‘‘Başıma böyle bir şey gelmez, daha gitmeden küçük çaplı bir araştırma yaparım’’ derseniz, haklısınız: Ben yapamadım. Çünkü Beyaz Geceler efsanesinin peşine takılıp Moskova'ya gideceğimi son dakikaya kadar ben de bilmiyordum.
‘‘Kaldığım Otel'in çalışanlarına danışırdım’’ derseniz, onda da haklısınız. Ben de öyle yaptım, sordum: Önce Kızıl Meydan'a gitmeli ve yanı başındaki Kremlin Sarayı'nı gezmeliymişim.
Lenin'in mozolesini ziyaret etmeli, Gorki Parkı’nda dolaşmalı, şehri kuşbakışı gören Moskova Üniversitesi'nin olduğu tepeye çıkmalı, Arbat Sokağı’nda canımın çektiği bir yere oturmalı, gelen geçeni izlerken buz gibi biramı içmeliymişim.
Sonra, mutlaka ve mutlaka dünyaca ünlü Moskova Metrosu'na binmeli, Türk olduğuma göre Nazım Hikmet'in mezarının da bulunduğu mezarlığı gezmeliymişim.
Otelimiz şehrin merkezinde: Metropol Oteli. Kapıdan çıkar çıkmaz metroya binebilir, üç durak sonra inebilir, yürüyerek Kızıl Meydan'a gidebilir, yoluma oradan devam edebilirmişim.
Demesi kolay.
İstediğiniz kadar içgüdülerine güvenen deneyimli bir gezgin olun, karşınızda aşılması güç bir engel var: Kiril Alfabesi.
Örneğin, Pectopah sözcüğünün Restoran anlamına geldiğini anladığınızda iş işten geçmiş, siz yol üstünde gözünüze kestirdiğiniz ilk seyyar satıcıdan karnınızı doyurmuş oluyorsunuz.
Hadi bu neyse de hiçbir cadde adını okuyamıyorsunuz. Yoldan geçen yardımsever Ruslar da yardımınıza koşamıyor. Aynı dili konuşmuyorsunuz. Kısaca eğer elinizde ayrıntılı bir şehir haritası yoksa benim gibi kayboluyorsunuz.
Yabancı bir şehirde kaybolmak da iyidir; insan düşünmeden gezinir, şehrin kokusunu koklar. Ama önünde o şehri gezebileceği birkaç gün daha varsa bunu yapar.
Açıkçası Moskova'nın oldukça sevimsiz bu arka sokaklarında dolaşmaktansa, oteldekilerin bütün turistlere önerdiği klasik şehir turuna katılmalıymışım.
Artık çok geç.
Bir kitapçı bulup Moskova'yı tanıtan bir kitap almaya karar verdim.
Ama bu şehir her köşebaşında bir kitapçıya rastlanılan bir şehir değil. Olur da bir tane kitapçı bulursanız orada da derdinizi anlatmanız kolay değil.
Uzun süre bekliyor ve yanınıza yanaşıp ne aradığınızı sorduğunu tahmin ettiğiniz kişiye önce Moskova diyor, sonra raflardaki kitapları gösteriyorsunuz. Bir de dilinizin döndüğü bütün dillerde
‘‘Moskova üstüne bir kitap aradığınızı’’ söylüyorsunuz.
Sonunda biri sizi anlıyor ve her birinin üstünde Moskoba yazan irili ufaklı yüzlerce kitabın olduğu bölüme götürüyor.
Moskoba demek yandınız demek.
Eminim aralarında Moskova üstüne yazılmış doktora tezleri bile var ama kitapların hepsi Rusça.
Kaderinize küsüp çıkarken gözünüze Vizotski'nin CD'leri ilişiyor. Birkaç tane alıp seviniyorsunuz.
Şansım yaver gitti.
Biraz gezindikten sonra tezgáhında matruşka bebekler, Gorbaçov ve Putin büstleri, Bush karikatürleri, boy boy komik votka kutuları, madalyalar, kartpostallar satan bir sokak satıcısında Moskova haritası buldum. Hem de Latin alfabesiyle basılmış olanı. Açtım, nerede olduğumu anlamaya çalıştım. Satıcı halime acımış olmalı ki iri parmağını bulunduğumuz noktanın üstüne bastı.
Bundan sonrası kolay.
Ver elini Kızıl Meydan.
HEYKELİ YIKILMAYAN TEK KAHRAMANKızıl Meydan bildiğimiz Kızıl Meydan. Bildiğimiz derken bunca yıldır filmlerde izlediğimiz, ucunda soğan kubbeli renkli kilisenin olduğu, çevresinde birbirinden güzel dükkánların bulunduğu o devasa meydan. Binlerce turist ve ondan da çok taşradan gelmiş Rus öğrencilerle dolu.
Yanı başında da Kremlin'in duvarları.
Kremlin Sarayı sayısız çarın taç giydiği, şimdilerde Putin'in karargáhı olan görkemli saray. Aynı zamanda hükümet binası olduğu için her yerini istediğiniz anda gezemiyorsunuz ama Hazine bölümü her gün açık.
Ve önünde insanı karamsarlığa sürükleyen bir kuyruk.
Ama beklemeye ve gezmeye değer.
İçeri girdiğiniz anda, karşınızda Çarlık döneminin bütün ihtişamı.
Nasıl desem? Çarın arabasını çeken atların koşum takımları bile nice imparatorun tacından daha tumturaklı.
Lenin'in girişinde meşalelerle çevrili, zıpkın gibi Rus askerlerinin nöbet tuttuğu granitten yapılmış mozolesi hem çok sade hem çok etkileyici.
İçerisi loş.
Yüksekçe bir katafalkın üstünde Lenin yatıyor. Mum benizli, seyrek sakallı minnacık bir adam.
Bu ülkenin tarihini değiştiren ve heykeli yıkılmayan tek kahraman.
Öğlen oldu, hem acıktım hem susadım.
Ya Arbat Sokağı'na gidecek ya da Kızıl Meydan'ı kulağında Becaud'nun o enfes şarkısı Nathalie ile dolaşmış ve kendi payına da belki bir Nicolai düşer hayallerine kapılmış biri olarak Puşkin Kahvesi’ni arayacağım.
Önüme gelene kahvenin adresini sordum. Kimse bilmiyor.
Arbat Sokağı’na da gittim, Moskova metrosuna da bindim. Yan yana mezarlarda yatan Raisa Gorbaçov ve Nazım'ın mezarlarını da gördüm. Sonra otele döndüm.
Cebimdeki tek telefon numarasını çevirdim: Andrea'yı aradım.
Andrea yılın birkaç ayını Moskova'da geçiren yarı İtalyan yarı Rus genç bir adam. Bir arkadaşımın arkadaşı. Bu sıralar Moskova'daymış. Akşam yemeği için Puşkin Kahvesi'nde benim için yer ayırttı.
Ne demişler? Azmin elinden bir şey kurtulmazmış.
Bütün gün aradığım kahve de, şehrin göbeğinde, otelimin elli metre ilerisindeymiş.
Kapıdan girer girmez sizi meşe ağacından oymalı bir bar ve ister inanın ister inanmayın adı Nicolai olan yaşlı bir barmen karşılıyor.
Nicolai sular seller gibi konuştuğu Fransızca'nın yanı sıra kırık dökük İngilizcesi'yle de müşterilerini votka konusunda yönlendiriyor.
BİR RUS ÖLSE AĞZINA STANDART SÜRMEZMİŞDenediğim çeşitli votkalar arasında
‘‘Russian Standart’’ bana içimi en kolay olanı geldi. Nicolai biraz da küçümseyerek nedense bu sıradan votkayı bütün yabancıların beğendiğini söyledi.
Bir Rus, ölürmüş de ağzına bu votkayı sürmezmiş.
Üç katlı Puşkin Kahvesi’nin birinci katında bar ve lokanta, ikinci katında kütüphaneden devşirilmiş, rahat deri koltuklara gömülüp derginizi okurken içkinizi içebileceğiniz bir salon, üçüncü katında da Moskova'yı ucun ucun gören çiçekler içinde bir teras var.
Ben terasa çıktım. Yaz gecesi ağır kaçacağını bile bile votka eşliğinde yemek için havyar ve blini ısmarladım.
Olur da bir gün yolunuz Moskova'ya düşerse ne yapın ne edin yüzyıl başında bütün Rus aydınlarının uğrak yeri olan, şimdi de Moskova'nın en iyi yemek yenen adreslerinden biri sayılan Puşkin Kahvesi’ne gidin. İnanın bu zahmete değer.
Fiyatlar makul, mekán olağanüstü. Üstelik içeride bir tane bile
‘‘yeni Rus’’ yok.
Yeni Ruslar
Sovyetler Birliği dağılırken bu süreç öyle hızlı gelişmiş ki, tutan tuttuğunu koparmış. Tuttukları para, tutundukları da genellikle iktidarmış.
Bugün Rusya'da
‘‘Yeni Rus’’ diye birilerini gösterdiklerinde o kişinin servetinin elli milyon dolardan başladığını söylüyorlar. Bir de mutlaka mafyayla bir ilişkisi olduğunu.
Gerçekten de sokaklarda sık sık bu tiplere rastlıyorsunuz. Altın Rolex'li, altın kolyeli, bağrı açık gömlekleriyle dolaşan
‘‘Siyah giymiş adamlar.’’
Ama beni en çok gri metalik Mercedes kullanan sarışın bir kadın şaşırttı. Mercedes, fuarlarda sergilenen, sipariş üstüne yaptırtılan uzay modellerinden. O kadar çaprıcı ki dönüp bakmadan duramıyorsunuz.
Ama o da ne?
Arabanın üstü orijinalliğini korurken altı sahibesinin ve araba ressamının zevki doğrultusunda bir Amazon ormanı olmuş çıkmış: İri dallar, renkli çiçekler arasında Tarzan, Jane ve Çita size gülümsüyor.
Dilim tutulmuş öylece kalakalmışken, sarışın arabadan indi.
Üstünde fıstık yeşili bir takım: Fıstık yeşili takıma da itirazım var ama bir de silme gelincik işlemeli olduğunu görünce itirazım yerini dehşete bıraktı.
Nasıl desem? Gözünüzün önüne nisan ayında gelinciğe kesmiş Amik Ovası'nı getirin. Ondan da ince uzun bir şerit kesin. Bir de başına Sophia Loren'in Hazır Giyim filminde giydiği şapkayı geçirin.
Elbette kırmızı.
Meğer her
‘‘yeni Rus’’ saat sabahın kaçı olursa olsun böyle giyinir, binlerce dolar maaşla tuttukları ressamlara arabalarını boyatırmış. Gittikleri her yerde para saçarlarmış.
Anlaşılan Rusya'da sonradan görmelik elli milyon dolardan başlıyor. Peki burada, İstanbul'da sizce kaç liradan başlıyor?