Anadoluhisarı'nda üzerine köprünün gölgesi düşen bir yalı. Yaz aylarında çam ağaçlarının altında, kış aylarında çıtır çıtır odunların yandığı şöminenin karşısında, boğaza nazır bir masadasınız.

Pazar günleri, öğle üzeri hem çevrede oturanlar hem de bizim gibi uzak yolu göze alanlar için çeşit çeşit ekmeklerin, reçellerin, zeytinlerin, meyve sularının, peynirlerin, sıcak yemeklerin sunulduğu mükellef bir açık büfesi var. Sucuk, salam, pastırma.

İster al ister alma.

Neler neler yiyebilirdik. Yaz geliyor ya biraz peynir seçtik, çaya kahveye boşverip bir şişe buz gibi Cabarnet Sauvignon istedik.

Pakize birkaç kez akşam yemeği için de gelmiş. Mumlar yanıyor, rıhtım aydınlatılıyor, çam ağaçlarının gölgesi masalara vuruyormuş.

Havada bahar kokusu var ya ben böyle havalarda hayallere dalarım. Yasemin kokulu sıcak bir yaz gecesinde Lacivert'i düşündüm. Karşı kıyının karmaşasından uzak, gelen geçen teknelere el sallayarak yenen akşam yemeklerini.

Ben noktasız konuşurum da Pakize benden beter, virgülsüz konuşan biri.

Akşama kadar orada kaldık. Daldan dala atladık, ona dokunduk, bunu sevdik, yazılardan, kitaplardan, içimizi yağmalamış olaylardan, hayatla başa çıkma yollarından, ortak arkadaşlarımızdan, cilt bakımından, sahipsiz hayvanlardan, şimdi unuttuğum yüzlerce ayrıntıdan söz ettik.

Onu dinlerken gülmemek mümkün mü?

Bir iki hikáye anlattı, öldürdü. Önümüzdeki günlerde, yazacak. Biri, kör bir ailenin evindeki ‘‘reyting’’ aleti, diğeri ‘‘buhar makinesi.’’ Buhar makinesi ne mi?

Ben burada duruyorum, gerisini onun komik kaleminden okuyun.


LACİVERT

Adres: Körfez Caddesi 57/A Anadoluhisarı-İst.

Tel: (0216) 4134224 -413 37 53

Akşam yemekleri için özellikle yaz aylarında rezervasyon

gerekli.

Adam başı

50 milyon TL

civarı.
Yazının Devamını Oku