Figen Batur

Ne takı konuştuk ne de antika, çıtır balığımızı yedik usul usul

26 Nisan 2003
Hayatımın on beş yılı Kapalıçarşı'da geçti.<br><br>Kapalıçarşı'nın iki yüzü vardır: Biri herkese gösterdiği ışıltılı yüzü biri de herkesten gizlediği karanlık yüzü. Nuruosmaniye kapısından girenler, altın karşılığı kiralanan dükkánlarla karşılaşırlar. Vitrinlerinde birbirinden değerli takıların, zümrütlerin, yakutların, pırlantaların nadide antikalarla façalı elmasların sergilendiği, önlerinde derdini her dilde anlatan çığırtkanların bağrıştığı, masasıyla kasası arasına oturmuş patronların işler kesatsa surat astığı, açıksa güller saçtığı dükkánlardır bunlar.

Parası olanları, pırıltıya bayılanları biraz da bu işlerden fazla anlamayanları cezbeden bir dünyadır bu.

Kapalıçarşı'nın ışıltılı dünyası.

Kimilerinin güzergáhları farklıdır. Caddede biraz oyalandıktan sonra arka sokaklara sapılır. O sokaklarda, el emeği göz nuru ipek halılar, renkli kilimler, cafcaflı cicimler, Kütahya çinileri, pirinç semaverler, oyalı yemenilerle püsküllü fesler akla hayale gelmeyecek binbir çeşit hediyelik eşya satılır.

Az buçuk İngilizce bilen, habire çay içen, sıkıldıkça kanlı tavla partileri düzenleyen esnafın doldurduğu sokaklardır bunlar.

Kapalıçarşı turu genellikle bu sokaklarda biter.

İnsanlar yorulur, evlerine döner.

HİLAT BUNLARDAN OLSA OLSA KÜPE OLUR DİYE KESTİRİP ATTI

Ama olur da biraz daha dolaşılır, bir de çiçek bozuğu hanların üst katlarına çıkılırsa, orada başka bir gerçekle karşılaşılır. İki kişinin zor sığdığı atölyelerde hayat dışarıdakinden çok farklıdır. O atölyelerde, sadekárlar, nakkaşlar, kakmacılar, haddeye mal yollayan, fire hesabı yapan, birbirleriyle içli dışlı olmayı sevmeyen, ser verip sır vermeyen, gün yüzü görmeden çalışan insanlar yaşar.

İçlerine yabancı sokmayan, sırlarını kendilerine saklayan, sözleri senet, gözleri tartar elleri kantar suskun ustaların, zamanın dolmasını bekleyen ezik kalfaların, uykuya hasret sıska çırakların dünyasıdır bu.

Orada doğan, orada yaşayan, orada ölecek olan insanların dünyası.

Beni Kapalıçarşı'nın her iki yüzüyle de Hilat tanıştırdı.

Onun, başkaları görüp de çalmasın diye vitrinine anlamsız bir iki takı koyduğu beş metrekarelik dükkánına nasıl gitmiştim, şimdi hatırlayamıyorum. Ama elimde iki adet bronz sikkeyle karşısına dikildiğim gün, dün gibi aklımda. Yüzüme şöyle bir bakmış, ‘‘Bunlardan olsa olsa küpe olur’’ diye kestirip atmıştı.

Artık bekleyecektim, canı çekerse sıra gelirse, en önemlisi eli değip bitirirse haber verecekti.

Haftalar, belki de aylar sonra aradı; küpeler hazırdı. Sikkeleri yirmidört ayar altınla çevirmiş, ortaya görenlerin bayıldığı özgün bir model çıkarmıştı.

O küpeler hayatımı değiştirdi. Paris'te bir arkadaşım benzer takılar yapmamızı önerdi.

Döner dönmez Hilat'a gittim. Onun minicik dükkánında bir ömür geçirdim. Kolay olmadı, hırpalandım, ağladım ama inat ettim işin inceliklerini öğrendim.

Yıllar sonra bir gün bana acıdı, uçmam için kendi elleriyle kanatlarımı taktı.

Büyük ustadır. Kimselerin aklına gelmeyeni yapar. Geleneksel olana modern bir çizgi katar.

Eminim, biraz daha hırslı, biraz daha az inatçı olsa bir de bu diyarda değil de yurtdışında çalışsa adı dünyayı tutmuş bir kuyumcu olur, ‘‘şatolarda yaşardı.’’

O hálá burada. Çarşıda değilse de kapısında.

ÇUKURCUMA'DAKİ DÜKKANA ALIŞVERİŞ BAHANE ASLI'YA UĞRAMAK ŞAHANE diye GİDERDİK

Pazartesi akşamı, Cankurtaran'daki ünlü Sabahattin balıkçısında Aslı Günşiray ile Hilat'ı beklerken bunları düşündüm.

Hilat'ın takıları biliyorum gün gelecek antika olacak ve Aslı gibi güzele gönül vermiş insanlar onları toplayacak.

Aslı, Çukurcuma'ya bahar gibi gelmişti.

O yıllarda Çukurcuma, Kuledibi dağılınca kapağı oraya atan kulağı kesik birkaç eskici, sakallı birkaç molla bir de sağdan soldan topladıkları eski eşyaları satmaya çalışan alçakgönüllü birkaç dükkánın olduğu karanlık bir semtti. Yollar çamurlu, çevre kasvetliydi.

Ciddi antika peşinde koşanlar Mecidiyeköy'e, eski eşya arayanlar Dolapdere'ye giderdi. En ucuz mal Üsküdar'da çıkar, Moda'ya nur yağardı. Çukurcuma'ya da bu işin meraklıları şöyle bir uğrardı.

En azından ben öyle yapardım.

Önce Didem Çapa ile Pınar Hakim güzel bir yer açtı.

Sonra dediğim gibi rüzgárıyla Aslı geldi, köşe dükkána yerleşti ve mahallenin altyapısını değiştirdi.

Koşturmacanın olmadığı hoş dükkánında, saatlerce oturur her şeyi ince ince incelerdik. Kadın elinin, üstelik Aslı'nın elinin değdiği belli olan, mis gibi kahve servisi yapılan, güzel müzikler çalan dükkána alışveriş bahane, Aslı'ya uğramak şahane diye giderdik.

Mahalleye onu gören yeni insanlar geldi. Değişik yerler açıldı, rekabet kızıştı herkes kendi rızkını farklı mallardan çıkardı.

O, bir tek kendisiyle yarıştı.

Edirnekári bir sediri sehpaya dönüştürür, tabureye püskül takar, aynaları farklı asardı.

Sonraları çok kişi gitti ama Anadolu yollarına çıkan ilk kervandandır.

Çok yer dolaştı, çok yer gezdi, hızını alamadı Çin'e kadar gitti. Çin antikalarını Türkiye'ye getirdi.

Güzeldir, incedir, çok zevklidir. İşini severek yapar ve bütün bu özelliklerini işine katar.

MİDYELİ PİLAV UZUN YILLARDIR YEDİĞİM EN İYİ MİDYELİ PİLAVDI

O akşam Cankurtaran'a gitmeyi Aslı önerdi.

Hilat'ın da sık gittiği bir yermiş. Bana gelince, ayıbı yok bırakın gitmeyi adını bile duymamıştım, bilmiyordum.

Aslı uzun uzadıya tarif etti. Sahil yolundan gidilecek, Sultanahmet sapağından girilecek, Adora Oteli'ne gelince oralardaki birilerinden tam yeri öğrenilecekti. Korkuya mahal yok, otelin yanı başında, kime sorsan Balıkçı Sabahattin'i tanır dedi.

İnanmadım, erkenden yola koyuldum ve evimin bile yolunu bulmakta zorlanan ben şıp diye lokantayı buldum.

Nedense salaş bir yer bekliyordum. Oysa karşıma aşı boyalı üç katlı tarihi bir köşk çıktı. Girişinde dev saksıların içindeki devasa bitkileriyle bırakın salaş olmayı, basbayağı bakımlı hoş bir lokanta.

Yaz aylarında daha da güzelmiş. Masalar sokağa taşınıyor, yan taraftaki bahçe rüya gibi oluyormuş.

Yüksek mermer merdivenleri çıkıp içeri girdim. Girişin sağında ve solunda içlerinde dört beş masanın olduğu iki küçük oda, yukarıda geniş bir salon, en üst katta da özel davetler için biçilmiş kaftan şirin bir bölüm var.

Günlerden pazartesi, saat erken olmasına rağmen çevre otellerden gelen yabancılar, haftanın birkaç gününü burada geçirdiği belli olan müşteriler, ayırtılmış bir iki yer derken ancak alt odada bir masa bulabildim.

Masaya geçtim, beklerken çimlenmek için biraz meze, bir tek rakı söyledim. Sıcacık ekmek, kaymak, peynir, acılı zeytin, tatlı kavun geldi. Midyeli pilav uzun yıllardan beri yediğim en iyi midyeli pilavdı. Patlıcan salatası, karışık salata harikaydı.

Önce Aslı derken Hilat, kızı ve oğlum deyip el verdiği Bülent'le geldi.

Ne takı ne antika konuştuk.

Çıtır balığımızı, tavında kalamarlarımızı yedik usul usul, içkilerimizi içtik. O kadar keyiflendik ki, hem dünden hem bugünden hem de gelecek güzel günlerden söz ettik.


BALIKÇI SABAHATTİN

(0212) 458 18 24

Rezervasyon gerekiyor.

Kişi başına: 30-40 milyon arası.

Yazının Devamını Oku

Yokluğun, bolluğun olmadığı ama kimsenin böyle şeylere aldırmadığı o eski günler...

19 Nisan 2003
Zanzibar Teşvikiye'de Destek Reasürans Pasajı'nın içinde hoş bir lokanta. Aslında Zanzibar'a sadece lokanta da dememek gerek: Zanzibar şimdilerin moda deyişiyle bir ‘‘cafe-restaurant.’’ Önünde yaz kış demeden oturabileceğiniz küçük terası, içeride ayaküstü bir şeyler içebileceğiniz barı ve beyaz örtülü masalarıyla son yıllarda İstanbul'da, özellikle de Nişantaşı-Teşvikiye hattında sayıları her geçen gün artan mekánlardan.

Önünden ne zaman geçsem dolu olduğuna bakılırsa, çok revaçta.

Öğle saatlerinde, salata yiyip soda içen, alışveriş yorgunu güzel kadınların, ikindi vakti kaçamak yapan genç aşıkların, akşama doğru evlerine dönmeden bara uğrayıp yorgunluk atan çevre çalışanlarının doldurduğu bir mekán.

Ben müdavim değilsem de müşteri sayılırım.

Zanzibar, yolum oralara düştüğünde ya iki iş arası, ya sinema çıkışı, ya bir yere gider ya da bir yerden dönerken soluklanmak için durduğum, kahvemi içip öyle yola koyulduğum bir yer. Hep beş dakikalığına uğradığım, hep birilerini görüp uzun kaldığım.

Lokantasına hiç gitmedim. Daha doğrusu gitmemiştim.

Pazartesi akşamı için yer ayırttım. Siftah yapacağım.

Ülker gelecek. Hayatta beğendiğin dahası özendiğin kadınları say deseler gözümü kırpmadan adını sayacağım Ülker. Ülker İnce.

Nişantaşı'nda avare avare sokaklarda dolaşmayı çok severim. Ama o gün biraz da sinsi yağan yağmurdan dolayı sokakların tadı yoktu. Ben de buluşma zamanından çok önce bir akşam yemeği için hayli erken bir saatte Zanzibar'a gittim. Islanacağıma, beklerim. Barda bira içen bir-iki müşteri. İyi.

Ülker'in gelmesine en az bir saat var.

Viski severlerin asla ağızlarına koymayacakları bol sulu bol buzlu, viskiden başka her şeye benzeyen viskimi ince ince tarif edip, ısmarladım. Sonra da arpacı kumruları gibi düşünmeye başladım.

Ülker'i çağırmak, onunla yemek yemek harika da onu yazmak?

Nereden başlamalı, ne anlatmalıyım?

Ülker, kendine değen her şeyi değiştirir

Çok sevişiriz ve birbirimize zerre kadar benzemeyiz.

Ben ne kadar aceleciysem o o kadar sakin, ben ne kadar konuşkansam o, o kadar suskun, ben ne kadar tez canlıysam o o kadar sabırlıdır. Ama onu anlatmaya sakin, suskun, sabırlıdır diye başlamak, hatta serinkanlı, soylu, sorumlu, sorgulayan, sahip çıkan gibi sözlükte 's' harfiyle başlayan olumlayıcı sıfatlarla devam etmek bile yetmez.

Çünkü Ülker değdiği ve kendine değen her şeyi değiştirir.

Bütün bu özellikleri taşır ama onları başkalaştırır.

Kısaca, o farklıdır.

İngilizce ve Türkçe'ye müthiş hakim, çok yetenekli bir çevirmendir. Yazarın dediği gibi: ‘‘Yeteneğini geliştirmeye çalışırken duyarlılığını savsaklayan, ün ve tanınmışlık salonlarına kabul edilmediği için kendini hırpalayan’ insanlara benzemez.

Çeviriyi iğne oyasıyla yapar.

Neredeyse hiçbir karşılık beklemeden, sadece tadına varmak için herkesin gözünü korkutan zorlu işleri üstlenmesi bundandır. Altından kalkması da bundan.

Calvino, Capote, Brook, Lhosa, Fuentes...

Sevdiği yazarların otuza yakın kitabını çevirdi. Hepsine ayrı özen gösterdi.

Ama Lawrence Durrell'in her satırı bir mısra olan yaklaşık bin iki yüz sayfalık barok romanı İskenderiye Dörtlüsü'nün hayatındaki yeri ayrıdır.

O yıllarda Durrell'ı tanımıyordum. Hiçbir kitabını okumamıştım. Ne zaman ki 'Justine' Ülker'in o duru, temiz, şiirsel diliyle yayımlandı, o zaman 'Evlilikle umutsuzluğumuzu yasallaştırıyoruz' diyen bu usta İngiliz yazarıyla tanıştım: Bir daha da peşini bırakmadım.

Her satırı eğretilemelerle dolu, uzun soluklu bu romanı iki buçuk yıl gibi inanılmaz bir sürede bitirdi. Usul usul çalışırken, bir yandan haftanın her günü Hacettepe Üniversitesi'nde ders veriyor, evde Özdemir'i dinliyor, her pazar dostlarını ağırladığı geleneksel öğle yemekleri için birbirinden güzel yemekler pişiriyordu. Üstelik tam da nabzının nazlandığı yıllardı. Çeviriye son noktayı koydu, gitti ameliyat oldu.

- Bir viski daha?

- Gene bol sulu, bol buzlu olsun lütfen.

Birazdan Ülker gelir, dakiktir.

Sabah evden çıkmadan, kütüphaneden Dörtlü’yü çıkardım, şöyle bir karıştırdım: ‘‘Bizim aramızda bir bakıma en mutlu kişi o, çünkü aşkına karşılık ne istediği konusunda önceden edinilmiş hiçbir düşüncesi yok. Böyle önceden tasarlanmamış biçimde sevmek pek çok kişinin elli yaşından sonra yeniden öğrenmesi gereken bir şey. Çocuklarda olur bu. Onda da var’’ demiş Durrell.

Ülker'i de farklı kılan acaba bu mu? Tasarlamadan sevmek?

Yoksa bunların yanı sıra küçükken üstüne sindiğini söylediği muhacirlik duygusu mu?

Hatırlıyorum, bir gün, çook eskilerde bir gün, muhacir olmak biraz da kimliksiz dolaşmaya benzer, işte ben biraz da bu yüzden gölgede durmayı severim, demişti.

İnsan düşünmeden edemiyor: Ya güneşe çıksaydı?

Eminim çok iyi bir yazar olurdu.

Gene de ben kendisi ne kadar tersini de söylese onun sabah erken saatlerde gizli gizli şiirler yazdığını düşünürüm. Tan için, tana karşı.

Ülker geldi.

Aslında bu akşam Nebahat Çehre de gelecekti. Olmadı. Kayseri'deki dizi çekimleri için oraya gitmek zorunda kaldı.

Ayrı dünyaların benzer kadınları... Başkalarına ayna tutan.

Sadece yerleri farklı: Ülker ne kadar sırsa, Nebahat o kadar suret.

Bir şişe özel kav söyledik. Bir de Erol'un tavsiyesi üzerine şarap soslu dana madalyon ve rokalı eskalop yedik. Çok güzeldi.

Sonra biraz Nebahat'ten söz ettik. Eski günlerden. Yokluğun da bolluğun da olmadığı ama kimsenin böyle şeylere aldırmadığı gençlik günlerinden.

Konuşa konuşa Manisa'ya gittik. Aydın'da durduk, Gülümcine'ye uğradık.

Baş başa bir akşam geçirdik.

Fotoğrafta görülen ak sakallı adam kim mi?

O, Ülker'e,

‘‘Seni bulmak için bir dil öğrendim

gövdemden başka nereye gideyim’’ diye yazan biri.

Bizim masanın postnişisini.


Zanzibar'ın mutfağından Sote Tavuk Salatası


İçindekiler:

Tavuk 130 gr., domates 50 gr., dolma biber 50 gr., mısır 25 gr., soya sosu 15 gr., mısırözü yağı 15 gr., göbek 40 gr., kuru soğan 40 gr., kıvırcık 20 gr., roka 20 gr. polo ross 10 gr., lolo rosso 10 gr., endivyen 10 gr., corn salat 10 gr., vinegret sos 22 gr.

Yapılışı:

Tavada ısınmış olan yağın içinde, jülyen doğranmış tavuğu soteliyoruz. İçine kuru soğan, biber ve domates ekliyoruz, mısır ve soya sosu ilave edip az çektiriyoruz. Tabağın yarısına tavuk soteyi, diğer yarısına vinegret sosa bulanmış olan yeşillikleri ekliyoruz.


ZANZİBAR

Adres: Destek Reasürans Pasajı No: 60 Teşvikiye - İstanbul

Tel: 0 212 233 80 46

Adam başı 35 - 50 milyon arası.

Rezervasyon gerekiyor.
Yazının Devamını Oku

Lakerda takoz kesilir, salata diri gelir, kalamar pamuk, ekmek çıtırdır

12 Nisan 2003
Aleko'da yer ayırttım.<br><br>Donatella Piatti ve Nurçin Sebük'le yemek yiyeceğiz. Bilenler bilir: Deniz Park lokantası, nam-ı diğer Aleko Yeniköy'de çarşının bitimindeki içerlek sokağın dibinde, deniz kenarında değil düpedüz deniz üstünde ünlü bir balıkçıdır.

Yılların balıkçısı.

Eskiden başınızın üstünde sıra sıra kurutulan çirozların uçuştuğu, eğik zemini, sallanan iskemleleri ile salaş bir yerdi. Sonra modaya uydu yenilendi: Lambriler, aplikleri temiz, beyaz örtüler...

Eski hálini çok severdim. Bütün tutucu insanlar gibi yeni hálini önce yadırgadım, sonra alıştım.

Aleko'da her zaman taze balık yenir. Lakerda takoz kesilir, salata diri gelir, kalamar pamuk, ekmek çıtırdır. Eğer kalabalık değilse ve üşenmezlerse yaptıkları nefis lokma tatlısı da öyle.

Kıvamı yerindedir: Ne şekerli ne sası.

Ama Aleko'yu benim için özel kılan sadece bunlar değil. Aleko bizim mahallenin balıkçısı. Ne zaman canımız balık çekse, evde yemek bitse, çat kapı birileri gelse Aleko'ya gideriz.

Pazar akşamı özellikle oraya gitmemizi önermemin nedeni de biraz buydu. Laf lafı açar, gece uzarsa eve dönüp bıraktığımız yerden devam ederiz diye düşündüm.

Öyle de oldu.

KESİŞEN HİKAYELER

Aynı yaşlarda, benzer serüvenleri çapraz yaşamış, birbirini tanımayan iki insan düşünün. İki kadın.

Biri İtalya'da doğmuş. Başında kavak yellerinin estiği, gamsız yıllarında aşkın peşine düşüp tanımadığı bir ülkeye, Türkiye'ye gelmiş.

Geliş o geliş.

Diğeri buralı. Liseyi bitirdiği yıllarda uçarı mı uçarı.

68 yılının sert rüzgárıyla savrulmasın diye biraz da ailesinin ısrarıyla, okumak için tanımadığı bir ülkeye, İtalya'ya gitmiş.

Gidiş o gidiş.

Nurçin'i yıllardır tanırım. Donatella'yla 2 yıl önce tanıştım.

Sinsi bir yağmurun yağdığı kasvetli bir İstanbul akşamında Aleko'da buluştuk. Buz gibi şarap, biraz meze, balık söyledik.

Karşılarına geçtim. Donatella'nın işveli ve şiveli Türkçesi, Nurçin'in gizli lehçesiyle anlattığı hikayelerini dinledim: Birbiri ile kesişen, birbirine benzemeyen hikayelerini.


Onlar düz anlattı ben karmaşık yazdım


DOĞRUSU KENDİ DOĞRUSU

Donatella bundan birkaç yıl önce, kendisini o illerden bu diyara sürükleyen serüvenini yazdı: 'Bir Neo Levantenin Anıları.'

Kitabı okumuştum. Sağa-sola sapmadan, çıplak bir dille başından geçenleri, Almanya'da tanışıp aşık olduğu genç adamın yanı sıra huyunu, suyunu, dilini, insanını tanımadığı, kendisine yabancı bu şehre -İstanbul'a- gelişini, yerleştiği Moda semtini, o güne kadar görmediği gariplikleri ve o garipliklere alışma sürecini, tam da her şey yoluna girdi derken içine düştüğü cehennemi anlatıyordu.

Yalnızlığını, umarsızlığını.

Sonra Radikal Gazetesi’nde yazmaya başladı: Biraz ordan, biraz burdan.

İşte tam o günlerde ortak bir arkadaşımızın Tarabya'daki evinde, hanımeli kokulu bir akşam yemeğinde ilk kez karşılaştık.

Başından büyük badireler geçmiş, saçlarını süpürge etmiş kadınlara benzemiyordu.

Bakımlıydı, alımlıydı.

Kolun kırılıp yen içinde kalmasının elzem olduğu belletilen bizler için fazlasıyla açıktı.

Yaşadığını yazmak, yazdığını yaşamak gibi sorunları yoktu.

Doğrusu kendi doğrusu, eğrisi boyun borcuydu.

Gece ilerledi, biri kalkıp müziği değiştirdi.

Bizim sözlerini bilmediğimiz için eşlik edemediğimiz, Donatella'nın ise başından sonuna sektirmeden söylediği İtalyanca şarkının yerine Türkçe bir şarkı koydu.

Donatella'ya baktım, bizden daha iyi söylüyordu.

Şaşırmıştım.

Pazar akşamı, hayatını biçimleyen duygunun, köklerinden kopmuşluk olduğunu söylediğinde onu anladım.

Hoyrat, ne kadar dolaşırsa dolaşsın kendine çıkan bir hayat.

Acı, biraz 'Yalnızlık Dolambacı.'

HAYATIM KARIŞIK ÇANTAM GİBİ

Nurçin ile ilk kez yıllar önce kimsenin eğlenmediği, zoraki konuşmaların, havalı duruşların, afranın tafranın kol gezdiği bir yılbaşı partisinde karşılaştım. Tanışmıyorduk. Arkadaşlarımın arkadaşıydı. İtalya'da yaşadığını, kısa bir tatil için buraya geldiğini biliyordum. Şöyle bir bakışmış, kendimizi dışarı atmıştık. Bizim gibi bunalan iki arkadaşımızla birlikte, o zamanlar yılbaşı sabahları özel kahvaltılar veren Park Şamdan'ın kuytu bir köşesinde gün ağarana kadar konuşmuştuk.

Sormadıkça anlatmayan biriydi. O kadar alçakgönüllüydü ki ancak yıllar sonra İtalya'da Edebiyat Fakültesi'ni bitirdiğini, aynı fakültede uzun süre öğretim üyeliği yaptığını, sonraları Armani'nin birlikte çalışmayı önermesiyle arkasına bakmadan pek de iyi tanımadığı moda dünyasına balıklama daldığını öğrenecektim.

Karşılaştığımız yıllarda hálá Armani'yle çalışıyordu. O kadar çok şeye sahipti ki azla yetinmeyi öğrenmişti.

Burada geçirdiği o kısa tatilde hayatı bir kez daha değişti. Kurulma aşamasındaki Aprido'nun teklifini kabul etti, ardında bıraktıklarına aldırmadan geldi buraya yerleşti.

Deli gibi çalıştı, Aprido'yu marka yaptı.

Şimdi hem onlar hem de kendisi için tasarlıyor.

Profilo İş Merkezi'nde NU adında bir dükkan açtı. Şık, sade, inanılmaz güzellikte kılıklar hazırlıyor.

Pazar akşamı ona İtalya anılarını sorduğumda

'O yıllarda ben

hayatım karışık çantam gibi

iki kişiyi birden severdim

Karnemde sevinç bir aşk iki'

Mealinde bir şeyler söyledi.

Bilmem sizin de başınıza geldi mi?

Kimi zaman, biri, birileri, yeri gelir hayatının bir dilimini, yaşadığı bir serüveni, kendi gerçekliğinde öyle sözcükler seçerek dile getirir ki afallarsınız. Anlatımında uzun tanımlamaların, yersiz ayrıntıların, gizli yakınmaların yeri yoktur. Yapmacıksız, içtendir. O yüzden etkilidir.

Karşınızdaki bir an, sanki, nasıl yapsam nasıl etsem de anlatsam der gibi susar, düşünür. Sonra kısa, vurucu bir cümle kurar; içindeki yangını anlamanızı sağlar.

Sarsılırsınız.

O gece Donatella'yla Nurçin'i dinlerken sarsıldım.

Onlar düz anlattı ben karmaşık yazdım.
Yazının Devamını Oku

Şeniz'in küçük lokantasında annem ve arkadaşlarıyla bir öğle buluşması

5 Nisan 2003
Annemlerdeyim.<br><br>Salonun ucundan, konuşmaları dinliyorum: ‘‘Şeniz Lakay, uzun yıllar çalıştığı Pabetland'dan ayrıldıktan sonra şimdi Karaköy'de Bankalar Han'ın beşinci katında Karaköy'üm adında küçük bir lokanta açmış. Hanın sahibi Esra Bereket, Şeniz'in yakın arkadaşıymış. Hem o hem de diğer arkadaşları bu işe girişmesi için onu yüreklendirmişler. İyi de etmişler. Zaten Şeniz evde oturamazmış, sıkılırmış. Geçenlerde birileri gitmiş, onlar anlatmışlar: Kadın elinin değdiği hemen belli olan, terası, damlar üstünden gözüken deniz manzarasıyla gerçekten hoş, şirin bir yermiş. Her gün değişik bir yemek çıkıyormuş. Ama günün yemeğinin dışında çeşitli salatalar, ızgaralar, - hele hele turtalar - isteyene yığınla seçenek varmış. Yemekler güzel, fiyatlar makulmüş. Müşteriler genellikle çevredeki işyerlerinde çalışanlar bir de elbet Şeniz'in arkadaşlarıymış. Kısacası hem yemek yemeye hem de Şeniz'i görmeye bir gün oraya gidilmeliymiş.’’

‘‘O zaman birlikte gidelim’’ dedim.

Kimlere mi?

Benim ‘‘Cumhuriyet Kadınları’’ adını taktığım, çocukluğumda elleri sırtımda olan, gençliğimde hayranlıkla izlediğim, hayatta duruşlarına özendiğim, sonraları da ne kendi kuşağımda ne de benden sonraki kuşakta izine bile rastlamadığım yaşama sevinçlerine ve çevrelerindeki herkese sirayet eden neşelerine imrendiğim annemin kırk yıllık arkadaşlarına: Selma Uluç, Mefküre Üstün ve Nesrin Erdik'e. Benim canlarım ciğerlerime.

Her zaman geniş bir arkadaş çevremin olduğunu düşündüm. Ama annemle kıyaslanınca neredeyse kalabalık fobisi olan, insan içine bile çıkamayan biri olarak tanımlanabilirim. Onunla kimse başedemez. Gerçekten çok farklı çevrelerden, her birini ayrı ayrı sevdiği, üstlerine titrediği arkadaşları vardır. Ama benim için Selma Uluç'un, oğlumun Selmoş'unun yeri ayrıdır.

Kalemle çizilmiş kaşları ‘‘Oçi çorniye’’ şarkısının kendisi için yazıldığına yemin edebileceğiniz pırıl pırıl bakışları, kıpkırmızı dudakları ve isyankar kıvırcık saçlarını dizginlemek için taktığı beresiyle o zamanlar için öncü bir moda mı desem aykırı bir duruşumu desem kimselere benzemeyen, güzel, çok güzel bir kadındı. Otoriterdi, sertti. Hoşlanmadığı insanı yanına yaklaştırmaz, sevdiklerine dünyasını açardı. O dünyada, usta bir fotoğrafçı olan kocası Halit Uluç'un apayrı bir yeri vardı. Fotoğraf peşinde Türkiye'yi ve dünyayı dolaşırlar, birlikte saatlerce golf oynarlardı. İlahiyat Fakültesi Din Felsefesi profesörlerinden, sonraları Atatürk döneminin Diyanet İşleri Başkanlığı’nı yapmış, çeviriler dahil yetmiş kitap yazmış ünlü bir hocanın, Şerafettin Yaltkaya'nın tek kızıydı. Üstüne gül koklanmayan biricik kızı.

Dik duruşunu ona borçlu olduğunu söyler.


BİR ŞEFKAT YUMAĞI

Mefküre Üstün'e gelince, o farklı.

Mefküre teyze bir şefkat yumağı. Çocukluğumda ilk Ayvazoski resimlerini onların evinde gördüm. Kayalara çarpan deli dalgalar.

İlk bliniyi onların evinde yedim. Sadece blini mi? Ben o evde hayatımın en leziz yemeklerini yedim. Birbirinden değişik ve olağanüstü güzel yemekler yapar, iştahı biraz fazla olan Kemali amcaya çok yediği için kızardı.

O yıllarda heceleye heceleye sökmeye çalıştığımız Fransızca'nın akıl almaz kurallarını üşenmeden tek tek bize anlatırdı. Neden şu sözcüğün eril, diğerinin dişil olduğunu, onun sayesinde öğrendik.

Görgüsü ortaydı da kültürünü kendine saklardı.

Konuşmadıkça, deşmedikçe, ne kadar bildiğini asla bilemediğiniz insanlardandı. Türkiye'nin önemli büyükelçilerinden, Viyana ve Moskova'da uzun yıllar çalışmış Hüseyin Faik Hozar'ın tek kızıydı. Üstüne gül koklanmayan biricik kızı.

Alçakgönüllü oluşunu ona borçlu olduğunu söyler.

ROMANLARDA RASTLANIR

Şeniz Lakay'ın 'Nesrin anne' dediği Nesrin Erdik'e gelince, o şimdiki kuşakların asla anlayamayacağı, benzerlerine ancak romanlarda rastlayacağımız biri. Tıpkı ‘‘Bir uykuyu cananla beraber uyuyanlar, ömrün bütün ikbalini vuslatta duyanlar’’ misali, akıllı mı akıllı, yakışıklı mı yakışıklı Kamil Erdik'le karşılaştığı gün hayatının akışı değişmiş. Gündelik hayatın zorlukları, sorunları, her mevsimi bir yaz olan, başka rüzgarların estiği, gülün solmayı, mehtabın azalıp bitmeyi bilmediği günlerde geçmiş. Annesi çok güzel bir kadınmış. Babası ona sevdalı. Türkiye'nin önemli valilerinden Mustafa Adli Bayman'ın tek kızı. Üstüne gül koklanmayan biricik kızı.

Mutlak kavramıyla tanışmasını ona borçlu olduğunu söyler.

Birbirlerine zerre kadar benzemeyen, oluşları, duruşları, öncelikleri farklı bu üç kadının ortak bir paydaları olduğunu düşünüyorum: Hayata karşı bitmek bilmez iştahları, keskin zekaları bir de hepsinin harcındaki özgüven.

Bence üstüne gül koklanmayan tek gül olmaktan geçen.

SÖZLEŞTİĞİMİZ GİBİ..

Sözleştiğimiz gibi, bir öğle üstü Karaköy'de Şeniz Lakay'ın lokantasında buluştuk. Tam anlattıkları gibi.

Gittiğimde herkes gelmiş, çoktan yemeklerini söylemiş, ortada bir şişe Kalecik Karası, Şeniz'le konuşuyorlardı. Şeniz'i tanıdıklarını biliyordum da on altı yaşında sırılsıklam aşık olduğu Yusuf Lakay'la aralarını yapanın Mefküre teyze olduğunu bilmiyordum.

O günün benim için en büyük sürprizi geciktiğim için, alı al moru mor içeri girerken Hamit Bey'le karşılaşmam oldu. Hamit Belli'yle.

Oğlu Tuğrul'la yemeklerini yemiş, kahvelerini içmiş, tam kalkmak üzereydiler. Ayaküstü sohbet ettik. O gün de soramadım, bugün de bilmiyorum: Acaba hatırlar mı?

Yıllar önce, Akbank'ın genel müdürüyken bir arkadaşımın çıkartmaya çalıştığı Kent Kültürü Dergisi için reklam toplama işini üstlenmiştim. Elimde derme çatma bir örnekle Hamit Bey'in karşısına dikildim. Bu dergiyi yayınlamak istiyorduk ama paramız yoktu. Çağdaş Türk resmini desteklediğini, Akbank adına ciddi bir koleksiyon yaptığını, sanatsever bir insan olduğunu biliyorduk. Acaba ilgilenir, o zamanlar bin yıl yaşayacağına, ortalığı sarsacağına inandığımız dergimizin arka kapağı için bir reklam verebilir miydi? Hamit Bey, eline tutuşturduğum karalamaya şöyle bir baktı ve arka sayfa ilanlarının kaç lira olduğunu sordu. Geçmiş gün, unuttum; bir rakam söyledim. Gülümsedi ve 'Hürriyet'ten pahalısınız' dedi. Ama, çıktığı sürece de -topu topu iki sayı- arka sayfaya siyah beyaz Akbank reklamını verdi.

Hamit Belli'ye o günden kalma bir vefa borcum vardır. Aklı bir karış havada ama gönlü sanatta insanlara nasıl zarafetle yaklaştığını yaşadım, bilirim. Olur da bu yazıyı okursa, inceliği için, gecikmiş teşekkürlerimi iletirim.

Sonra masaya geçtim. Bir bardak şarap içtim. Nefis bir salata yedim.

Eskilere, çok eskilere gittim.


Lemon Meringue Pie


Pie Hamuru:

2 bardak un,

6 yemek kaşığı soğuk su

1 çay kaşığı tuz

250 gr. sana yağının 3/4'ü.

Pie orta derece fırında pişecek.

Ortası - Lemon Cheese

4 yumurta

3 çay bardağı şeker,

3 limon suyu

2 limon rendesi

1 ceviz büyüklüğünde tereyağı

Benmari usulü pişirilecek.

Üstü - Meringue Kısmı

10 yumurta akı iyice çırpılacak

1 paket vanilya,

2 yemek kaşığı pudra şekeri.

Pişmiş Pie'nin üstüne Lemon Cheese konacak onların hepsinin üzeri çırpılmış yumurta akı ile sıvanacak tekrar fırına konup üzeri kızarana kadar pişirilecek.
Yazının Devamını Oku

Kasvet, bahçeye açılan sürgü kapılardan çıkıp gidiyor

29 Mart 2003
İçimizdeki savaş kasvetiyle nereye gidecektik? Hava bulutlu da olsa, kar da yağsa, Abdi İpekçi'deki LEEA'dan içeri girer girmez üstünüze yapışan sıkıntıyı atıyor, rahatlıyorsunuz. Henüz dilime Umm Kasr adı dolanmamış, belleğime acı çeken insanların korkulu bakışları kazınmamıştı. Basında, her kalemden bir ses çıkıyor, eğri doğruya karışıyor, tezkere tartışmasının kısır döngüsündeki Türkiye oradan oraya savruluyordu.

Savaş adım adım yaklaşıyordu. Gene de içimde cılız bir umut, anlamsız bir ‘‘acaba?’’ sorusu vardı. Bir de havada bahar kokusu.

Bir sonraki haftanın yazısını düşünürken çevremdeki hemen herkesin en az benim kadar karamsar olduğunu fark ettim.

Peki ama ben kiminle nereye gidecek, keyif sürüp yemek yiyecektim?

Önce evden çıkıp, rastladığım bütün lokantaları yazayım diye düşündüm. Adresler, telefon numaraları, birkaç bilgi. İnsansız, kuru. Bir tür Yeniköy-Bebek lokanta atlası.

Sonra birden aklıma Mehmet Konuralp ve onun tarihle bezeli müthiş sohbetleri geldi. Mehmet'le konuşmak bana hep iyi gelir. Ama böyle puslu günlerde onunla konuşmak, önünüzü biraz olsun görebilmek, biraz olsun neyin neden olduğunu anlayabilmek için birebirdir.

Acaba İstanbul'da mıydı? Şansım varmış, buradaydı.

Bir de Bilge Mesci. Heyecan yumağı Bilge. Sevincini, neşesini, hüznünü, üzüntüsünü, kirpiğinin ucuna takan Bilge. Tıpkı İtalyan filmlerindeki, tercihan da Sophia Loren'in canlandırdığı kahramanlar gibi, tehlike karşısında çocuklarını eteğinin arkasına saklayan, hayata kafa tutarken sekiz çeşit yemek yapan, örselense de arbedelerden sağlam çıkmayı bilen ve coşkusunu mutlaka karşısındakine geçiren Bilge. O da işini ayarladı, provalarını kaydırdı, ‘‘gelirim’’ dedi.

Ama nereye?

Nişantaşı'nda Abdi İpekçi Caddesi'nde yeni bir yer açılmış: LEEA. Bilge oraya gitmemizi önerdi. Daha önce gitmiş, çok güzelmiş.

SAKLI CENNET OLACAK

Biz buluşamadan savaş patladı. Hava karardı, kar başladı.

İçimizin kasveti, dışarıya yansıdı.

İster bu yazılar, ister başka nedenle olsun, arkadaşlarımla buluşmaya hep uçarak giden ben, o gün külçe gibiydim. Ağır ağır hazırlandım, televizyondaki öğle haberlerine son kez baktım, çıktım. Yarım saat sonra LEEA'daydım.

Kapıdan girince, boy boy kesme kristal vazolara özenle yerleştirilmiş rengárenk çiçeklerle karşılaşıyorsunuz. İçiniz açılıyor. Bir de bizim yaptığımızı yapıp, arkaya geçerseniz sizi ferah, ışıkla yıkanan bir mekán bekliyor. Tavan, cam. Yaz aylarında saklı bir cennet olacağı şimdiden belli olan küçük bahçeye açılan sürgü kapılar da öyle. Hava bulutlu da olsa, kar da yağsa, içeri girer girmez üstünüze yapışan sıkıntıyı atıyor, rahatlıyorsunuz.

Bahçeye bakan masaya geçtik.

LEEA'nın mutfağı dünya mutfağı. Her ağız tadına uygun yemek var. Ben et yedim, Bilge karides. Öğle yemeklerini hafif geçiştirdiğini söyleyen Mehmet carpaccio istedi, ama torpilli.

Hepsi nefisti.

Masaya oturur oturmaz, birbirimize doğru dürüst nasılsın bile demeden ne olacak dedik.

Mehmet, ileriyi görmek için tarihte biraz geri gitmek gerekir dedi.

Geneli görmek için yükselmek.

Uzun uzun anlattı: Osmanlı İmparatorluğu'nun yenilgisiyle birlikte o topraklarda yaşayanları bir arada tutan tutkalın kaybolduğundan, aşiretlerin beklentilerinden, Sunni, Şáfi, Vahabi, değişik mezheplerin dayattığı değişik yaşama biçimlerinden, bir süre çalıştığı ve iyi tanıdığı Irak gerçekliğinden, batılı ülkelerin bitmek bilmez arsız isteklerinden, İttihat ve Terakki'den bu yana görüşü olup da bilgisi olmayan politikacılar sayesinde Türkiye'nin bugün yaşadığı çözülmeden söz etti. Önümüze ayrıntılı bir harita serdi: Bakınca anladık ama zerre kadar rahatlamadık.

Bilge'nin kara gözlerine kaygı, omuzlarına onbeş kişinin ağırlığı oturdu.

Öğlen akşama devrilirken, son kahvelerimizi de içip Leyla Işıl'a, LEEA'nın zarif patronuna, daha geniş ve güleç zamanlarda mutlaka geleceğimizi söyleyerek veda ettik, çıktık.

Dışarıda akşam alacası vardı.


BİLGE MESCİ


Hayatı bir renk cümbüşü


Cüzdanında üç fotoğraf var: Küçük oğlu Karaca, Yale'i bitirmiş kep giyiyor. Yüzü annesinin yüzünün izdüşümü.

Koca oğlan Mehmet, hafifçe başını geri atmış kahkahalarla gülüyor. Belli ki huyunu, suyunu, kabına sığmaz ruhunu ondan almış.

Bir de canım dediği ama canından çok sevdiği Ertan: Tatlı sert gülümsüyor.

Bütün bu fotoğraflara, sıfırdan yarattığı Artisan Modaevi'nin bir de sınanmış, yıllanmış dostlarının fotoğraflarını ekleyin, ortaya Bilge'nin dünyası çıkar.

Bilge'nin dünyası renklidir.

Yıllarca Ertan'la birlikte Cinnah Caddesi'ndeki küçük galeride çocuğu gibi sevdiği ressam dostlarıyla, hepsine bağlandığı için kıyıp satamadığı resimler arasında yaşadı.

Bir gün, o galerinin arka odasında usul usul giysi tasarlamaya başladı. Osmanlı desenlerini, gülleri, karanfilleri Bursa'da dokuttuğu kumaşlara taşıdı.

İşini de Nişantaşı'na.

Ne zaman ki Bursa'da tezgáhlar kapandı, soluğu Hindistan'da aldı. İpekler seçti, vualler işletti, her birinde kendini anlattığı giysiler çizdi.

Dediğim gibi onun hayatının her yanında, her anında renk vardır.

Coşkuluysa turuncu kullanır. Tutkuluysa kırmızı. Turkuaz hep yanında, sarı elinin altındadır. Siyah sevmez, arada kendi giyse de giydirmez.

Bilge, bildik modacılara benzemez. Sınır çizgisini bizzat çeker.

Modanın dışına çıkmaz ama modanın da içinde boğulmaz.


MEHMET KONURALP


Fırından yeni çıkmış taze ekmek gibi


Kimi insanlar vardır. Yazmakta zorlanırsınız. Hangi özelliğini öne çıkarırsanız öbürü mahzun bakar. Onlar, bize, size, birilerine benzemezler. Sadece kendileridirler.

Bir hayatın içine birkaç hayat sıkıştırırlar, hepsini de zarafetle taşırlar. Yaptıkları iş ne olursa olsun iyi yaparlar. Hırslı oldukları için değil, ellerinden başka bir şey gelmediği için. Mehmet Konuralp de sayıları gitgide azalan, bu kendine özgü, özel insanlardan.

Mehmet bir mimar: Ünlü bir mimar. Sayısız bina yapmış ama say deyince sayamıyor. Yarısından fazlasını unutmuş.

Mehmet bir gezgin: Gerçek bir gezgin. Borneo'dan Sumatra'ya Hindiçin'den Moritanya'ya gezmediği, gitmediği, görmediği yer kalmamış. Ama Afrika onun gizli cenneti.

Mehmet tutkulu biri: Kadınlar sevmiş; hayatına giren, olan, kalan kadınlar. Uçmak istemiş; zoru seçip uçmak için yapılmamış tek álete helikoptere gönül vermiş. Tarih demiş; ucuna gitmiş. Bize sunulanı değil, bizden saklananı merak etmiş.

Ondördünde evden kaçmış, bir şilebe atladığı gibi Akdeniz'in bütün limanlarını dolaşıp Mısır'a varmış. Yirmilerinde Almanya'daymış. Alışamamış. Sonra Londra. Dünyanın sayılı mimarlık okullarından -diploması maymuncuk- AA'yi bitirmiş. Gençlik aşkı onu Norveç'e sürüklemiş. Sonunda tilkinin dönüp geldiği yer misali, buraya, İstanbul'a gelmiş.

Durulduğunu sanmayın. Aklında hálá çıkılmamış seferler, fethedilmemiş kaleler var. Bir de bakıp aldanmayın. O sert sesinin taviz vermez görüntüsünün altında İsmet Ay'ın söylediği gerçek yatar: Mehmet fırından yeni çıkmış taze ekmek gibidir. Dışı kabuklu, sert, içi sıcak, yumuşak.


LEEA

Abdi İpekçi Caddesi No: 7/2 Nişantaşı

Tel: (0212) 234 79 79

Adam başı: 35-40 milyon arası.

Rezervasyon gerekiyor.
Yazının Devamını Oku

Sabah denizden çıkan öğlen sofranıza düşer

22 Mart 2003
Şimdi sayıları azalsa da bir zamanlar İstanbul'da, sokak aralarında, benim esnaf-balıkçıları diye adlandırdığım böyle lokantalar vardı. İşte İstiridye de onlardan biri. Fındıklı'da Ak-Sigorta binasının tam yanında küçücük bir sokak var: Çelebi Hamam Sokağı. O sokakta da, dikkat etmezseniz rahatlıkla önünden geçip gidebileceğiniz küçücük bir lokanta: İstiridye.

İstiridye bir balık lokantası. Bizim bildiğimiz, gururla deniz üstüne kurulu lokantalardan farklı, denize yan duran, iki adım ötesindeki caddeye çıkmayan, beni bilen bana gelir diyen bir lokanta bu.

Şimdi sayıları azalsa da bir zamanlar İstanbul'da, sokak aralarında, benim esnaf-balıkçıları diye adlandırdığım böyle lokantalar vardı. İşte İstiridye de onlardan biri.

Floresan lambalarıyla aydınlatılan üç-beş masalı bir giriş, bir de asma-katı var.

Sahibi ünlü Karaköy balıkçısının kardeşi: Güleç, mütevazı... Ama iş balığa ve balık yemeklerine gelince; ‘‘Sabah denizden çıkan öğlen sofranıza düşer’’ diyecek kadar da iddialı.

İstiridye'de sadece öğle yemekleri yeniyor. Saat üç olunca kepenkler iniyor.

KUYTUDAKİ LOKANTA

Kesibe'nin ofisi Fındıklı'da.

Bir gün rastgele girdiği İstiridye'de yediği yemekleri o kadar beğenmiş ki, bütün arkadaşlarını teker teker İstanbul'un bu kuytu lokantasına getirmiş.

Birlikte yemek için hem Kesibe hem de Akın, hararetle İstiridye'ye gitmemizi önerdiler. İyi de ettiler.

Gittiğimde Akın gelmiş bekliyordu. Çok geçmeden Kesibe de geldi. Yemek seçimini onlara bıraktım: Balık çorbası mutlaka tadılmalıymış. Kağıtta levrek harikaymış. Dil-şiş yemeyenin gözü arkada kalırmış. Ortaya karides salatası gelmeli, sonra da helvayla devam edilmeliymiş.

Bir şişe de Berceste.

Açıkçası evde aç kurtlar gibi önüme gelen her şeyi süpüren ben, ne zaman arkadaşlarımla bir lokantaya gitsem, konuşmaktan yemeyi unuturum. Sohbet galebe çalar.

O gün istisnasız her yemeği tattım.

Ve ısrarla neden İstiridye'ye gelmemizi istediklerini anladım, İstanbul biraz da böyle saklı güzellikleri olduğu için güzel.

Laf lafı açtı. Türkiye'yi saran buluttan, puslu havayı seven kurtlardan, karamsarlığın insanı nasıl yorduğundan konuştuk.

Sonra güneş çıktı.

Karşımda birbirlerini kırk yıldır tanıyan iki dost vardı.

Onlarla, yelkenliye bindim. Akdeniz'in mavi koylarına gittim. Sonra Ege'ye geldik. Akhisar'a, fırsat bulup da bugüne kadar gidemediğim çiftliğe gittik. Lavanta tarlalarının ortasındaki çiftliğe.

Ayrıldığımızda, insan hayatındaki küçücük bir dilimin, bir öğle yemeğinin nasıl önemli olduğunu düşündüm.

Yol üstünde gevrek sesli bir Çingene mor sümbüller, başı bükük nergisler, rengarenk laleler satıyordu. Durup baktım: İçim hepsini aldı, bana bu keyfi yaşatan arkadaşlarıma yolladı.


İSTİRİDYE'NİN ÜNLÜ BALIK ÇORBASI

Orta boy bir tencereye su konur. İçine bir soğan, kabuğu soyulmuş bir limon, bir de kereviz sapı eklenerek kaynamaya bırakılır. Beyaz etli balık filetoları hazırlanır ve su iyice kaynayıp, sarı bir renk alınca içine atılır.

Diğer yanda, bir bardak sıvı yağda, üç adet domates, iki adet havuç rendesi, ince kıyılmış maydanoz ve dövülmüş iki adet sarmısakla kavrulur. İçine bir çay kaşığı nane, kekik, karabiber ve kırmızı pul biber atılır. Ayrıca iki adet yumurta, yeterince un, bir miktar da sütle bir meyane hazırlanır. Kaynayan suya atılan balık filetolarının beş dakika pişmesi beklendikten sonra, önce hazırlanan sos, daha sonra da meyane eklenip servis yapılır.


AKIN ÖNGÖR


Hayatla lades tutuşmuş, gülümseyerek ‘Aklımda’ diyor


Yüksek dağlara çıkanlar, zirve yolunun yokuş, yolculuğun yorucu olduğunu anlatırlar. Bir de çıkıştan da güç olanın iniş olduğunu.

Zirveye varınca, insanın başı döner, soluk alamazmış. Hafif bir sarhoşluk hali. Sonra alışılırmış. Tuhaf bir başarı duygusu yaşanır, gel gör ki bu duyguyu paylaşacak kimse olmazmış. Zirvede tek kişilik yer varmış: Bu serüven yalnız yaşanırmış.

Bu kadarını dinlemek bile beni dağlardan uzak tutabilir. Dağlardan ve iktidardan. Oysa yaptığı iş ne olursa olsun o işin en iyisi olmak isteyen, gözünü yükseklere diken, yalnızlıktan ürkse de zirveyi hedefleyen kadın-erkek çok arkadaşım oldu. Kimisi başardı istediği yere vardı, kimisi yoruldu yolda kaldı.

Ama doğruya doğru, hiçbiri Akın'ın yaptığını yapamadı: Akın yolun başında, daha genç bir bankacıyken kendine verdiği sözü tuttu. Çıktığı yere kalabalık çıktı. Ardında tek bir dostunu bırakmadı. Bir de, günü gelince az insanın alabildiği bir karar aldı: Yapılacak başka işler, yaşanacak başka şeyler var diyerek bu serüveni noktaladı.

Birlikte yemek yediğimiz gün, bundan sonrasını anlatırken heyecanlıydı. Önünde çıkacağı denizler, bağbozumu günleri var. Ama onu asıl heyecanlandıran yeni uğraşı. Bodrum'da Yalıkavak tepelerinde, ünlü Harvard ve Boğaziçi üniversiteleriyle birlikte, yaratıcı, parlak liderlik vasfı olan gençlere yönelik bir eğitim merkezi kuruyor. Sadece Türk gençleri için değil, komşu ülkelerdeki gençler için de.

Çok koşan zor durur derler. Akın da durmuyor. Bu işi de kotarsın, kendine yeni bir sayfa açacağına eminim.

Yemek bitti, ayrıldık. Yolda, biri çıkıp Akın'ı iki cümlede anlat dese nasıl anlatırım diye düşündüm. Herhalde;

Hayatla lades tutuşmuş, gülümseyerek ‘‘Aklımda’’ diyor derim.


KESİBE KARAOSMANOĞLU


Bir dünya kuruyor

Nasıl yapsam da size Kesibe'yi anlatsam?

Onu 60'ların Ankarası'nda tanıdım. Ankara o yıllarda tam bir bozkırdı. Biz gençler, daha doğrusu yeniyetmeler için eğlence okulla, evlerde düzenlenen toplantılarla, bir de haftasonları buluştuğumuz az sayıdaki mekanla sınırlıydı: Köşk Pastanesi, Milka.

Herkes herkesi tanır, şehre gelen her yabancı da hafif bir kuşkuyla karşılanırdı. Bir gün İstanbul'dan, bakınca ela bakan, gülünce içten gülen, bizim kurumlu kumrular gibi oturduğumuz masaların arasından fırtına gibi geçen biri geldi.

Çetrefil bir adı vardı. Ya soyadı? Ağır mirastı.

Buraya kadar sorun yoktu. Sorun; kendisinden biraz büyük ablaları sayesinde edindiği çevreydi. Şehrin bizi fasulye sayan gençleri, ona pervaneydi.

Ne mi yaptık? Gözlerimizi kıstık, kulaklarımızı diktik, kediler gibi bekledik.

Birbirimizi tırmalamak mı? Hiç tırmalamadık.

Hayata önyargısız asıldığımız yaşlardaydık.

İşte o gün bugün, benim hayatımda Kesibe var. Aynı sözleri de söyledik ayrı yollara da gittik. Hep bir adım mesafede durmaya özen gösterdik.

O, yıllarca, önce ME-SA'da sonra kuruluş aşamasındaki Printemps'da, ardından Beymen'de çalıştı. Yapıtaşı oldu. Ne zaman ki yoruldu, kendi şirketini kurdu: KALEMKAR.

Şimdi A'sından Z'sine damgasını vurduğu evler yapıyor.

Sadece ev yapmıyor, bir dünya kuruyor.

Ege'de doğan, İstanbullu olan ve gençliğini geçirdiği Ankara'yı yabana atmayan arkadaşım.

Ona bakınca, hayatiyetini İstanbul'dan, dostluk kavramını Ankara'dan, metanetini de Ege'nin ölmez ağacından aldığını düşünüyorum.

Evet, Kesibe bence budur.

Kesibe bir üsluptur.


İSTİRİDYE

Çelebi Hamam Sokak No: 4 Fındıklı

Tel: (0212) 249 43 01

Adam başı: 10-15 milyon TL
Yazının Devamını Oku

Loş ve hoş bir geç - akşam barında bıraktığımız yerden başladık

15 Mart 2003
Barseverler bilir, bar demek barmen demektir ve her iyi barmen biraz da ‘ruh deşendir.’ ON'un barmeni, siz susunca susan, konuştuğunuzda konuşan ve yüzünüze baktığı anda isteklerinizi anlayan biri. On üstünden On.

Ömer Uluç ve Tûba Çandar ile yemek yiyeceğiz. Ve her zaman yaptığımız gibi lokantadan önce bir bara gideceğiz.

İyi ama hangisi?

Nişantaşı deyince aklımıza gelen ilk isim elbette Kafein. Sonra, Buz Bar var, Niş var, bir de açıldığından bu yana gitmek isteyip de bir türlü gidemediğim Reasürans Çarşısı'nın içindeki ON. Onun da ucunda Sevda var.

Sevda'yı yirmi yıldır tanırım. O benim elim ayağım.

Fırsat bu fırsat ON'a gidelim mi diye sordum, gidelim, dediler.

Bar deyince benim aklıma tek başıma gittiğimde rahat ettiğim, arkadaşlarımla birlikteysem sohbet edebileceğim mekánlar gelir. Barseverler bilir, bar demek barmen demektir ve her iyi barmen biraz da ‘‘ruh deşendir.’’

ON'un barmeni, siz susunca susan, konuştuğunuzda konuşan ve yüzünüze baktığı anda isteklerinizi anlayan biri. On üstünden On.

Müzik çok iyi. Gittiğimde hızlı bir şeyler çalıyordu. Sonra Kamos nereden anladıysa anladı, Paolo Conte'nin en sevdiğim şarkısını çalmaya başladı. On üstünden yirmi.

Bunun dışında ON, müşterileri otuzlu yaşlarda olan, içkinizin yanında küçük küçük bir şeyler atıştırabileceğiniz hayli loş ve hoş bir geç-akşam barı.

Ömer'le Tûba'yı beklerken, bir içki isteyip eski günlere gittim. Evet belki araya inkıtalar girdi ama biz birlikte ne çok eğlenmiştik yarabbi.

İstanbul'un orta yerinde ya da ücra semtlerinden birinde, müdavimi olmadan bırakmadığımız bir yer keşfeder, haftanın bir iki gecesi buluşurduk.

Buluştuğumuzda Ömer'in fırça tutmaktan parmakları kasılmış, Cengiz haber peşinde koştuğu için Tûba yalnız, ben gümüş tozuna bulanmış olurdum. Bilmem bilir misiniz? Gümüş tozu karadır. Yalnızlık da öyle. Karşınızda duran boş tuval de. Oysa biz kararmazdık. Aksine, yerdik içerdik, konuşurduk, gülerdik. Tûba gülünce gözleri ve dişleriyle güler, Ömer çınlatır ben biraz kıskısımdır.

Neşeli miydik? Evet.

Zaman zaman hüzünlü. O da doğru.

Ama sanırım mutluyduk demek en doğrusu.

Tek kusurumuz gecenin ucuna gitmekti. Gece, içmekten değil konuşmaktan bitmezdi. Ne zaman ki garsonlar kıpırdanmaya başlar, ışıklar kısılır, saatin farkına o zaman varılırdı. Hesabı ödeyip çıkardık, söz yarım kalırdı.

Böyle gecelerden ikisini unutamam.

İlki komik.

Ömer'le Paris'teyiz. Gene laf uzamış, gece sarkmış, son metroyu kaçırmışız. Onun evi de benim kaldığım yer de şehrin öteki ucunda. Taksi de yok, çaresiz yürüyeceğiz. Dışarıda da bir ayaz, anlatılmaz.

Bir saat sonra Fouquets'nin önüne geldiğimizde ikimiz de donmak üzereydik. Fouquets, Paris'in pahalı lokantalarından biri. Girişinde küçük bir bar, barda da belli ki son kadehlerini içen birkaç afili adam var. Girelim, ısınırız dedik. Daha adımımızı atmamızla, nemrut barmen bana şöyle bir baktı ve arkasındaki levhayı gösterip homurdandı.

Peki Ömer ne yaptı?

Sakin sakin tezgáha yanaştı ve havlamaya başladı. Nasıl güldüysek -buna afililer de dahil- o barmen o gece bize içki ısmarladı.

İkincisi daha farklı.

Her hatırlayışımızda Tûba'yla içimizi ürperten karlı bir İstanbul gecesi vardır. Eyüp Sultan'da biten. Mevsim gene kış ve İstanbul'a yılın ilk karı yağmış. Dışarı çıktık ki her yer bembeyaz. Zar zor Ömer'le Vivet'i evlerine bıraktık ve nedense döneceğimize, ıssız Galata Köprüsü'nden geçtik. Eyüp Sultan'a gittik. Ne Tûba ne de ben, işte o geceyi, usul usul yağan karı, servi ağaçlarını, sessizliği bölen sabah ezanını, dua eden adamı, mezarları, elle tutulur hale gelen ölümü ve yavaş yavaş ağaran gökyüzünü unutamadık.

Bunca yıl sonra bile, ne zaman İstanbul'da böyle usul usul kar yağsa, ikimizin de aklına Eyüp Sultan ve derinden çok derinden bir dua sesi gelir.

Ben böyle geçmiş günlere dalmış, bir içki daha içerken Ömer'le Tûba geldiler. Ne mi yaptık? Bıraktığımız yerden başladık.

Yedik, içtik, konuştuk, güldük.


ÖMER ULUÇ


Resim onun yüreğine çengelli


Her ne kadar onun resimle kurduğu ilişkinin yakın tanıklarından biri olsam da, ressam Ömer Uluç'u anlatmak haddim değil.

Birkaç satırda İnsan Ömer'i anlatmaksa inanın mümkün değil.

Onunla karşılaşmadan efsanesini duymuştum: Afrika'dan yeni dönmüş ve İstanbul sanat çevresinin üstüne bir kabus gibi çökmüştü. Resmini beğenen vardı beğenmeyen vardı. Önemsemeyen çıkmazdı.

Bir de elbet hayatı.

Bir o, bir Selahattin Hilav, bir de Hayalet Oğuz. Üçü de içkici adamlardı. Ama onlar diğerlerine benzemiyor, ‘‘içince bir korsan ağzıyla içiyor, sevince durup düşünüyorlardı.’’

Gerçekten de Ömer kadar sevdiği üstüne ince düşünüp titizlenen, sevmediğine hepten boşveren başka birini tanımadım ben.

Sonra Vivet'le -bence onun için, belki ondan ötürü- Paris'e taşındı. Yeni bir sayfa açtı.

Yığınla zırtapozun yaptığını yapmadı: Resmini ucuza satmadı. Açacaksa gitti Paris'in önemli galerilerinden birinde sergi açtı.

Şimdi ufukta yeni sergisi var. Bu kez yolculuk New York'a. Geçen akşam Peggy Guggenheim'ı, onun torunu Sandro'yu, Sandro'nun New York'taki galerisinde neyi nasıl sergileyeceğini anlatırken Ömer'e baktım: Ece Ayhan'ın dediği gibi, resim onun yüreğine çengelli.


TÛBA ÇANDAR


Esas onun hayatı roman olur


Tûba'yla uzun süre görüşemedik. Aramıza coğrafya girdi. Coğrafya deyip geçmeyin. Dostluk kırandır o. İnsan kimi zaman dağları denizleri aşar da bir engebeyi aşamaz. Takılır kalır.

Ne sen gidebilirsin ne o gelebilir.

Evet, uzun süre görüşmemiştik. Cengiz'le bir iki yıllığına gittiği Amerika'dan döndüğünü biliyordum da açıkçası neyle uğraştığını bilmiyordum. Geçen ay karşılaştığımızda Mualla Eyüboğlu üstüne bir kitap yazdığını öğrenince çok sevindim. Okumuşsunuzdur: Hitit Güneşi.

Tûba'yı tanıyanlar bilir: Hayatında yazının hep önemli bir yeri oldu. Ama bana sorarsanız o hep ‘‘yazmanın’’ kıyısında durdu. Bunu iki yıl boyunca Gazete Pazar'da yazdığı portrelere hatta Hitit Güneşi'ne rağmen söylüyorum. Eğer hayatını yaşamak değil de yazmak belirleseydi ne olurdu diye düşünmeden edemiyorum.

O, yaşamayı seçti. Geçenlerde bir söyleşisinde anlattığı gibi debisi yüksek bir adamla Cengiz Çandar'la. Cengiz'in ışığıyla mı parladı, hayatı mı ona akıttı, kestirmek güç.

Ama, bildiğim bir şey var: Bunca birikimini, ezbere bilmeme rağmen burada tek bir ipucu bile vermeyeceğim hayatına yatırsa ve yazsa biliyor musunuz ne olur? Hani herkesinki romandır ya, esas onun hayatı roman olur.


ON BAR

Reasürans Çarşısı No: 10

Tel: 0.212 296 13 11

Yerli içkiler: 4-5 milyon

Yabancı içkiler: 9-10 milyon
Yazının Devamını Oku

O gün tanıştılar, bu yazının adını koydular: Aşka aşık adamlar

8 Mart 2003
Efe kabul etmiş. Yavuz olur demiş. Lokanta seçimi Efe'nin. Düşünüp arayacak. İyi. Zaten nereye gidersek gidelim iyi bir yemek yiyeceğimiz kesin. Efe'yi her ne kadar tanımıyorsam da o kadarını biliyorum. Zaten yazacağım yazı da neredeyse hazır: Farklı kuşaklardan, tanışmayan, şu an hiçbir benzerliklerinin olmadığını bilsem de o an için birinin fotoğrafının ötekinin arabı olduğuna emin olduğum iki kişiyle yemek yiyeceğim.

Daha ne isterim?

Efe arayıp, Mövenpick Oteli'ni önerdiğinde, duraksadım. İstanbul'da gidilecek bunca lokanta varken, ara sıra sinemaya gittiğim, acıkınca da bir şeyler yediğim, açıkça otel müşterileriyle sinema seyircilerinin doldurduğu otel lokantasında ne işimiz olduğunu kestiremedim.

Oysa sözünü ettiği, henüz resmi açılışı bile yapılmamış, İstanbul'daki yeni Mövenpick Oteli. Doğru ya, diğerinin adı uzun süredir Mövenpick değil.

Sekiz buçukta, girişteki barda buluşacağız. Ben erken gittim.

Bilenler bilir, barlar yalnız insanlar içindir. Ve bar deyince benim aklıma Ömer Uluç'la Bukowski gelir.

Mövenpick Oteli'nin barı, yeni açıldığından mı, aydınlatmasından mı, pencereden bakınca karşınıza çıkan Sabancı Kuleleri'nin ışıltılı ağırlığından mı nedendir bilinmez insanın yalnızlığını törpüleyen bir bar değil. Neyse ki Efe gecikmedi. Beni hayatta sevindiren tek hediyeyle geldi.

Yavuz'u bekledik. Beklerken bir içki içtik.

Uçak kalkmadan beş saat önce havaalanına giden, buluşulacaksa en az bir saat önce huzura gelen Yavuz, o gece gecikti. Bahanesi hazır: Eve gitmiş, ceket giymiş. Oysa o da ben de, adımız gibi biliyoruz ki İndochine'den çıkamamış. İndochine Yavuz'un, dünyanın dört bir yanından topladığı antika ve mobilyaları sattığı son oyuncağının adı.

Yemeğe geçtik.

Azzure, Mövenpick Oteli'nin iddialı lokantası: Fransız mutfağı. Geniş bir şarap mönüsü de var. Ve bana sorarsanız fiyatlar ortalama bir Fransız şarabı için oldukça pahalı.

Yemeklere gelince; Efe, başlangıçmış, ana yemekmiş fark etmez dedi ve Steak Tartare istedi. Yavuz Osso Bucco'da ısrarlı. Ben, beyaz domatesli bir başlangıç, sonra da bildiğimiz bonfile yedim. Hepsi güzeldi.

Ama daha da güzeli, farklı dünyalardan farklı zamanlardan gelen iki insanın birbirlerini tarttıktan sonra kurdukları ortak dildi.

Erkekler ya, baktılar ortada muğlaklık var, yazının adını da kendileri koydular: Aşka aşık adamlar.

Çıkmadan, dönüp sordular. Ne yazacaktım? Bilmiyordum.

Doğru mu? Doğru.


YAVUZ DEMİR


Şeytan tüylü, ayrık otu arkadaşım


Onu sanırım ilk kez 1980'li yılların ortasında Bodrum'da gördüm. Bir lokantada itiş kakış tam karşımızdaki masaya kurulmuş, yüksek sesle konuşuyor, garsonlara sataşıyor, gelen geçen arkadaşlarıyla şakalaşıyordu.

Bizim masaya da bir iki laf attı.

Tanışmıyorduk. Aman kalsındı.

Benim sevmediğim bütün erkeklik hallerini kuşanmış gibiydi: kurumluydu, yukardandı, yanındaki güzel kadınlara sadece güzel oldukları için süs bebeği muamelesi yapıyor, en kötüsü de her gün boy boy resimlerinin çıktığı dergiler aracılığıyla yaşadığı renkli hayatı Türkiye'nin geri kalanıyla paylaşıyordu: Beyaz geceler, kalabalık davetler, çıkılan geziler. Hálá öyle.

Gençlik bu ya, ben de o yıllarda ilk bakışta insanları şıp diye tanıdığıma inanırdım. Uzun söze gerek yoktu, görünen köy kılavuz istemezdi: Yavuz Demir benim dünyamın insanı değildi. Hálá da değil.

O günlerde biri çıkıp yirmi yıl sonra Yavuz'un arkadaşım olacağını söylese harhalde kahkahalarla gülerdim.

Uzun süre hiç karşılaşmadık. Sonra, yıllar sonra rastlantının böylesi dedirten bir nedenden ötürü kendimi Yavuz'un Bodrum'daki evinde buldum. İncelikle döşenmiş çok şık bir evdi. Demek ki zevkliydi. Bizi ancak gönül insanlarında görülen bir sıcaklıkla karşıladı. O kısacık ikindi diliminde konukseverliğini, bir de bahçede koşturan Tokaz'la içeride usul usul kitap okuyan Melissa'ya

-torunlarına- nasıl baktığını gördüm. Dünya bir yana benim dünyam bu yana.

Arkadaşlığımız kolay kurulmadı. İki kirpi gibiydik. Ben bardağın boş yanına bakan kötümserler gibi Yavuz'un dolu yanını görmek istemedim. O yıllar sonra itiraf ettiği gibi, kır saçlı bir cadıya hangi elini göstereceğini bilemedi.

Bir gün, oyunun bittiği, süngünün düştüğü bir gün, arkadaş oluverdik. Şimdi karşıma biri çıkıp, yıllar önce benim yaptığım gibi Yavuz'daki görüneni anlatsa gık çıkarmadan dinlerim. Yavuz'u sevmek için ya onun hovardaca herkese sunduğu dünyasından hoşlanmak ya da kimseciklere göstermediği yüzünü tanımak gerekir derim.

Ayrıca tanımak da ne demek?

Yıllar önce, ilk görüşte herkesi iliğine kadar tanıdığını sanan ben, şimdi biliyorum ki tanımak için bir ömür vermek gerek. O da yeterse.

Şeytan tüylü, dövüşe doymayan, ayrık otu arkadaşım benim.

Bilmem seni biraz olsun anlatabildim mi?


EFE ÖNBİLGİN


Bir ateş topu


İlk kez Efe'nin adını kimden duydum, şimdi hatırlamıyorum. Ama geçen yıl o sıralar yeni tanışacağı evle ilgili bir iki konuyu görüşmek için buluşmuştuk. Onu ilk kez görüyordum. Şaşırmıştım.

Evet CNN Türk'ün başında cevval, genç bir yöneticinin olduğunu biliyordum da bu kadarını beklemiyordum. Fazla gençti.

Dayanamayıp çenesi düşük insanlar gibi yaşını sormuştum.

Hani tuhaf bir adınız vardır da tanıştığınız herkes anlamını sorup sizi canınızdan bezdirir, üstelik açıklamanızı da ister, işte Efe de sesinden silemediği bıkkınlıkla cevap vermişti. Çilesinin bitmediğini nerden bilecek? İkinci kalıp cümlem de hazırdı: ‘‘Daha genç gösteriyorsunuz.’’

Geçen akşam da aynı şey oldu. Yavuz geldi, Efe'yle tanıştı. Önce biraz hoşbeş sonra aynı soru, aynı şaşkınlık, aynı tepki.

Efe'ye baktım. Zaten gençken genç görünmenin zorluğunu anladım. Hep rüştünü ispat etme zorunluluğu. Yorucu.

O an düşündüm.

Romanlarda ölümsüzlüğe ya da ebedi gençliğe mahkum kahramanlara rastlanır ya, ender olsa da gerçek hayatta da böyle insanlar vardır. Gençlik onlara yapışır, bırakmaz. Nedense Efe de bana bu büyülü insanların soyundan geliyor gibi geldi. Kimilerine haşin, kimilerine hoyrat davranan zaman nedense bu insanlara dokunmaz. Yaşıtları yaşlanır, onlar genç kalır. Bir nimet mi bir lanet mi, yaşayan bilir.

Onu tanıdığım gün sabırsızlığına da tanık olmuştum. Ev tutulmuştu, taşınılacaktı ya, hemen o anda her sorun çözülmeliydi. Üstelik istediği gibi. Bana kalırsa en az bir aylık iş vardı: Bir hafta sonra taşındığını duydum.

Genellikle insanların sakladıkları özelliklerini sakınmadan söyleyen biriydi. Evet hırslıydı, evet başarıyı seviyordu. Bilenmişti, geliyordu.

Aslında ben alıcı kuşlardan çok hoşlanmam. Sayılamayacak kadar çok paranın, kendinden menkul bir iktidarın bedelinin ağır olduğunu düşünürüm. Ama misket gibi parlayan gözleri mi, kırılgan gülümsemesi mi, sonradan öğrenilmediği belli olan nezaketi mi neden bilinmez, Efe'nin farklı olduğunu düşündüm. Hálá da öyle düşünüyorum.

Her ne kadar o kendini hırslı diye tanımlasa da artık biliyorum: Efe bir ateş topu.

Hem yanan, hem yakan.
Yazının Devamını Oku