Figen Batur

Zuhal, Greta Garbo'yu oynayacak Bir rol bu kadar mı cuk oturur?

11 Ekim 2003
Zuhal'i anlatmaya büyük oyuncudur diye başlasaydım en çok o kızardı. Ama biliyorum ki, iyi oyuncudur, dediğimde kıvanç duyar. Hüzünlü kadın yaftasının üstüne yapışmasından rahatsız olur, hüznünü derinde yaşar. Önümüzdeki sezon Oyun Atölyesi iki yeni oyun başlatıyor. Birincisi Oğuz Atay'ın ‘‘Oyunlarla Yaşayanlar’’ı diğeri Işıl Kasapoğlu'nun yöneteceği, ‘Greta Garbo’. Film yıldızının kimsenin bilmediği gizli hayatı. Zuhal elbette Greta Garbo'yu oynayacak. Bu kadar mı olur? Bir oyuncuya bir rol bu kadar mı cuk oturur? Televizyon için de bir projesi var. Geçen yıl ayıla bayıla izlediğimiz Evli ve Çocuklu'nun Türk versiyonu üstüne çalışıyorlar.

Zuhal Olcay'ı I980'li yılların sonlarına doğru tanıdım.

Hani, Cemal Süreya'nın ‘‘Belirsizlik ağır oturdu hayatımıza. Bugün keskinliklerle tıka basa, ama yarınımız belirsiz’’ diye yazdığı yıllarda.

Hepimiz için geleceğin müşkül, müphem, meçhul olduğu yıllarda.

Kendimize biçtiğimiz kumaşın kimi zaman bol kimi zaman dar geldiği, düşlerimizin gündelik hayatın hoyratlığıyla savrulduğu yıllarda.

Sorular sorup yanıt bulamadığımız, incindiğimiz, örselendiğimiz ama inat bu ya bir gün olsun hayatın yakasını bırakmadığımız yıllarda.

Yorulmak nedir bilmediğimiz, her yere yetişip her şeye saldırdığımız arsız yıllarda.

Şimdiki gibi korunaklı hayatlar kurmadığımız,sırtımızı duvara dayamadan rüzgara açık yaşadığımız cesur yıllarda.

Kısaca gençliğimizin tadını hiçbir şeyin kaçıramadığı pervasız yıllarda.

Peki ilk kez nerede karşılaştık?

Ortak bir arkadaş evinde mi?

O zamanlar müdavimi olduğumuz bir yerde mi?

Şehir Tiyatroları’nın kulisinde mi?

Nerede kimbilir? Hepsi olabilir.

Nerede tanıştığımızı unuttum ama düşündükçe gözümün önüne farklı dönemlere, farklı serüvenlere ait yığınla Zuhal Olcay resmi geliyor.

Evita müzikalinin ortalığı kasıp kavurduğu, Açıkhava Tiyatrosu'nun tıklım tıkış dolduğu, hele hele onun oynadığı gecelere bilet bulmanın imkansız olduğu günler. Bir yolunu bulmuş gitmişim. Oyundan sonra kuliste konuşuyoruz. Daha sizli, bizli günlerimizdeyiz. Karşımda yorgun ama zor bir işin altından kalkan bütün insanlar gibi mutlu bir kadın var: Rekabeti seven ondan beslenen.

Sonra Kuzguncuk'taki evde bir akşam vakti. Vedat Sakman elinde gitarı usul usul beste yapıyor, Mehmet Teoman yazdığı sözleri en şeddeli haliyle okuyor, Zuhal'i tanımadığı bir dünyaya girmesi için yüreklendiriyor. Zuhal ise huzursuz. Oyunculuk yapmaktan başka bir şey istemeyen ama şarkı söylemeyi de seven, üstelik karşısındakilere güvenen insanların gel-gitli huzursuzluğu bu. Ufak ufak ‘‘Küçük bir öykü bu’’ diye mırıldanmaya başlıyor. Sonrası çorap söküğü.

Sıra ‘‘Yalnızlığım, Yaşamak Zorunda Olduğum Beraberliğimsin’’ şarkısına geldiğinde karşımda tedirginliğini atmış, yapacağı işe dört elle sarılmaya hazır bir Zuhal var. Gidip içki getirdiğimi hatırlıyorum: Erken emir kutlamıştık.

BİZE ÖDÜL VERİLDİĞİNİ DUYUNCA UTANMIŞTIK

Başka bir gece. Hem de yılbaşı gecesi. O sıralar sık görüştüğümüz arkadaşlarla birlikte Fulya'daki bir apartman dairesinde nedense yılbaşı partisi yapmaya karar vermişiz. Herkes iyi kötü bir şeyler hazırlamış, tanıdıklarını çağırmış. Gelen gelene. Ama olmuyor, teyel tutmuyor. Bir köşede çapkın ressam, karşısında kargışlı şair, biraz ileride dillere destan bir fettan, yanında süklüm püklüm bir oğlan herkes dakika sayıyor. Ğece yarısı olsa da herkes yoluna koyulsa. Bir ara Zuhal'le göz göze geliyoruz: O yılların ünlü arabesk şarkılarından birini ağzını açıp kapayarak söylüyor ve elindeki hayali jiletle göğsünü doğruyor. Onun her şekle giren, sorsalar pos bıyıklı olduğuna yemin edeceğim yüzü mü, ses çıkarmadan feryat eden sesi mi bilmem sinir tutuyor, gülmekten katılırken saat on ikiyi vuruyor.

Bir film seti. Onun da, başrol oyuncusu esas oğlanın da, kameramanından ışıkçısına bütün ekibin de mutsuz olduğu bir çalışma. Bir tek yönetmen mutlu. Ben de işin içindeyim.

Film bittiğinde derin bir nefes almış, nerdeyse zil takıp oynamış, bu çalışmadan ötürü bize ödül verildiğini duyduğumuzda da utançtan yerin dibine batmıştık.

Bu ve buna benzer yüzlerce resim.

Dile kolay: Söz ettiğim küsuratı bol tutulmuş bir on yıl.

Yollarımız kimi zaman çakıştı kimi zaman ayrıldı.

Ama ne zaman bir araya gelsek bıraktığımız yerden başladık, başlayabildik.

Yediği içtiği ayrı gitmeyen dostlar olmadıksa da iyi arkadaş olduk.

Aynı şeylere güldük aynı şeylere sinirlendik. Aynı kaygılarla boğuştuk benzer mutluluklar yaşadık.

HÜZÜNLÜ KADIN YAFTASINDAN RAHATSIZLIK DUYAR

Geçen gün, Moda'da, onun ve Haluk’un, kanıyla, canıyla, hiç yardım almaksızın, büyük borçlar altına girip kurdukları Oyun Atölyesi’nin terasında, pastırma yazının sıcak bir öğle sonrasında, bir yandan çay içip bir yandan söylediğimiz gibi: Çabuk geçti, zor geldi, deldi ama değdi.

Yazıya Cemal Süreya'nın bir cümlesiyle başladım. Onunla sürdüreyim: Süreya ‘‘Büyük sözcüğü sanatlar söz konusu olunca tehlikeli bir sözcüktür’’ diyor.

Zuhal'i anlatmaya ‘büyük oyuncudur’ diye başlasaydım en çok o kızardı. Eminim kızarırdı da.

Ama biliyorum ki, iyi oyuncudur, dediğimde kıvanç duyar.

Gerçekten de bu toprakların yetiştirdiği en iyi oyunculardandır.

Tiyatro oyunculuğu oyuncunun er meydanıdır diye düşünmez, sinemaya da tutkundur.

İçindeki ukde, yılda bir tane iyi olacağına inandığı film çevirememektir.

Arada sevdiği şarkıları söylemek ister: Duyan duyar.

Güvendiği insanlarla ortak çalışmalara imza atar: Gören görür.

Hüzünlü kadın yaftasının üstüne yapışmasından rahatsız olur, hüznünü derinde, iliklerinde yaşar.

Komiktir, neşelidir, bazen ağır, bazen hercaidir. Ve oynamanın ne olduğunu bilen her oyuncu gibi bir yanı gerçek, öbür yanı ‘mış’ gibidir.

O herkesin bildiği, az insanın tanıdığı özel biridir.

BU YIL İKİ OYUN PROJESİ VAR

Bu yazı Zuhal'le İstanbul'un en sevdiğim semtlerinden Moda'da üstelik onların ikinci evinde, Oyun Atölyesi’nin bahçesinde yediğimiz (daha doğrusu konuşmaktan yiyemediğimiz) öğle yemeği yazısı olmaktan çıktı.

Görüşemediğimiz günlerin acısını çıkarmak istermişcesine konuşmaktan yemek yemeye fırsat kalmadı.

Çay içtik. Üstüne kahve. Kesmedi bira. Yetmedi soda.

Bunca sıvıya, bir o kadar lafa, size anlatabileceğim ne var derseniz: Önümüzdeki sezon Oyun Atölyesi eski oyunlarının yanı sıra iki yeni oyun başlatıyor. Birincisi Oğuz Atay'ın ‘‘Oyunlarla Yaşayanlar’’ı diğeri Işıl Kasapoğlu'nun yöneteceği, ‘Greta Garbo’. Oyuncunun kimsenin bilmediği gizli hayatı. Şaka değil, Greta Garbo bu. Kendisi dışında yaşadıklarını bilen yok. Bilinen, şöhretin zirvesindeyken ondan vazgeçebilen, terk edilmektense terk etmeyi seçen, gelmiş geçmiş en anlamlı yüze sahip yıldızlardan biri olduğu.

Oyun Garbo'nun inzivaya çekildiği yıllarda başlıyormuş.

Bir gün kapı çalınıyor ve yirmi beş yaşlarında yönetmen olduğunu, İsveç'ten geldiğini söyleyen genç bir adam geliyormuş..

Garbo anadilini konuşabileceği varsayımıyla genç adamı kabul ediyormuş.

Sonrası ilmik ilmik örülen, belki de ilmik ilmik düğümlenen Garbo'nun hayatı.

Zuhal elbette Greta Garbo'yu oynayacak.

Bu kadar mı olur? Bir oyuncuya bir rol bu kadar mı cuk oturur?

EVLİ VE ÇOCUKLU'DA EGE AYDAN'LA OYNAYACAK

Televizyon için de bir projesi var. Geçen yıl ayıla bayıla izlediğimiz Evli ve Çocuklu'nun Türk versiyonu üstüne çalışıyorlar. Tefessüh etmiş bir Türk ailesi. Açıkcası malzeme bol. Ege Aydan'la oynayacaklar.

Kasımda da 4-5 günlük siyah/beyaz resitali .

Bir de ufukta Kutluğ Ataman'ın çekeceği bir film: Palto.

Oyun Atölyesi’nin terasındaki lokantadan da söz etmeliyim. Adına kahve mi dersiniz, lokanta mı yoksa huzurlu saatler vaat eden bir mekan mı bilemem ama orası Moda'nın göbeğinde saklı bir cennet.

İçeride uzun bir bar var.

Dışarıda sarmaşıkların ve şemsiyelerin altında masalar.

Ortada okunmayı bekleyen dergiler, gazeteler, duvarlarda afişler.

Bir kahve içip saatlerce okumak da serbest, makarna yiyip şarap içmek de.

Elbette hayal kurup hayata geçirmek de.

Sebat da sizin, seçim de.
Yazının Devamını Oku

Beninli hokkabaz da, Kolombiyalı modacı da onun sofrasında buluşur

4 Ekim 2003
İki haftadır yoktum.<br><br>İlk hafta yazamadım, ikinci hafta ise yazdıklarımı yollayamadım. Her ne kadar küçük resmimin altında ‘‘Yazarımız tatilinin bir bölümünü kullanıyor’’ gibi bir açıklama çıktıysa da işin doğrusu pek öyle değil.

Hayatımda neredeyse ilk kez bahçeyle uğraşmayı denedim. Yaseminleri budadım, benden izinsiz serpilmiş otları yoldum, toprağı eşeledim, çiçek ektim .

Bu işlerin yazamamakla ne ilgisi var diye soracak olursanız şu ilgisi var: Hangi ottan, hangi melun bitkiden geçtiğini bilmiyorum ama bahçeyle uğraştığım günün gecesinde sağ elimin parmakları inanılmaz bir zonklamayla şişmeye başladı. Sabahı zor ettim ve dolma parmaklarımı tuta tuta hastaneye gittim. Teşhis: Dermatit. Olurmuş. Zehirli bir bitki elinizdeki bir sıyrıkla temas eder ve dokuda enfeksiyona yol açarmış.

Benim elimde bir değil neredeyse bin sıyrık var.

Önce yüksek dozda antibiyotik tedavisi, olmadı, küçük bir cerrahi müdahale dediler.

Antibiyotik bana mısın demedi ve parmaklarıma müdahale edildi.

Nasıl yazsaydım?

O hafta öyle geçti.

Sonra İstanbul'a döndüm. Nasıl da özlemişim.

Bavullarımı bile açmadan, hava nasıl koklamadan, üşür müyüm diye bakmadan, apar topar, annemin deyişiyle kıl pranga zıldır çengi, kovalayan varmış gibi doğru balık yemeye...

İSTANBUL HASRETİ YARAMADI

Boğaz, roka, rakı, palamut, tekne, -hava soğudu mu ne?- akşamı ettim. Yetmedi oradan yazacağım yazıyı da düşünerek Veronique Petit ile buluşmaya gittim. Eve uğramadan, gene annemin deyişiyle, üstüme ince bir ceket bile almadan.

Önce Teşvikiye Camii'nin önündeki kahvenin kaldırımında çay içtik. Sonra da donmama ramak kala, İzzet Çapa'nın yeni açtığı ve işletmesini de Selmin Çapa'nın üstlendiği Centro'da yemek yemeye gittik.

Nefis bir geceydi. Selmin, Veronique, ben, harika bir yemek yedik.

İzzet oradaydı, Tolga da, Rose da.

Sonuç: Laf lafı açtı, gece uzadı.

Veronique iki gün sonra Paris'e dönecek. Onunla yeterince derin sohbetlere dalamadığımıza kanaat getirip eve geldik, konuşmaya evde devam ettik.

Gün ağarırken yattım ve 38.2 ateşle kalktım.

Gene de bir yanıp bir titreyerek yazımı yazdım.

Sonra bir aydır e-postasındaki sorundan ötürü sadece daktilo muamelesi yaptığım bilgisayarımı emanetçime emanet ettim, yazıyı bir yoldan yollamasını sıkı sıkıya tembihleyip, her ahval ve şeraitte görevini yerine getirmiş insanların huzuru içinde havale geçirecek miyim acaba diye beklemeye başladım.

Geçirdim de. Düşmeyen ateş, geçmeyen nöbetten değil ama.

İki iğne, üç Panadol arası yarı baygın konuştuğum Ebru Çapa'nın telefonundan sonra.

Gazetede herkes yazıyı bekler, ben çoktan ellerine geçmiştir derken, meğerse olan olmuş; emanetçinin arabası soyulmuş, bizim bilgisayar kuş olmuş uçmuş...

Üç gün sonra bir mucize oldu, bilgisayar bulundu ama o daha çetrefil bir hikaye.

Zaten bu kadar çok lafı da tatilde değildim, hastaydım, hasta masta yazımı da yazdım, yazdım ama elimde olmayan sebeplerden dolayı yollayamadım demek için ettim.


Geçen haftaki yazıya ‘‘Veronique Petit Parisli. 68'li’’ diye başlamışım.

Veronique Petit'yi anlatmaya sanırım bütün dostları da bu cümleyle başlar.

O gerçekten de sayıları git gide azalan has Parislilerdendir. Günün her saatinde hızlı adımlarla sokakları arşınlar. Geniş bir çevresi vardır. Birbirine değmeden yaşayan insanların şehri Paris'te beş parasız Beninli hokkabaz da, ünlü moda fuarları yöneticisi Kolombiyalı Hortancia da onun sofrasında buluşur.

Uzak mahallelerin, saklı geçitlerin, uçuk dükkanların, iyi yemek yenilen ucuz ve ilginç lokantaların, saklı antikacıların, sahafların, şanşon barların, sabaha kadar açık dükkanların adresi ondan sorulur.

AŞKIN GÖLGESİNDE

Saint Germain Meydanı'nda oturur ama Paris'in her köşesinde yaşar.

68'liliği onu ilk kez görenlerin bile hemen algılayabileceği gibi üstüne sinmiştir. Duruşunda, yaşayışında, tavırlarında, düşüncelerinde 68'lidir.

Kolaya kaçmaz, zordan şaşmaz.

Gençliğinde tiyatroya gönül vermiş. Uzun süre Grotowski ile çalışmış, Fransız Tiyatrosu'nun efsanevi isimlerinden Roger Blin'in yakın dostu, o dönemin öncü oyunlarında şu ya da bu biçimde rolü olan, tiyatroyla yatıp tiyatroyla kalkan biriymiş.

Günlerden bir gün 68 Çekoslovakya olaylarından sonra Fidel Castro ile ters düşüp Fransa'ya sığınan, Che Guevara'nın gençlik arkadaşı, günümüzün ünlü muhalif yazarı Eduardo Manet'yle karşılaşıyor. İlk görüşte aşk. Evleniyorlar. Eduardo yazmaya başlıyor. Veronique onun çevirmeni, eli, kalemi oluyor. Öyle bir çevirmenlik ki kitabı kim yazıyor, birinin rolü nerede bitip diğerininki nerede başlıyor belli değil.

Tiyatroyu bırakıyor, kendini bir anlamda Eduardo'ya adıyor. Hemen hemen her iki yılda bir kazanılan ödüller, büyük yayınevleriyle yapılan, aralıksız üretimi zorunlu kılan büyük anlaşmalar, sadece yazdıklarıyla yaşayan ama Fransızca yazamayan gönlü Küba'da kendisi yabancı topraklarda, küskün Kübalı bir adamla geçen uzun yıllar.

Yaklaşık otuz yıl. Ayrılmış olmalarına rağmen bu, bugün de böyle. Veronique hálá Eduardo'nun

arkasındaki gölge yazar.

Kendi yazıları da var elbet. Küçük sarsıcı oyunları. Bir de yaşaması için elzem parayı kazandığı gazetecilik.

Bir de ısmarlama yazdığı kitaplar.

HER GÜNE AYRI BİR MEKAN

İstanbul'a gelme nedeni de biraz o. Şimdi İstanbul üstüne bir kitap hazırlıyor. Edebiyattan geçen İstanbul. Bu şehir için kim ne yazmışsa onlardan yapacağı alıntılarla anlatacak İstanbul'u. Morand'dan Orhan Pamuk'a, Chauteaubriand'dan Sait Faik'e yığınla yazarın bakışı Veronique'in bakışıyla çakışacak, ortaya İstanbul'un farklı semtlerinin, farklı dönemlerinin anlatıldığı bir kitap çıkacak.

O gece bütün bunlardan konuştuk.

Sonra yazıya Selmin ile devam etmişim.

Selmin dostlarıyla yaşar diye lafa girmiş, onlar da onu gözbebekleri gibi kollar diye eklemişim.

Gerçekten de Selmin onu yakından tanıyanların baş tacıdır. Herkese kulp takan en müşkülpesentler bile söz ona geldiğinde güller devşirirler.

Uzun, çok uzun yıllar boyu eş durumundan İstanbul gece hayatının göbeğinde yaşamış, kendi yoluna gitmektense kocasının serüvenine tanıklık etmiş, ödül olarak bedel ödemiş ama kaderin garip cilvesi yıllar sonra kendini yeniden bu dünyanın içinde buluvermiştir. Bu kez işletmeci olarak. Son iki yıldır Park Şamdan'daydı. Şimdi de ailenin uç beyi İzzet Çapa'yla birlikte Centro'da.

HEM YE HEM EĞLEN

Centro, Ritz Carlton Oteli'nin altında yeni açılmış bir ‘‘Brasserie.’’ Dediğim gibi başında Selmin Çapa var. Dekorasyonu Dodo yapmış. Duvarlarda boydan boya aynalar, ortada dikdörtgen büyük bir masa, çingene pembesi işlemeli kumaşlarla kaplı altın varak iskemleler ve renkli kristal avize. Yemekler, daha doğrusu o gece bizim yediklerimiz harikaydı. Zaten İzzet, İzzet Çapa'nın mekanlarına yemek yemeye değil eğlenmeye gidilir önyargısını çoktan yıktı. Şimdi açtığı yerlere gittiğinizde hem doğru dürüst yemek yiyor hem doğru dürüst eğleniyorsunuz.

Bu yıl eskisiyle yenisiyle yedi ayrı yeri var.

Haftanın her günü için ayrı bir mekan.

Bu yazının girizgahı uzun olduğundan Centro'yu anlatmaya fazla yer kalmadı.

Ama söz: Önümüzdeki haftalarda arayı uzatmadan her gün bir yere gideceğim ve hepsini tek tek, uzun uzun anlatacağım.

Ne demişler? Körün istediği...
Yazının Devamını Oku

Ağzından sözü kerpetenle almıyorsunuz ama bilgi yağmuruyla da ıslanmıyorsunuz

13 Eylül 2003
Dediğim gibi: Okulların açılmasıyla birlikte gidenler gitti.<br><br>Biz bize kaldık. Üstelik insanı serseme çeviren, orada yağınca burada esen deli rüzgarlar da dindi.

Üç gün boyunca bulabildikleri en korunaklı koylara demir atan gemiler yerlerinden kıpırdamadı.

Boylarından büyük işlere kalkıştıkları suya düşen ceviz kabukları gibi sallanmalarından belli olan görkemli tekneler yelkenleri indirdi.

Hava kalınca da herkes yoluna gitti.

Bir haftalık yaz tatilini eylül ayına saklayan, gelip burada fırtınaya yakalanan küskünlerin bile yüzü gülüyor artık.

Dolapların dibinden bulup çıkarılan kazaklar, şallar özenle katlanıp gerisin geri yerlerine yerleştirildi.

Her şey olağan seyrinde.

Ve herkes bıraktığı yerden başlamak derdinde.

Oysa havayı koklayan yaşlı gemiciler çoktan kararlarını verdiler bile: Yaz geçti.

Vakit döküm vakti.

Köylerden el ayak çekildi.

KIŞLARI DA AÇIK

Yaz aylarının karmaşasına dayanamayıp giden, sonbaharın gelmesini iple çeken, nihayet aradıkları huzura kavuşacaklarını düşleyip geri dönenler dışında, ortalık sessiz.

Bodrum'a gelince Bodrum biraz daha farklı. Her ne kadar burada da hesaplar yaz aylarına göre yapılıyorsa da, kış uykusuna yatmak yasak. Çoğu yer kışın da açık.

O eski günler yok artık: İki kadeh satıp şişe parasını çıkarmalar, üç ay önce dokunmuş halıyı antika fiyatına satmalar, Kapalıçarşı'nın elde kalmış mallarını gelen geçen saf turistlere pazarlayıp, ağustos böceği misali yaşamalar.

Şimdi birkaç eski esnaf dışında, Bodrum'a yatırım yapan herkes hesabını 12 ay üstünden yapıyor.

Şöyle bir gerçek de var: Bodrum'un kış aylarında nüfusu elbet yaz aylarıyla kıyaslanamaz ama öyle eskisi gibi parmakla sayılacak kadar da az değil. Ve buraya yerleşmiş mimarlar, doktorlar, sanatçılar, inşaatçılar kısaca iş sahibi insanlar kış aylarında da gidebilecekleri yerler arıyorlar; Buluşma noktaları.

Kazık yemeden iyi yemek yiyebilecekleri, özledikleri müzikleri dinleyebilecekleri, çılgın kalabalıktan uzak, nihayet birbirlerini görüp eğlenebilecekleri yerler.

İşte bu yerlerin en ünlüsü de Marina Yacht Club .

Yaz kış açık,yaz kış tıklım tıklım.

İŞİNİN EHLİ ADAM

İşin sırrını öğrenmek için Şenkar Öztütüncü ile buluştum.

Şenkar, Marina Yacht Club'ın işletmecisi.

El attığı bütün mekanların dolup taşmasına, bir gidenin ikinci gidişinde müdavim olup çıkmasına bakarak söylüyorum: Şenkar işinin ehli.

İstanbullu. Doğma büyüme Fenerbahçeli. Marmara Üniversitesi’nde Siyasal Bilgiler okumuş sonra kendisini tekstil işinde bulmuş. Unutmadan, bir de yelkenci.

Bundan yaklaşık on yıl önce, Bitez'deki evlerinde tatillerini geçiren ana babasını ziyarete geldiğinde aklına buralara yerleşmek düşmüş. Zaten Sultanhamam'da mutlu değilmiş.

Neler yapabileceğine bakınırken o yıllarda Basketbol Milli Takım’ını çalıştırması teklif edildiği için İstanbul'a dönmeyi ve buradaki barını devretmeyi düşünen ünlü basketçi Küçük Nur'un barına talip olmuş. Adını değiştirmiş, Avlu yapmış, yola koyulmuş.
Koyuluş o koyuluş. O gün bu gün burada. Avlu Bar’ın başında. Gel zaman git zaman Avlu Bar’ın sadık müşterileri oluşmuş. Adı duyulur olmuş. İyi müzik dinlemek isteyenler, kazık yemeyeceklerini bilenler, hatta şubat ayında parası tükenip deftere yazdıranlar, her gece Avlu’yu doldurmuşlar. Herkes memnunmuş. Ama Şenkar'ın aklında iyi ve değerli müzisyenlerin çalacağı, leziz yemeklerin afili sunumlarla geleceği, ama en önemlisi her gelenin makul paralar ödeyip çıkabileceği bir yer açmak varmış.

Arada bir durak daha var: Liman Köftecisi.

Şimdi oranın başında Siyasal’dan sınıf arkadaşı, yola birlikte çıktık dediği eşi duruyor. Köfteciyi açmaya karar verdiklerinde yörede bir hafta dolaşıp köfte pişiren her yere gittiklerini, bütün köfte çeşitlerinin tadına baktıklarını söylüyor. Kış aylarında yolu Liman'a düşenler bilir; orada kuyruğa girip masa beklemek elzemdir.

YOLU DÜŞENLER SAHNEDE

Üç yıl önce Marina'nın içindeki barı işletmeye başlamış. İşler gelişince ve köşede yaklaşık beş yıldır iş yapamayan lokanta da kapanınca bütün Marina’yı kiralamış.

Yaz aylarında Marina'nın içindeki iki bar da hınca hınç doluydu. Aşağı kattaki İtalyan lokantası La Vela'da da, terasa kurulu Roof Marine'de de yer bulmak için beklemek gerekiyordu. Ama bekleyen hiç kimse şikayet etmiyordu.. Rezervasyon yapılmıyordu ama ayrıcalık da yoktu. Herkes paşa paşa masaların boşalmasını bekliyor, beklerken de barlardan birinde içkisini içiyor, çalan müziğe eşlik ediyordu.

Yemek bitince gene aşağıya iniliyor, bu kez caz başlıyordu.

Hemen her gün farklı bir şarkıcı vardı. Bir de Bodrum'a yolu düşen ünlüler.

Sahneye çıkıp sevdikleri şarkıları söylüyor, kendilerini yürekten alkışlayan dinleyicileri görünce de davet edildikleri sahneden kolay kolay inmiyorlardı.

Kimler gelip kimler geçmedi ki?

Şaka değil akşam üstü dolan mekan sabahın ilk saatlerine kadar boşalmak bilmiyordu.

Di'li Du'lu anlattığıma bakmayın. Bu hálá böyle.

Fiyatlar şaşılacak denli ucuzdu. İstediğiniz yemeği yiyor, istediğiniz içkiyi içiyor, bana sorarsanız cakalı olmayan ama kaliteli oldukları her hallerinden anlaşılan insanlar arasında duruyor, göz aşinalığı gereği selamlaşıyor, arada tanıdıklarınıza rastlıyor, sohbete dalıyor ve herhangi bir yerde ödeyeceğiniz fiyatın belki yarısını belki yarısından da azını ödeyip çıkıyordunuz.

Gene Di'li Du'lu konuştuğuma bakmayın. Bu da hálá böyle.

Ve belli ki bütün kış böyle sürüp gidecek.

Geçen gece Şenkar'la buluşmak için bir kez daha Marina'ya gittiğimde de durum aynıydı: Bildik kalabalık.

Önce üst kata çıktık. Sağ masada Marina'ya teknelerini çekmiş iki yabancı. Ötede ünlü bir mimar, biraz geride Bodrum'da daha çok kalmaya yeminli Cemil İpekçi ve tanıdık en az on beş kişi.

Köşe masaya geçtik. Tepemizde dolunay, karşımızda kale, ben soruyorum o yanıtlıyor.

Konuşkan biri değil.

Yaptıklarını, yapacaklarını anlatmak belli ki ona böbürlenmek gibi geliyor.

Ağzından sözü kerpetenle almıyorsunuz ama gürül gürül yağan bilgi yağmuruyla da ıslanmıyorsunuz.

Belki de yelkenci olduğu için bu böyledir.

Nasıl söylenir? Denizcilerin sessizliğe çapa atmayı sevdikleri bilinir.

MARİNA YACHT CLUB

Roof Marine-Cafe Vela-Club Restaurant. Roof Marine terastaki lokanta. Suhi ve kabuklu deniz ürünleri ağırlıklı. Cafe Vela İtalyan ağırlıklı, Akdeniz mutfağı. Club Restaurant’da ise kış aylarına yönelik yeni mönü çalışmaları var ama Türk ve dünya mutfağı. Barlar ise bildiğimiz bar. Her biri yaklaşık 700 kişilik. Her gece 21-23 arası yemek müziği ve 23-1.30 arası caz var. Neyzen Tevfik Caddesi No: 5 Milta Bodrum Marina. Tel : O252 316 12 28
Yazının Devamını Oku

Sempatik şef Meksikalı Arturo İstanbul, Singapur, Hong Kong derken atmış demirini Bodrum'a

6 Eylül 2003
Bodrum boşaldı.<br><br>Tenhalaşan sokaklara bakan bir arkadaşım, ‘‘Bodrum Eylül'de bebeklilere, emeklilere, bir de göbeklilere kalır’’ dedi. Bir de ehli keyiflere.

O daha cümlesini tamamlamadan önümüzden el ele tutuşmuş kır saçlı bir çift geçti. Hemen arkasından da pusette bebeğini gezdiren genç bir anne. Elde var iki.

Diğerleri? Onlar her yerde. Bodrum zaten keyifli insanların yaşadığı bir yer değil mi?

Okulların açılmasına bir hafta kala buraya yerleşenlerin dudak bükerek kuru kalabalık olarak adlandırdıkları insanlar gitti.

Plajda en iyi yerlere konuşlanmış şezlonglara havlu atmalar, yüzerken kulaç başı birine çarpmamak için etrafı kollamalar, denize girdiklerinde sevinçlerinden mi korkularından mı bağırdıkları anlaşılmayan çocuklar, çocuklarının çığlıklarına kulaklarını tıkayıp güneşlenmeye devam eden ana-babalar, akşam çöktüğünde sıcak havaya aldırmadan piyasaya çıkan gençler, haşlanmış ıstakoz gibi dolaşan parasız turistler, sonuna kadar açtıkları müzikle rakiplerini sindirdiklerini düşünen acemi işletmeciler, iyi bir lokantada masa ayırtmak için el öpüp temenna etmeler, olduk olmadık yerde ilgisiz tanıdıklarla burun buruna gelmeler, kimine sevinip kimine yerinmeler yok artık.

Arkadaşım haklı: Bodrum Bodrumlular’a kaldı.

Sahi Ossip Mandelstam gidenlerin arkasından bakıp ne yazmıştı?

Gelecek yıl görüşürüz yine.

Güneşi buraya gömmüşüz gibi.

Belli ki Eylül böyle geçecek.

Ekimde de sıra, yaz dökümü yapmaya gelecek.

Hesaplar, kitaplar, kazanılan paralar, yanlış atılan zarlar, beklenmedik zararlar ortaya dökülecek. Kimini mutlu kimini mutsuz edecek. Sonra kasaba kış uykusuna çekilecek: Bahara kadar.

Dağlarda ilk Manisa laleleri açtığında yeni işler, yeni düşler devreye girecek.

Bu yıllardır böyle. Belli ki böyle sürecek.

Bu yaz çok dolaştım. Hem gezmek hem yazmak için. Çok konuk ağırladım, çok davete katıldım. Hemen herkes aynı yerleri övüyor, aynı yerlere gidiyordu. Birinin ak dediğine diğeri kara demedi. Bir iki saklı cennet dışında yeni yerler keşfedilmedi.

SEZEN DE TARKAN DA ORADA KALMIŞ

Keşfedilen yerlerden biri de FUGA.

Adını önce otelde kalan birkaç arkadaşımdan duydum. Sonra sıra lokantasına gidenlere geldi. İstisnasız hepsi aynı şeyi söyledi; Cennet!

Bu gün yarın giderim, ne menem bir yer olduğunu gözlerimle görürüm derken Radikal Gazetesi’nde Nur Çintay Fuga üstüne küçük bir yazı yazdı.

Yetmedi, fısıltı gazetesinde Sezen Aksu'nun konser için geldiğinde orada kaldığı, Sezen Aksu olur da Tarkan durur mu, onun da Yalıkavak Marina’daki konserinden sonra soluğu Fuga'da aldığı söylendi.

Bunlar neyse ne de aslında anlattıkları Spa kanımı kaynattı: Taş duvarlarından şırıl şırıl suların aktığı serin odalarda tütsüler yanıyor, büyük kaselere özenle yerleştirilmiş çiçekler insanı karşılıyormuş. Bali'den gelen usta masözler sırtınızı ovalarken uykuya dalıyormuşsunuz.

Kimileri hiç sevmez; gövdesini elletmez.

Kimileri de benim gibidir. Onlar için masaj demek kısa bir süre için de olsa sıkıntılarından arınmak demektir.

Bir iki gün sonra Fuga'daydım.

Önce yemek yemek sonra da anlata anlata bitiremedikleri Spa'sına gitmek için.

BÖRÜLCELİ KARİDES FASULYELİ LEVREK

Arturo, Fuga'nın şefi. Kısa boylu, tombul yanaklı, güldüğünde gözlerinin içi gülen otuz iki yaşında bir Meksikalı. Buraya Hong-Kong'dan gelmiş. Ama bu onun Türkiye'ye ilk gelişi değil. İstanbul Intercontinental açılırken de buradaymış. Sonra Dubai'ye gitmiş. Sonra da bütün şeflerin düşü olan Fransa'ya. Michelin Kılavuzunun üç yıldızla taçlandırdığı bir Chateau-Relais'de şef olmak ne demek? Küçük Meksikalı çocuğun büyümesi demek. Ne zaman ki Uzak Doğu’dan, bünyelerinde yedi büyük otel barındıran Igor İşletmelerinden bütün otellerin sorumlu şefi olması teklifini almış, kendini Hong-Kong'a atmış. Arada da Singapur var.

Şimdi yeniden burada. Fuga'da.

Denize nazır, püfür masamıza geçtik. Arturo'nun bizim için hazırladıklarını bekliyoruz. Bu arada otel müşterileri bu güne kadar gördüğüm en şık açık büfeden yemek alıyorlar. İnsanı merak böceği sokmayagörsün. Kalkıp ne yemekler var diye bakmaya gittim. Üzümlü irmik salatası ve fesleğenli şehriye göz kırptı. Acılı turşular arkamdan baktı, pişen etlerin kokusu çarptı; hepsinden azar azar tadıp masaya döndüm.

Önce galeta ununa bulandıktan sonra kızartılmış, acı sosa yatırılmış yeşil zeytinler geldi; tadımlık.

Sonra acısı genzimizi yakan soğuk domates çorbası.

Üstüne kavrulmuş deniz börülceli karides ve yapımının zaman ve özen istediği belli olan fasulyeli levrek.

Tatlı olarak da ince hamurdan açılmış kaseye kurulu şeftali tatlısı.

KOLALI BEYAZ ÇARŞAFLAR SIRTINIZDA HAFİF ELLER

Her ne kadar saklı cennetse de Fuga'nın Spa'sı o kadar duyulmuş ki istediğiniz an masaj yaptırtamıyorsunuz. Önceden haber vermek, yer ayırtmak gerekiyor. Topu topu beş oda var. Biri çift diğerleri tek kişilik.

İki gün sonraya yer ayırttım.

Gider gitmez adelelerinizin gevşemesi için üstü geçirgen bir tenteyle gölgelenmiş jakuziye giriyorsunuz. Buzlu bardaklarda meyve suları geliyor. Yarım saat sonra sizi mis kokulu havlulara sarıyor ve dedikleri gibi duvarlarından suların aktığı serin odalara çıkartıyorlar. Hangi yağla masaj yaptırmak istediğinizi soruyorlar. Çiçek kokulu, baharatlı, meyve özlü olanlar arasından beğendiğinizi seçiyor ve masaya yatıyorsunuz. Sonra üstünüze kolalı çarşaflar örtülüyor, sırtınızda hafif hafif gezen elleri duyuyorsunuz. Uyandığınızda yaklaşık bir saat geçmiş oluyor. Bölük pörçük sırt üstü döndüğünüzü, bir kolunuzu verip diğerini kaldırdığınızı hatırlıyorsunuz.

O kadar; boşuna dememişler bu bir hayal.

Fuga'da geçirdiğim iki günün sonunda oradan gelen geçen herkesin neden cennet sözcüğünü kullandığını anladım.

Aslında Fuga hem yeni hem eski bir yer. Yıllarca Metem-Tur'un oteliymiş. Geçen yıl, hem Metem-Tur'un sahibi hem Fuga'nın en büyük ortağı Emre Can oteli yenilemeye karar vermiş. Odalar baştan sona değişmiş, mutfak Arturo'ya emanet edilmiş, kilit noktalara işinin ehli insanlar getirilmiş. Bütün bunlar üç buçuk ay gibi inanılmaz bir sürede bitirilmiş.

Çalışanların çoğu Hill Side kökenli. Hepsi genç, hepsi cana yakın hepsi azimli.

Gelecek yıl yapacakları yenilikleri anlatırlarken onlara baktım: Yığınla kıvılcım.

Aslında bu kadarı yeter de artar bile. Ama şevkleri kırılmasın diye onlara söylemedim.

Fuga Otel: Asarlık Mevkii Gümbet Bodrum Telefon: (0252) 317 23 60

Kişi başı Eylül boyunca üç öğün yemek dahil 150 milyon TL.
Yazının Devamını Oku

Zelfa ismiyle müsemma

30 Ağustos 2003
Evlilik zor zanaattir, bilinir.<br><br>Çift olmanınsa evlilikten geçmediği söylenir. Gerçek anlamıyla çift olabilmek için; aidiyet duygusunun keyfine varmak, hayata aynı pencereden bakmak, biraz da kendinden caymak gerekir denir.

Gencay Gürün kapıdan giren ikiliyi Zelfa ve Tarquin Olivier diye tanıştırdığında, birbirlerine gerçekten yakışan, adları da kendileri gibi ilginç olan ender çiftlerden biriyle karşı karşıyayım diye düşündüm.

Tarquin ve Zelfa Olivier.

Tarquin Olivier, Sir Lawrence Olivier'nin, yani bir efsanenin oğlu.

Babasını andıran yüz hatları, gümüşe kesmiş saçları, insanın konuşmaktansa dinlemeyi yeğlediği olağanüstü İngilizcesi ve bütün soylu İngilizlerde olduğu söylenen biraz kendiyle biraz dünyayla dalga geçen ölçülü mizahıyla; nüktedan, hazırcevap, ilginç biri.

Adı da öyle. Baba, oğluna Macbeth'teki Tarquinius karakterinin adını vermiş.

ATATÜRK BULUNMUŞ AMA SIR GİBİ SAKLIYOR

Konuşmalarından dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşadığını özellikle de uzun yıllar Afrika'da oturduğunu öğreniyorum.

Belli ki iyi bir tarih okuru.

Yanıbaşımızda yaşanan Irak savaşını ve bu savaşta İngiltere'nin tuttuğu yolu tarihe dayanan verilerle eleştiriyor.

Yakın geçmişimiz ise onun özel ilgi alanına giriyor. Zaten Türk kamuoyu da kendisini yaptığı diğer işlerden ya da ünü dünyayı tutmuş babasından ötürü değil, uzun yıllardır çekmeyi düşündüğü Atatürk filminden ve bu uğurda verdiği mücadeleden tanıyor.

Mücadele diyorum çünkü anlattıklarına bakılırsa gerçekten de öyle.

Bu serüven 15 yıl önce başlamış. Bir işin ucu geldiğinde diğerinin ucu kaçmış. Değişen hükümetler alınan izinlerin yenilenmesine, değişen yapımcılar senaryonun yeniden yazılmasına neden olmuş.

Atatürk rolü için düşünülen aktörlerse kimi zaman çalışma tarihleri çakıştığı , kimi zaman da aldıkları cılız tehditlerden ödleri patladığı için sorun çıkarmışlar.

Antonio Banderas'ın son dakikada oynamaktan vazgeçmesi üzerine yeni ve ünlü bir oyuncunun daha bulunduğunu ama nazar değmesin diye adını sır gibi sakladığını söylüyor. Bunu söylerken tahtaya üç kez vuruyor.

SURİYE'DE DOĞMUŞ İSTANBUL'DA YETİŞMİŞ

Eğer bir İngiliz tahtaya üç kez vurup bir de kulağını çekerse onun yanındaki kadına bakmak gerekir diyorum.

Ve bakar bakmaz soyları tükenen soylu kadınlardan birini görüyorum.

Zelfa Olivier, Türk.

Suriye'de doğmuş, İstanbul'da yetişmiş, Londra'ya yerleşmiş.

Adının anlamını soruyorum: Narin demekmiş.

A'sı uzun okunan Zelfa. Bu siyah saçlı, kırmızı dudaklı, derin bakışlı, ufak tefek kadın gerçekten de ismiyle müsemma.

Bir iki gün içinde İstanbul'a gidecek ve oradan Londra'ya döneceklermiş. The Marmara Oteli’nde kalıyorlar.

Ertesi gün The Marmara'nın Bodrum'u kuşbakışı gören nefis manzaralı terasında buluşuyoruz.

Bir soda, bir buzlu çay ısmarlayıp konuşmaya başlıyoruz.

Kimsiniz, diye soruyorum.

Londra'da yaşayan bir Türk'üm diyor.

Sonra tok sesiyle kelimelere basa basa anlatmaya başlıyor: Babası Cemalettin Salihoğlu 1898 'de Suriye'de doğmuş bir Osmanlı. Büyük bir toprak ağasının biricik oğlu. Önce Mekteb-i-Sultani'de, ardından Sorbonne’da okumuş.

Biraz Paris'te dolaşıp sonra memlekete dönüyor ama burada aradığı huzuru bulamıyor. Yüzyıl başında Dersaadet, saadet dışında her şeyi sunmakta, ülke için için yanmakta.

O günlerin Fransız kültürüne bulaşmış gençleri gibi yenilikçi hareketleri izlemek yerine gelenekçi çizgide durmayı seçiyor: Mustafa Kemal'le yolları örtüşmüyor. 150'liklerden. Sonra gel zaman git zaman genç Cumhuriyet'in Hariciye Bakanlığı’nda çalışmaya başlıyor. Sonra da istifa ediyor. Ama Hariciye'den ayrılıp ata topraklarına yerleşmesinin nedeni siyasi görüşlerinden ötürü değil. Áşık olduğu kadın yüzünden. Bu aşk o günlerin İstanbul'unda o kadar dilleniyor ki Cemalettin Bey çareyi gidip Halep'e yerleşmekte buluyor

Bu arada İstanbullu genç bir hanımla evlenmiş, geç yaşında iki kızı olmuştur: Hülya ile Zelfa.

Ölene kadar da orada, Halep'te yaşıyor.

İNGİLİZ GİZLİ SERVİSİ PEŞİNDE

Annesiyle babası boşandığında Zelfa ablasıyla birlikte İstanbul'a dönüyor. Önce Arnavutköy Kız Koleji’ni bitiriyor sonra da ver elini Londra. Londra'da Edebiyat ve Tiyatro eğitimi alıyor. 1970'li yıllarda biraz kanından gelen bir dürtüyle biraz da tanışlarının desteğiyle Londra'da yaşayan Araplara yönelik bir dergi yayımlamaya başlıyor.

Ortakları arasında Umman Dışişleri Bakanı, bir iki zengin Suud, bir iki Abu Dabili iş adamı vardır ve o yıllar İngiltere'de Arap dünyasının merak uyandırdığı yıllardır.

O döneme ait birbirinden komik anıları var: Umman o zamanlar kimselere vize vermeyen, kendi üstüne örtük, minicik, zengin bir ülke.

Londra'dan kalkan uçak Umman'a neredeyse üç-dört yolcu taşıyor. Bunlardan biri de Zelfa.

Ve Umman'a adım attığı gün Şeyh Kabus'tan sonra ülkenin en nüfuzlu adamının öz be öz Türk olduğunu öğreniyor: Said Tarık.

Ortağı olan Dışişleri Bakanı’nın aracılığıyla Said Tarık'la tanışıyor. İşte ondan sonra ne olursa oluyor ve İngiliz Gizli Servisi peşine takılıyor.

İngilizler, hálá Birinci Dünya Savaşı’ndan kalma paranoyaları ile bu genç Türk kızının kendilerine ait olduğuna inandıkları bu gözden ırak ülkede bir işler çevirebileceğinden kuşkulanıyorlar. ‘‘Oysa 70'li yıllar’’ diyor Zelfa ‘‘Türkiye'nin kendi sınırları içinde bile düzen sağlayamadığı yıllardı. Nerede kalmış bu adını kimselerin hatırlamadığı uzak diyarda benim gibi hayat acemisi bir genç kız aracılığıyla emperyal düşlere dalmak?’’

Gel de onlara anlat.

Otel odasından aile fotoğrafları yok oluyor, sokağa adım attığı an arkasında gölgeler dolaşıyor.

Dergi dört yıl sonra kapanıyor.

Zelfa'nın bundan sonraki işi Körfez ülkelerinde yatırım yapmak isteyen İngilizlere danışmanlık yapmak.

Zaman geçiyor, devran dönüyor ve kendisini ünlü mü ünlü bir İngiliz şirketiyle Çırağan Sarayı’nın yenilenme işinde buluyor. Bir de Lübnanlı ortakları vardır. Kültür Bakanlığı’yla kumarhanenin işletmesi konusunda anlaşmazlıklar çıkıyor. İngilizler işten çekiliyor ve Zelfa inşaat başlayana kadar Lübnanlı şirkete danışmanlık yapmaya devam ediyor.

İlk tasarımdan uzaklaşılması, birlikte yola çıktıkları mimarların işten uzaklaştırılması, Lübnanlıların onun anlayışından ve Osmanlı zevkinden uzak cafcaflı bir tarzı benimsemeleri işi sonuna kadar götürmesini engelliyor. Çırağan Sarayı’nın bugünkü halinden şikayetçi. Bu çorbada benim tuzum yok diyor.

Bu, Zelfa'nın kısa özgeçmişi.

KÜÇÜK AYASOFYA'YI RESTORE EDECEKLER

Şimdi gene arkadaşlarının önayak olmasıyla yeni bir serüvene yelken açmış:

İstanbul Heritage Foundation adı altında bir vakıf kurmuş. Dünyanın önde gelen vakıflarından World Monuments Foundation'la birlikte, Yıldız Teknik Üniversitesi’nin önderliğinde İstanbul'un göçmeye yüz tutmuş tarihi binalarını, yapılarını onarmak için yola koyulmuş. Tıpkı Venedik için yapılan çalışmalar gibi dünyada İstanbul'u seven, göz göre göre bu kentteki değerli eserlerin göçmesine katlanamayan zenginlerden bağış toplayarak söz konusu yapıların onarılması için çalışıyorlar. Hangi yapının öncelikli olduğunu saptıyor, bunu dünyada kimlerin en iyi kotarabileceğini yetkili kurumlara sunuyorlar. Ellerinde kapsamlı bir yenileme projesi ile birlikte.

İlk durakları Küçük Ayasofya Camii.

Eğer olabilir de biz kendi işimizi kendimiz yaparız böbürlenmesini, dışarıdan gelen yardımları elinin tersiyle itmenin kahramanlık addedildiği bakış açısını ve aşılmaz bilinen Türk mevzuatını aşabilirlerse yapmak istedikleri bu.

İstanbul'un en önemli yapılarından biri olan Küçük Ayasofya Camii’ni yenilemek ve çevre düzenlemesini gerçekleştirmek.

Durmadan, üşenmeden buraya 'önemli' insanlar davet etmesinin, Mardin'den Diyarbakır'a, Edirne'den Rize'ye onlarla birlikte gezmesinin nedeni de bu.

Ne denir?

Allah sabır, bir o kadar da tuttuğunu kopartma azmi versin denir.


Zarımı doğru atmışım


P.S: Bu yazıları yazmaya başladığım gün karar verdim: Konuklarım beni nereye götürürse oraya gidecek ve karı koca konuk kabul etmeyecektim. Ne çağrıldığım yerlere gidip ister istemez övmek zorunda kalmak ne de kimi zaman da eşit olmayan kişilerden birini daha kalın kalem yazmak.

Bilirsiniz kimi zaman biri ağır basar diğeri mahzun bakar.

Ve gene bilirsiniz: Sahibini çok sevdiğiniz mekanın yemeklerini yiyemezsiniz.

Tarquin ve Zelfa ile karşılaştığımda zarımı hemen Zelfa'dan yana attım.

Durup düşündüğümde, ‘‘doğru yapmışım’’ diyorum.

Tarquin ilginç biri olmadığı için değil. Ama Zelfa bu satırlara sığmayacak özellikte bir kadın olduğu için.

Hani herkesin hayatı roman ya işte asıl onunki ırmak roman. Birbiri ardına gelen ciltler okunsa da ancak yarım yamalak anlaşılan.
Marmara Oteli’ne gelince o da ayrı bir yazı konusu. Bu kadar güzel bir oteli evde kalmış kızlar gibi görmekse ayrı bir hicran durumu.
Yazının Devamını Oku

Esma Paçal Turam'ın ahırdan bozma harika atölyesinde sangria içtik

23 Ağustos 2003
Kendisine de söyledim.<br><br>Beni bu sıcaklarda bir sen, bir de rahmetli İlhan Koman yerimden kıpırdatabilirdi dedim. Gökçebel'de ama yalıda değil, yukarıdaki köyde Esma'nın atölyesindeyiz.

Burası büyücek bakımlı bir bahçenin ortasında, oldukça alçak kapıdan girilen ince, uzun bir yapı. Eski bir ahırmış. Bundan birkaç yıl önce alıp onarmışlar. Evi de birkaç adım ileride. O da eski bir köy evi.

Kapının önünde üstünde el tezgahında dokunmuş örtüsüyle tahta topal bir masa ve dört iskemle var. Bir köşede de baş başa vermiş iki şezlong.

Başınızı eğip içeri girdiğinizde gözlerinizin loşluğa alışması için bir an duralıyorsunuz. Küçücük iki penceresi olan alçakgönüllü bir odadayız. Küçük pencereler saat akşamın 19.00'u olmasına karşın hálá kavuran ağustos sıcağının ve çiğ ışığın içeri girmesini engelliyor... Karşımda eski bir ocak. Köşede bir masa, bir bilgisayar, duvarlarda bir-iki káğıttan heykel. Esma'nın geçen yıl Galeri Apel'de açtığı sergiden elinde kalan bir-iki çalışma.

Girdiğimiz oda belli ki çalışma odası.

İnce uzun yapı birbirine geçen odalardan oluşuyor.

Diğer odalar atölye olarak düzenlenmiş. Bir ıslak, bir kuru atölye.

Islak atölyede kocaman bir yalak var. Eski ahırdaki yalak yenilenip olduğu gibi bırakılmış. Zaten bütün yenileme çalışmaları binanın özüne dokunulmadan yapılmış. Esma kendisinin sadece tavana yeni bir pencere açtığını bunun da heykel yaparken gereksindiği gün ışığı için elzem olduğunu söylüyor.

Islak atölye dediği yerde belli ki káğıt hamuruyla boğuşuyor.

Kuru atölyede de -ismi üstünde- yaptığı figürleri kurutuyor.

Bunun dışında, küçük bir mutfak, minnacık bir banyo, yorulduğunda uzanabileceği bir yatağın durduğu küçük bir oda daha var. Eşya yok denecek kadar az. Her şey o küçük pencerelerden giren akşam ışığında olağanüstü uyumlu.

Ama bu sade mekanı bu kadar uyumlu, huzurlu kılan şey bizzat Esma'nın varlığı.

YEMEK SEVDALISI HEYKELTIRAŞ

Esma Paçal Turam.

Onu ilk kez görüyorum. Ama adını çok duydum.

Geçen yıl Apel'deki sergisini gören arkadaşlarım bu sergiyi kaçırmamamı, mutlaka gezmemi, mümkünse kendisiyle de tanışmamı şiddetle tavsiye ettiler. Geçmiş gün, gene ne oldu, araya ne girdi şimdi hatırlamıyorum ama gitmedim, gidemedim.

Sonra elime serginin kataloğu geçti.

Daha kapağını açar açmaz vuruldum: Bembeyaz, yüzleri muğlak, ruhları çıplak insanlar. Bizim insanlarımız. Kimi yorulup bir banka oturmuş kimi rüzgára tutulmuş. Gelip geçenlere bakan, pencerelerden sarkan, yüksek sesle konuşan, sokaktakilere laf atan, derin sohbetlere dalan, dedikoduyu savsaklamayan, sıkılıp salıncakta sallanan, yıkadığı çamaşırları gevşek iplere asan, kısaca bekleyen, merak eden, geçip giden hayata katılmayıp dışarıdan izleyen insanlar.

Dedim ya bizim insanlarımız işte: Sokağa çıkar çıkmaz binlercesi ile karşılaştığımız, yüzlerini unutsak da ruhlarını tanıdığımız .

Kataloğa bakmayı bitirdiğimde Esma'yı bulmaya, onunla tanışıp o minnacık kağıt heykeller üstüne konuşmaya karar vermiştim bile.

Bilirsiniz Türkiye'de arandığında herkes bulunur. Herkesin ötekini tanıyan ortak bir arkadaşı vardır...

Ben de hem Esma'yı yakından tanıyan hem de onunla buluşmamı sağlayan bir arkadaşımı aradım: Oya Emerk'i.

Bir iki telefon konuşmasından sonra da işte Gökçebel'de bu eski ahırdan bozma harika atölyedeyim.

Esma kocaman bir sürahi sangria hazırlamış. İçinde şarabın rengini emmiş kıpkırmızı portakal dilimleriyle bir tutam taze nanenin yüzdüğü, İspanyolların bütün yaz kana kana içtikleri halde doyamadıkları ünlü içecekleri 'sangria'yı. Kırmızı şarabın portakal suyuyla tutuştuğu savaş ve ardından gelen barışı çağrıştıran içkiyi.

Laf lafı açtıktan, daha doğrusu lafın sonuna yaklaşırken onun sadece kağıda gönül vermiş çok yetenekli genç bir heykeltıraş değil, aynı zamanda iki kişilik yemeği bile şölen havasına büründürmekten hoşlanan, gittiği bütün yabancı ülkelerden şişe şişe soslar, yeni tatlar taşımaya üşenmeyen bir yemek sevdalısı olduğunu da öğreneceğim.

Atölyeleri dolaştıktan sonra fotoğraf çektirmek için verandaya çıkıp tahta masanın başına geçtik. Ve gecenin onuna kadar bir yandan sangria içip bir yandan heykelden, formlardan, mimariden, resimden, renklerden, Almodovar'ın ikimizi de sarsan filmlerinden, sevdiğimiz yazarlardan, okuduğumuz kitaplardan, hayattan, sevinçlerden, düşlerden, düşlediklerimizden, düş kırıklıklarından söz ettik.

İLK SERGİSİ ZARF VE MAZRUF

Esma 1963'te İstanbul'da doğmuş. 1987 yılında da Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nin Heykel Bölümü'nden mezun olmuş. 88'de aynı fakültede asistan.

2000 yılına yani üniversiteden istifa edip hem İstanbul Zekeriyaköy'de hem de burada Gökçebel'deki atölyelerine çekilip zamanının büyük bölümünü heykel yapmaya ayırmaya karar verdiği yıla kadar aynı fakültede öğretim üyesi olarak çalışıyor. Tezini hazırlıyor, bir de Heykel Bölümü'ne Kağıt Atölyesi kuruyor.

İşe önce bronz dökümle başlıyor. Sanırım hayatının dönüm noktası 1994'te bir burs kazanarak gittiği Salzburg'da Profesör Andreas Von Weizsacker ile tanışması. Orada hayatına kağıt giriyor. Hem de nasıl girmek? Beklenmedik bir tren kazası ya da ne bileyim insanı allak bullak eden, yola düşürüp, yoldan çıkaran bütün tutkular gibi. Esma ondan sonra tabiri caizse bir daha iflah olmayacak, gecesini gündüzüne katıp kağıt yoğurmaya başlayacaktır. Seka'dan binbir zahmetle bulunan kağıt hammaddesi atölyelere taşınacak, eleklerden geçirilip hayal dünyasının küçük figürlerine dönüşecektir.

İlk kişisel sergisi Zarf ve Mazruf'u Antalya'da açıyor. Falez Sanat Galerisi'nde. Bugün de hálá buradaki atölyede o sergiden kalan, satmaya kıyamadığı bir iki iş var. Her mektup aslında insanın kendine yazdığı bir mektuptur ya o da bu düşünceden yola koyulmuş: Mahpushane mektupları, aşk mektupları, ayrılık, sıla özlemi, yalnızlık, doğum, ölüm bildiren, yazanla yazılanın çakıştığı mektuplar. Onları almış, her birinin zarfına, bakar bakmaz içeriğini çözdüğünüz bir simge yerleştirmiş. Pullar bile mektup neyi anlatıyorsa onu anlatıyor.

İkinci sergi İstanbul'da. 1999'da Destek Reasürans Sanat Galerisi'nde.

Sonuncu da sözünü ettiğim gibi Galeri Apel'de. Nuran Terzioğlu'nun başka hiçbir galeriye benzemeyen özel galerisinde.

Bunun dışında elbette katıldığı yığınla karma ve uluslararası sergi var.

KAĞIT SANATÇILARI

Buluştuğumuzda ayağının tozuyla Cenevre'den gelmişti. Gözleri ışıl ışıl şimdi adını asla hatırlamadığım bir atölye çalışmasına katıldığından, bu toplantılarda insanı en çok etkileyen şeyin de dünyanın dört bucağından gelen kağıt sanatçılarının birbirleriyle kurdukları iletişim olduğundan söz etti: İşin püf noktalarını saklamayan, diğerlerini kıskanmayan, geliştirdikleri kağıt yapım tekniklerini ötekilerle paylaşan sanatçılar... Ve bu alışverişten doğan, insanı sarıp sarmalayan heyecan.

Orada başka bir kağıt sanatçısından bu güne dek bilmediği bir kağıt yapma yöntemi öğrenmiş. Eğer yolum düşer de Zekeriyaköy'deki atölyeye gidebilirsem söz verdi: Gösterecek.

Kendi kağıdımı kendim yapacağım.

Ya yeni öğrendiği ve oldukça basit olduğunu söylediği bu yöntemle ya da belli mi olur ne zamandır düşlerine giren küçücük bir kağıt makinesiyle. Alabilirse eğer bir Hollender Biter'le.

Ben giderim gidemem, hiçbir zaman yazmadığım, yazamayacağım mektuplarım için kendime renkli ham kağıtlar yaparım yapamam orasını bilmiyorum ama bir şeyden eminim: Esma'nın yolculuğu uzun.

Önünde bıkmadan usanmadan yapacağı kırk fırın kağıt, içinden geçenleri anlatmak için yoğuracağı binlerce figür, açacağı bir dolu sergi var.

Ayrılırken bana herkesin kolaylıkla yapabileceği bir yemek tarifi vermesini rica ettim. Yurtdışından taşıdığın gizemli tatlardan olmasın, olabilirse senin insanlarının yapabileceği bir tarif olsun dedim. Ertesi gün eve küçük bir zarf geldi. Önce incelikli bir teşekkür, altında anneannesinin, tadı onun ve yiyenlerin damağında kalan ünlü kuzu kavurmasının onun hünerli ellerinde biçimlenmiş hali.

ESMA PAÇAL TURAM'IN MUTFAĞINDAN

KUZU KAPAMA

Malzemeler: 2 adet kuzu kolu, 1 demet nane, 1 demet taze soğan, 1 tutam taze kekik, 8 sap biberiye, 2 büyük kıvırcık salata, 5 diş sarmısak, 1/2 kilo arpacık soğanı, 1.5 bardak kırmızı şarap, taze karabiber, kaya tuzu.

Tuzla ovduktan sonra kapağı kapanabilir fırın kabına temizlenip yağları alınmış kuzu kollarını yerleştirin. Aralarına sarmısağı, arpacık soğanlarının yarısını ve tane karabiberleri serpiştirin. Kuzunun üstü kapanacak şekilde nane, doğranmış taze soğan, kekik, biberiye koyun. Kalan sarmısaklarla arpacık soğanlarını da ekleyin. Sonra kıvırcık salatanın tamamıyla etleri kaplayın. Şimdi şarabı koymanın zamanı.

Önceden 175 derecede ısıtılmış fırında, hazırladığınız yemeği 1 saat kadar pişirin. Bu sırada et suyunu salacaktır. Fırının derecesini 140-150 dereceye düşürüp ağır ısıda şarap ve et suyu eti karamalize edene dek yavaş yavaş, yaklaşık üç dört saat daha pişirin.

Yanına haşlanmış balkabağı ya da havuç ve mutlaka yeşil renkte bir ikinci sebze ekleyerek pilavla birlikte servis yapın. Yemeğin tadı kadar tabaktaki duruşu, özellikle de renkleri harika olacaktır.

Aynı tarif ocakta çelik tencereyle de yapılabilir.

Afiyet şeker olsun.

(Böyle yazmış. Benden iletmesi, sizden denemesi.)
Yazının Devamını Oku

Goran Bregoviç hüzünlü biri hem de hüznün yakıştığı biri

16 Ağustos 2003
Belki bir yerlerde annesinin Sırp, babasının Hırvat olduğu ve Bosna Hersek tutuşurken içi yana yana o tapraklardan gittiği de yazacak. Ama hangi kuru bilgi bana Goran Bregoviç'in gözlerindeki hüznü açıklayacak? Bodrum'a gittiğim günden beri Antik Tiyatro'yu görmek istiyordum. ‘‘Goran Bregoviç geliyor’’ dediler. ‘‘Bir gece konser verecek.’’ İşte ona gittim. Gene gözlerinde o derin hüzün var. Sağdan soldan konuşuyoruz. Hálá Paris'te. Hálá film müzikleriyle uğraşıyor.

Hakkında ne biliyorum? Hemen hemen hiçbir şey.

Ya da hemen hemen herkesin bildiklerini.

Şimdi elimin altında kitaplarım olsa, içlerinden müzik üstüne yazılmış bir ikisini çekip çıkarsam, G harfine -hayır- B harfine gelip dursam, büyük bir olasılıkla karşıma şu kuru bilgiler çıkacak: Yugoslav olduğunu, Yugoslavya'nın bizim bildiğimiz Yugoslavya olduğu yıllarda Saraybosna'da doğduğunu, şimdi kırklı yaşlarının sonunda, hadi bilemediniz ellili yaşların başında olduğunu, müziğe çocukluğunda keman çalarak başladığını, 16 yaşına kadar aralıksız keman çaldığını, 70'lere gelindiğinde kemandan ve bu ağır enstrümanın yüklediği bütün anlamlardan yorulan her yeni yetme gibi bas gitara başladığını, bir rock grubu kurduğunu, çok geçmeden kanı bitli bütün genç müzisyenler gibi kavga edip ilk göz ağrısından koptuğunu, hangi şehirlerin hangi kulüplerinde saat kaçlara kadar hangi koşullarda çaldığını, sonraları, 80'lerin başında kurduğu BİJELO DUGME adlı grubun alıp başını gittiğini, Bijelo Dugme'nın anlamının da Beyaz Düğme demek olduğunu, bugüne dek yaklaşık 14 albüm çıkartıp 15 milyonluk bir satışa ulaştığını, gençlik arkadaşı Emir Kusturica'nın filmlerine yaptığı müzikle adının bütün Avrupa'da duyulduğunu, ününün Yugoslavya'nın sınırlarını aştığını, her ne kadar rock müziğine gönül vermişse de gençlik yıllarından beri ülkesinin etnik müziğini ve folklorunu incelediğini, yaptığı müziğe bu sesi bu tınıyı kattığını, zaten uluslararası ününün biraz da bundan kaynaklandığını, sözlerini yazdığı şarkılar bestelediğini, kimi zaman çalıp kimi zaman söylediğini, aynı zamanda da büyük bir yapımcı olduğunu öğreneceğim.

Sonra?

Elbette yaptığı film müziklerinin, satış rekorları kıran albümlerinin adı karşıma çıkacak.

Belki bir yerlerde annesinin Sırp, babasının Hırvat olduğu ve Bosna Hersek tutuşurken içi yana yana o topraklardan gittiği de yazacak...

Ama söyleyin, hangi kuru bilgi bana Goran Bregoviç'in gözlerindeki hüznü açıklayacak?

Evet, kim ne derse desin, yaptığı müzik kulaklara ne denli şakrak gelirse gelsin Goran Bregoviç benim için hüzünlü biri.

Hem hüzünlü hem de hüznün yakıştığı biri.

BOSNA'NIN KAVRULDUĞUGÜNLERDE TANIŞTIK

Onunla topu topu iki kez karşılaştım.

Biri, yıllar önce kendisi henüz bu topraklarda bu denli tanınmazken Ece'nin Kuruçeşme'deki meyhanesinde, diğeri de geçen gece Bodrum Antik Tiyatro'nun kulisinde.

Ece'de sanırım Sezen Aksu'nun davetlisiydi. Birlikte bir albüm yapmaya karar vermişler, o da birkaç günlüğüne İstanbul'a gelmişti. Üst katta, yeşillikler içinde bara oturmuş, bir yandan içmiş bir yandan konuşmuştuk.

Bosna'nın kavrulduğu günlerdi.
Kimse geleceğin ne getireceğini göremiyor, herkes aklı erdiğince bir şeyler söylüyordu.

Ortalık toz dumandı.

Biz konuşuyorduk o susuyordu. Kimseye hava hoş değildi ama onunki boğucuydu.

Kalkmış, Paris'e yerleşmişti.

Oysa geçmişi ordaydı, akrabaları orda, canları orda.

Ve yoluna baş koyduğu müziği orda.

Bilmiyorum doğru mu hatırlıyorum? O yıllarda yolları Emir Kusturica ile ayrılmış gibiydi. Galiba o kıyamet içinde ayrı yerlere savrulduklarını söylemişti.

Bilmiyorum gene doğru mu hatırlıyorum?

Kuşlardan, göçmenlikten, göçebelikten söz etmiştik. Bir de sürgünden. Gönüllü olanından.

Bilmiyorum hatırlıyor muyum yoksa yakıştırıyor mu?

An gelmiş, gözleri dolmuştu.

Hüznü sanırım o gece ona yakıştırdım: Ben Goran Bregoviç'i ilk böyle tanıdım.

Ve sevdim.

Ve müziğini dinledim, konserlerine gittim.

Bodrum'a geldiğim günden beri Turkcell'in

-nasıl denir?- katkılarıyla yenilenen, tozlu çehresi değişen, Antik Tiyatro'ya gitmek istiyordum.

Gündüz ortalık sarı sıcağa kesmişken değil; yani sıcağa aldırmadan gezen deli turistler gibi değil.

Gece el ayak çekildiğinde, iç sesimi yıpranmış merdivenlere, yılların, yüzyılların hayalet seyircilerine mehtap eşliğinde haykırmak için de değil.

Yani Ali Poyrazoğlu'nun kitabında yazdığı ve açılış gecesine giden herkese anlattığı gibi yaban saatlerde yapayalnız kendimle hesaplaşmaya da değil; sadece görmeye ve dinlemeye.

Hemen her hafta birkaç tane düzenledikleri ve Yıldızlı Turkcell Geceleri adını verdikleri konserlerden birine.

Ama olmadı.

Üstelik davetliyken ne açılış gecesine ne de daha sonraki konserlere gidebildim.

‘‘Sonra Goran Bregoviç geliyor’’ dediler; ‘‘Bir gece, tek bir gece konser verecek.’’

İşte ona gittim.

ANTİK TİYATRO'DA KONSERE BEŞ KALA

Kapıda Necla Zarakol. Eski arkadaşım. Bütün bu konserleri, Turkcell'in etkinliklerini o organize edermiş. Ama tutup bana söylemezmiş. O öyledir. Kendisi için bir şey isteyemez, hep verir.

İçeride Mustafa Oğuz beni bekliyor.

Kulise girip yıllar öncesinden fırlamış gelmiş biri olarak Goran'ın beni tanımasını, üstelik tam da konser öncesi oturup sohbete dalmasını bekleyemem.

Aracı şart.

Ayağında sandaletleri, komando pantolonu, elinde hayatımda şimdiye kadar görmediğim küçük bir alet, gitarını akort ediyor.

Gene yüzünde o kırık gülümseme, gene gözlerinde o derin hüzün var.

Sağdan soldan konuşuyoruz.

Hálá Paris'te. Hálá film müzikleriyle uğraşıyor. Hálá konser veriyor.

Önümüzdeki yıl İtalya'da tiyatro yapacağını söylüyor. Kendi yazdığı, müziklerini bestelediği bir oyun oynanacakmış. Rolü var mı diye sormayı unutuyorum. Biraz daha konuştuktan sonra çıkıyorum.

Sahne insanlarını sahneye çıkmadan yalnız bırakmak gerekir. O kadarını biliyorum.

Antik Tiyatro'nun basamaklarına oturup, karşınızda ışıl ışıl ışıldayan kaleye bakmak, hele hele tepenizde dolunay olmasına ramak kalmış bir ay varsa zaten kendi başına bir gösteri.

Bekliyoruz.

Biraz sonra yerel kıyafetler giymiş üç vokalist yerlerini alıyor. Üçünün de başında çiçekler.

Yedi tane üflemeli çalgı çalan bir örnek giyinmiş müzisyen arka sıraya geçiyor.

Sonra şovun bel kemiği, dövmeli, at kuyruklu iri yarı davulcu geliyor. Daha önceki konserlerden tanıyorum: Hem çalacak, hem söyleyecek, hem coşturacak.

Herkes hazır. Biz de.

Beyaz takım elbisesinin altına Fas işi parlak babuşlar giymiş Goran sahneye çıktığında, alkışlar, alkışlar...

Ve iki saat sürecek şölen başlıyor.

Tek kelimesini bile anlamadığımız bir dilde söylenen şarkılar bunlar. Gene de herkes özellikle de nakarat bölümlerinde diline takılanları söylemeye çalışıyor.

Bir şarkı, bir şarkı daha derken, káh susup dinler, káh coşup eşlik ederken konserin sonuna geliyoruz.

Bitti.

Müzik sustu.

Haldun Taner'in o ünlü tiradındaki gibi seyirciler gitti. Bu kez replikler değil ama notalar kendi dünyalarına çekildi. Biliyorum birazdan her biri başını bir köşeden çıkartıp bu kez sadece kendileri için çalacak.

Ay iyice yükseldi.

Yazar ne demiş?

‘‘Ay Büyürken Uyuyamam.’’

Ben de uyuyamam. Bir de yüreğimde davul atıyorsa hiç uyuyamam.

Çıkıp kekik kokularını içime çeke çeke yola koyuluyorum.

Evin yolunu tutuyorum.
Yazının Devamını Oku

Philippe tutkal gibi adam onun gelmesiyle hepimiz yeniden bir araya geldik

9 Ağustos 2003
1980 yılında Ankara'nın kasvetli, kuralcı, yapay, neyin neden önemsendiğinin asla anlaşılmadığı, birini sevip dostluk kurmanın neredeyse imkansız olduğu, uzun süren yemeklerin, soğuk geçen sohbetlerin, yalan gülümsemelerin, çıkar ilişkilerinin, süslü ama kapalı konuşmaların, gizli işbirliklerinin, açık oyunların oynandığı; hayattan ve şehirden kopuk Büyükelçilikler dünyasına, uzaktan bakılınca o güne dek gördüğümüz diplomatlara hiç mi hiç benzemeyen bir adam göktaşı gibi düştü. Siyah bıyığına inat kırlaşmış sakalı, elinden düşürmediği piposu, altı çocuğu, yığınla kedisi, on binden fazla kitabın dizili olduğu söylenen müthiş kütüphanesiyle Ankara'ya adım attığı gün şehrin fısıltı haberlerinde manşete oturan bir adam.

Uzun boylu, baykuş bakışlı.

Philippe Baude: Fransız Elçiliği Müsteşarı.

Philippe bir an önce bu sevimsiz başkentten ayrılıp daha uygar ülkelere atanmanın yolunu gözleyen diğer elçilik çalışanlarına benzemiyordu. Herkesin şark hizmeti olarak gördüğü bu şehri sanki sevmiş gibiydi.

İlk işi artık ezbere bildiği bu yapay dünyanın sınırları içinde dolaşmaktansa dışarıda yaşayan insanlarla ilişki kurmaya çalışmak oldu: Yani bizlerle.

Gazeteciler, öğretim üyeleri, yazarlar, ressamlar, galeri sahipleri, müzisyenler, kıyı bucak adamlar, uzlaşmazlar, aykırılar, o güne dek bir yabancının evine adım atmamış olanlar ve elbette bütün güzel kadınlar evinin doğal konukları oldular.

Çok zorunlu olmadıkça Elçilik'teki kakavan davetlere katılmaz, evinin kapısını tanıdığı herkese açardı.

Akşam saatlerinde tam da yemek vakti en az bir buçuk saat elektriklerin kesildiği, benzin kuyruklarında ömür tüketilen, röntgen filmi ve çocuk mamasının karaborsada bulunabildiği, Sana'sız, Rama'sız, Türk kahvesiz, sokağa çıkmanın, hele hele gün battıktan sonra sokaklarda yürümenin yürek istediği günler. Sıkı düzen, düzensizlik, korku ve cesaret yılları.

Önce ona kuşkuyla baktık. Bu da doğal.

Kuşku o yılların elde var biriydi.

Her duyguya o eşlik ederdi.

Sonra yavaş yavaş alıştık, anlattığı uzak ülke anılarını masal gibi dinledik, sunduğu şarapları afiyetle içtik, verdiği kitapları bir solukta okuduk, yaşadığı aşkların gizli tanığı olduk.

ÜÇ EVLİLİK, ALTI ÇOCUK

Dört yıl sonra Ankara garından kalkan bir trene bindiklerinde, perona sıralanmış en az elli kişi hep birlikte el sallıyor ve ağlıyorduk.

Bu kadarı bile onun özel bir adam olduğunu anlatmaya yeter. Ama ne yazık ki Philippe sadece bu kadar değil. Onunki kısa bir gazete yazısına sığdırılabilecek bir hayat değil: Üç evlilik, altı çocuk, yığınla aşk, birbirine zerre kadar benzemeyen ve akıcı konuştuğu on dil. Yaşadığı onlarca ülke. Tanıdığı binlerce ilginç insan ve sevdiklerini hep seven vefalı bir adam.

Türkiye'den sonra adını söylediğinde uzun uzadıya atlasta arayıp bir türlü bulamadığımız bir ülkeye gitti: Vanuatu'ya.

Sonra da Avusturalya'ya.

Gittikten sonra, buraları unutmadı. Türkler asla cevap yazmazlar dediği karşılıksız mektuplarını düzenli olarak yazdı. Sevdiği kimseyle ilişkisini kopartmadı.

Fırsat buldukça buraya döndü.

Daha önce keşfettiği, yaz tatillerini geçirdiği, dünyanın dört bir yanından gelen arkadaşlarını konuk ettiği evleri kiralamaya devam etti.

Ve uzun bir aradan sonra bir ay geçirmek için yeniden geldi.

Philippe tutkal gibi.

Onun gelmesiyle hepimiz yeniden bir araya geldik. Önce İstanbul'da sonra Akbük'te sonra Bodrum Gölköy'de.

İşi olan işini astı, niyeti olmayan izin kullandı, sevdiği yemekler yapıldı, getirdiği kitaplar okundu, lavantalar raflara kondu; maksat birlikte olmaktı.

Birlikte olmak ve onu dinlemek: Allah için konuşkan.

Philippe, sabah gözünüzü açtığınızda ‘‘görmüştü’’ ile ‘‘görmüştür’’ arasındaki farkı soracak kadar renkli, Türkçe rüyalara dalan biri.

İstanbul'dan sonra yeni eşine bu çok sevdiği ülkeyi göstermek için çıktığı geziden mutlu döndü. Uçhisar'a bayılmış. Konya elbette eski Konya değilmiş ama kötüye doğru gitmemiş. Zaten havasında Mevlana solunan bir yer nasıl kötüye gidermiş? Antalya'yı bıraktığından çok farklı bulmuş. Büyük, güzel bir şehir olmuşmuş. Yol boyu yediği gözlemeler, içtiği ayranlar ve elbette yurdum insanları; her biri aynı adresi farklı tarif eden ve her biri gerçekten yardım etmeyi seven. Sıcakkanlı, sevecen insanlar onu bir kez daha şaşırtmış.

Kaş, Kalkan güzeldi dedi. Ama Side? Nasıl kaçtıklarını bilememişler. Bir de betona kesmiş Alanya: Hüsran.

Sonra sıra Bodrum'a geldi.

TÜRKBÜKÜ'NÜN UCU TAMPA

Geldiklerinin ertesi günü onları alıp Gölköy çıkışındaki Tampa'ya götürdüm.

Tampa olmadan Maça Kızı Ayla'nın yeri olarak bildiğimiz ama bizler için hep Philippe'in yazlık evi olarak kalacak olan, büyük bahçesi set set denize inen, yıldızsız gecelerde ferah fersah yüzdüğümüz, merengiç ağaçlarının gölgesinde içkiler içtiğimiz, ava gidip yaban domuzu vuran köylülerin her gece kapının önüne bir yaban domuzu bıraktıkları, domuz yemekten fenalık geçirdiğimiz, Philippe'in uzak diyarlarından gelen arkadaşlarına buralara yolu düşmüş felsefecilerin aşık olduğu, aşkın tarifinin Aragon'un şiirleriyle yapıldığı, ‘‘Mutlu Aşk Yoktur’’ nidaları atıldığı halde mutlu olunan, hamaklarda uyunup sivrisinek muhabbetiyle uyanılan o eve.

Eski Bizans kilisenin yıkıntısının bir bekçi gibi evin girişini kolladığı, benim için bu yörenin en güzel evine.

Akgün Bey ve karısı büyük bahçelerine yaptırdıkları ikinci evlerine çekildiklerinden beri, eski evi kiraya veriyorlar. Philippe'lerden sonra evi bir-iki yıl boyunca buralara kadar gelip koyun güzelliğine vurulan yabancılara kiraladılar. Sonra akacak kan damarda durmaz misali yörenin gidişatına ayak uydurdular. Her tuttuğunu güzel yapan Ayla, Torba ve Bodrum'dan sonra buraların öğlen mercimek salatası, semizotu, hindiba, karpuz ve ızgara köfte yenilen açık büfeli ilk plajını açtı. İskelesine büyük yastıkların atıldığı, sabah gelip gece çıktığınız ilk plajını. Sonra o ileriye, Türkbükü'nün ucuna taşındı. Şimdi orada ikamet etmekte.

Bu güzel ev bu yıl Tampa olarak hizmet vermekte. Emre Ergani ve Ersoy Çetin'in Tampa'sı.

Kapıdan girer girmez, farklı bir yere geldiğinizi anlıyorsunuz.

Ağaçlar, ilk sette, incik boncuk, mayo, bikini satan bir butik, karşısında elzem yerler.

İkinci set, yani bizim bahçede uzun bir bar ve lokanta var. Sağa sola serpiştirilmiş hasır yataklar, uçta da cibinlikli bir yatak. Bir de rahat puflar.

Sonra deniz kıyısına iniyorsunuz.

Kocaman bir iskele, kurulduğunuz anda kalkmayacağınız şezlonglar, şemsiyeler.

Orada da bir bar.

Avaz avaz çalan insanı canından bezdiren bir müzik yok.

Öğle yemekleri için pideler, salatalar, ızgara köfte, meyveler var.

Akşama doğru da insanın içmezse rahat edemeyeceği rengarenk buzlu içki servisi.

Çok yazıldı çok söylendi. Tampa pahalı dendi, bir İstiklál Marşı savaşından söz edildi.

Orasını bilmem.

Biz gittiğimizde ne hıncahınç doluydu ne üstüne ölü toprağı serpilmiş gibiydi.

Birbirlerini taciz etmeyen kendi halinde insanlar, yemek yiyor, yüzüyor, kitap okuyor, güneşleniyorlardı.

İskeleye geçtik, Philippe'in bayıldığı pidelerden söyledik. Birkaç bira birkaç ayran. Elbette bol su.

GÖLKÖY ANILARI

Hava sıcak, kendimizi denize attık ve eski günlere daldık.

‘‘Philippe’’ dedim; ‘‘Gölköy'le ilgili en ilginç anıların neler? Ben hemen hemen hep buralarda yaşadım. Yirmi yılda değişenleri hem görüyor hem göremiyorum.’’

Bana çamaşıra giden kadınları anlattı: Bu evi kiralayıp da buraya geldiği yıl başında sepetleriyle çamaşıra giden kadınlar dikkatini çekmiş. Aralarından birkaçı, ‘‘Yıkanacak çamaşırlarınız varsı götürür yıkarız’’ bile demişler. Her gün evin önünde başlarında sepetler içinde yıkanacak çamaşırlar bir yere gidiyorlarmış. Bir-iki gün sonra Philippe dolaşmaya çıkmış. O zamanlar Gölköy'ü şimdinin, bildiğimiz Gölköy'ü değil. Kıyı boyu giden toprak bir yol ve önleri sütunlu, eski evler. Yürürken her evin balkonunda o yıllar için fazla lüks çamaşır makinelerinin aralıksız çalıştığını görmüş: Şalap şulup, şalap şulup.

Merak etmiş. Bir yanda çamaşıra giden kadınlar bir yanda aralıksız çalışan çamaşır makineleri.

Sormuş: Meğer o makineler yoğurt, yağ yapmak için kullanılıyormuş.

Temizlik, hálá elde fırçalarla çarşaf yıkayan kadınlara emanetmiş.

Bir de avcı hikáyelerini hatırlıyor: Sabah erken saatlerde köyün avcıları, fişekler, tüfekler, dize kadar çıkan çizmeler ava giderlerdi diyor. ‘‘Bir gün ne avına gittiklerini soracağım tuttu. 'Ava değil balığa gidiyoruz' dediler. Merak edip peşlerine takıldım. Eski Gölköy'de, şimdilerde tamamen kurusa da bir zamanlar göl olan o yerde, tam teçhizatlı adamlar, suyu çekilmiş gölün üstündeki birkaç kayaya çıkıyor, geçen balıklara nişan alıyor ve sektirmeden vuruyorlardı. Birlikte geldikleri torun tosun da, iki kaşının arasından vurulup ne olduğunu anlamadan öbür dünyayı boylayan balıkları topluyorlardı.’’

Tüfekle balık avını bir tek bu ülkede gördüğünü söylüyor.

Ve buna benzer bitmeyen hikáyeler anlatıyor.

‘‘Yazacaksan bunları yaz’’ dedim. ‘‘Hep korktuğun gibi kimsenin ilgilenmediği eski günleri anlatmaktansa bunları anlat.’’

‘‘Söz’’ dedim. ‘‘Hele bir yaz, çevirmesi benden, yayınlaması da tanıdığın ve sevdiğin yayıncılardan.

YK Yayınları'ndan kitap olarak çıkabilir.

Hatta tefrika olarak bile yayımlanabilir.

Nerede mi? Elbette Hürriyet'te.
Yazının Devamını Oku