Figen Batur

Özlem’in suşili ve kahveli kariyeri

14 Ağustos 2004
Kimdir komşu?<br>Aynı apartmanda oturan mıdır?<br>Bitişik bahçede yaşayan mıdır? Sabah işe giderken solgun bir günaydınla selamlaştığınız, söylene söylene toplanıp ortak sorunlara çözüm aradığınız, kimi zaman anlaştığınız, çoğu zaman anlaşamadığınız yabancılar mıdır?

Belli ki öyle.

İstediği kadar Türkçe, komşu ve komşuluk üzerine edilmiş veciz sözlerle dolu olsun, bu artık böyle.

Ev alınmayıp komşu alınan, kötüsü adama mülk sattıran komşuluk geçmişte kaldı. Muharrem ayında aşurelerin dağıtıldığı, acil durumlarda yan kapıdan tuz kahve limon tedarik etmenin olağan, kapıda kalan çocukları sahiplenmenin, hastası olanlara el vermenin, düğünlerin sevincine de, ölümlerin kederine de ortak olmanın sıradan sayıldığı; ‘Bir müşkülünüz yoksa bu akşam annemler size gelecek’ diye haber salınan dönem yok artık.

Şimdi zaman, biri bahçenize biraz sokuldu diye çekip adam vurmanın, alt kattaki delikanlı müziğin sesini yükseltince polis çağırmanın, ‘O bunu yapıyorsa ben de yaparım’ diye birinin kaçamağına kaçak katla cevap vermenin devri.

Eskiye ait birçok değer gibi komşuluk da bitti gitti.

KENDİ EVİM OLDUĞUNDA KOMŞUM OLMADI

Çocukluğum, Ankara’nın Çankaya’sında geçti.

Bahçe içinde iki katlı evlerin asfaltlanmamış yolun kenarına sıralandığı ve nedense yabancıların rağbet ettiği mahallede biz çocuklar tozlu sokaklarda koşuşturur, dut ağaçlarına tırmanırken, annelerimiz de ülkelerinden ayrı düşmüş komşularına yardım etmek için uğraşırlardı. O günlerden, beni ilk kez Cola ile tanıştıran şaşkın ördek Paula ve Blue Bells diye haykırarak ip atladığımız Kathy Caine kalmış aklımda.

Yaz aylarında, İstanbul’a geldiğimizde, mahalleliyi doyurmayı görev edinmiş anneannem balkonda büyük sofralar kurar, cümbür cemaat yenilen yemeklere bayılırdı. Sonraları, biz uzaklardayken, elden ayaktan düştüğünde, ona o sofraların konuğu Necati Amca ve eşi baktı. Uzaktaydık ama içimiz rahattı. Sevilgen Ailesi oradaydı.

Kendi evim olduğunda, komşum olmadı.

O illerde komşuluk demek, merdivende rastlaştığınızda hafif bir boyun eğmesiyle verdiğiniz selamlar demekti. Bir Bonjour, bir Bonsoir. O kadar.

Sonra dönüş.

Baba evi.

Ve hışım gibi evden çıkıp işe gider, akşam yorgun argın dönerken ışık yanan pencereden izlediğim mutlu aile: Güzel Oya, yakışıklı Kaya, taş bebek Funda’yla bukleli Defne.

O gün kurulan dostluk, bitmedi.

Selamımız, sabahımız kesilmedi.

Sonrası kesat.

KUZGUNCUK’TA MAHALLE NE DEMEK BİLDİM

İstanbul’da, tam da Perihan Abla dizisinin ortalığı kasıp kavurduğu yıllarda Kuzguncuk’ta otururken, mahalle ne demek bildim. Ama komşu diye zaten orada oturan iki arkadaşımı belledim. Aynı zamanda ev sahibim de olan Faruk. Bir de şeceresi Türkiye kadar eski ve renkli Fadik.

Zaman geçti, başka semtler, başka evler derken komşularım değişti.

İçlerinden birini, kerpeteniyle üstüme geleni saymazsam, aklımda ne bir isim ne bir yüz.

Hepsi, hepsine benzerdi.

Gülser’i tanıyana kadar da bu böyle devam etti.

Gülser Şensü: İyilik meleği.

Sayıları gün geçtikçe azalsa da onun gibi insanlar var. İyi ki var.

Gülser, hafif. Gülser, hazır. Gülser, dayanıklı. Gülser, gülümser. Gülser, yardımsever. Başınız sıkışmaya görsün: Gülser gelir, Gülser, halleder.

Annemlere komşu olduğu için, içim rahat kaç yaz geçirdim ben.

Bilirdim ki birinin tansiyonu sekse, Gülser oradadır. Diğerinin içi çekilse, o orada. Gülen gözleri sadece Özlem’den söz ederken buğulanır. Kızının adını hasret çekeceğini bile bile mi koymuştur, yoksa çocuklara verilen adlar gün gelir canınızı yakar şiarı mı doğrudur, bilinmez. Canı, ciğeri, bir tanesi ona hiç benzememiş, Saint Benoit Lisesi’ni bitirdikten sonra Amerika’ya yerleşmiştir. Önce üniversite, sonra staj, sonra çalışma hayatı derken, Özlem Washington’ı mesken tutmuş, işte o gün, Gülser’in misket gözlerine buğu oturmuştur.

Aradan yıllar geçti.

Buğu sise, sis pusa dönüştü.

Sonra bir gün, güneş açtı.

Gülen yüzü daha da güldü.

Anladık: Özlem dönmüştü.

BODRUM’DA HENÜZ YER AÇMAMIŞLAR, EVE ÇAĞIRDIM

Özlem 14 yıl Amerika’da yaşadıktan orada Palais de Chocolat’dan Cheese Cake Factory’e kadar yığınla önemli işyerinde çalıştıktan sonra bir gün Türkiye’ye döndü. Kalmak için değil. Bir süre Gülser’in yanında durmak için. Aklı Washington’daydı. Evet, başlangıçta ekmek üzerine ketçap sürüp yemiş, bunu da annesine kızılcık şerbeti gibi anlatmıştı ama artık başarmıştı. Burada sıfırdan başlamasının anlamı yoktu.

Üstelik ona göre Amerika’nın çalışma koşullarına alışık olanlar, güzel yurdumuzun iş ahlakına kolay uyum sağlayamıyordu. Tam o günlerde, biraz da iki cami arası binamaz dururken, Divan Oteli’nin altında açılacak Suşi Barı kurması önerildi. Yemedi içmedi, kendini suşiye adadı. Varsa yoksa çiğ balık, wasabi, tempura şu, bu. O yılın sonunda suşi sevenler arasında Divan Oteli bir numara olmuştu. Suşi sevmediğimden ne açtığı lokantaya gittim ne eve getirtip yedim. Başarısını başkalarından dinledim.

Sonra onu daha da heyecanlandıran ikinci teklif, Starbucks kahvelerinin Türkiye’de kuracağı zincirde yeme-içme müdürü olması gündeme geldi.

Bu kez, hayatı kahveye kesti.

Önce Erenköy’de küçük bir mekan, sonra Suadiye, Selamiçeşme, Etiler, Akmerkez derken 13 Starbucks dükkanını hayata geçirdi. O ve o olmasa asla yapamazdım dediği genel müdürü Işıl Hanım’la hálá harıl harıl çalışmakta.

Bodrum’da henüz bir yer açmamışlar. Henüz burada bir yerleri yok diye kahve içmekten ve kahveye eşlik edecek sohbetten vaz geçeceğime onu eve çağırdım. Elinde bir torba Colombia kahvesi, makinesi ve porselen Starbucks fincanlarıyla geldi.

Kahve içmenin de adabı ayrı.

Önce kahveyi koyuyor, sonra dört çorba kaşığı soğuk su ile ıslatıyorsunuz. Sıcak suyu çentiğin olduğu yere kadar dolduruyor, biraz bekliyor, sonra üstteki kulpu yavaş yavaş aşağı indiriyorsunuz. Deneye yanıla istediğiniz kıvamı tutturuyorsunuz.

Benim gibi tadı kadar kokusunu da sevenlerden, kahve kokusunun mutluluk demek olduğunu bilenlerdenseniz bırakın, tütsün.

O akşam, bol bol kahve içtik.

Bir fincanın kırk yıl hatırı varsa, bir fincan bir kaşık kahveden çıkarsa, Özlem’in getirdiği bir torbanın hatırı ne kadar?

O geceden beri, her sabah koyu kahvemi içerken düşünüyorum.

Gerçekten bir torbanın hatırı ne kadar?

Ve hatır dediğin neleri kapsar?
Yazının Devamını Oku

Siz orayı Socia diye bilirsiniz ama benim için hep Mustafa’nın yeri

31 Temmuz 2004
Bilmem katılır mısınız?<br>Benim için öyle mekanlar vardır ki oralara ne zaman yolum düşse, gittiğim ilk günü hatırlarım. İstediği kadar el, istediği kadar çehre değiştirsin, orası benim için hep ilk günkü gibidir. Aslında anıların oyunudur bu. Ortada eski günleri hatırlatacak bir şey yoktur. Ne oturduğunuz masa, ne yediğiniz yemek, ne çalan müzik ne de müşteriler aynıdır. Ama adımınızı atmaya görün, yıllar öncesine döner, geçmişe gidersiniz.

Yeniköy’deki Socia da benim için böyle.

Mustafa Kemal Ağaoğlu -sonraları kendine taktığı isimle Mim Kaf- kendi yayınevini kapattıktan sonra bütün yazarları bir araya getirecek, onları buluşturacak bir kooperatif için kolları sıvamış Yazko’yu kurmaya çalışıyordu. Elinde en az yüz kişilik bir liste, kapı kapı dolaşıyordu. İşi zordu...

Başlangıçta kimse boynunda atkısı, kah sabah vakti, kah gece yarısı kapısını çalan bu kartal bakışlı adamı ciddiye almadı. Üstelik Mustafa yazarlardan da ellerini taşın altına koymalarını istiyor, katılan herkesin ortak olacağı bir kooperatiften söz ediyordu. Türk aydınları bir araya gelecek, kendi kitaplarını yayımlayacak, kendi dergilerini çıkartacaktı. Onun böylesine kolay anlattığı şey aslında olabilecek en güç işlerden biriydi. 80’li yılların o kara günlerinde herkes gibi yazarlar da uçlara savrulmuştu.

Eline üç kuruş para geçen gençler hemen dergi çıkartmaya koyulur, bir araya gelen iki kişi yayınevi kurardı. Ortada fazla okur da olmadığından bütün bu iyi niyetli girişimler ister istemez kısa ömürlü olur, iki sayı çıkabilen dergiler alkışlanır, üç kitap yayımlayan yayınevleri ciddiye alınırdı. Herkesin söyleyeceği sözü vardı da kimse o sözü diğerleri ile birlikte söylemek istemezdi. Horozlar kendi çöplüklerinde ötmeliydi.

Mustafa bir iki ay dolaştıktan sonra, imkansızı başardı. Yazko’yu kurdu. Şimdi iş onu yaşatacak parayı bulmaya kalmıştı. Cağaloğlu’nda bir han tutuldu, dergiler çıktı, kitaplar yayınlandı. Önceleri iyi giden satışların getirdiği, her yayıncının düşü, günlük gazete çıkarma aşamasına gelince yetmez oldu. Çıkmasına gazete çıktı da, bir iki ay sonra battı. Yazko da bundan nasibini aldı. Mustafa yönetimden çekildi, yerine gelenler bir süre devam etti, sonra da bitti gitti.

Ama iflah olmaz bir iyimser olan Mustafa Kemal pes etmedi. Bu kez Bilsak diye tutturdu. Üstelik Bilsak yazarlarla da sınırlı kalmayacaktı. Cihangir’deki bina, ressamlara da, yontuculara da, sinemacılarla tiyatroculara da açıktı. Atölyeler kuruldu. Ama sanatın nakde dönüşmesinin zorluğunu yaşamış, bundan gerekli dersi çıkarmış Mustafa bu sefer tongaya basmadı. Sürekli para akışını sağlamak için binanın çatı katını bar yaptı. Ne denir, doğru hesap: Türk aydını gün gelir kitap almaz ama içki içmeden durmaz.

Yaz ayları için lokal peşine düşmesi de o günlere rastlar. Herkes onun Cihangir’den fazla uzağa gitmeyeceğini düşünürken, o gitti Yeniköy’de denize sıfır bir bahçe kiraladı ve orayı o yılın en popüler mekanı yaptı. Yerde çakıl taşları, yürüyemezdiniz. Arada müzik çatallaşır, sinirlenirdiniz. Yemek servisinin de aksadığı olurdu. Ama artık havasından mı suyundan mı yoksa orayı mesken tutan insanlardan mı bilmem, ertesi gece onca yolu tepip gene Yeniköy’e gelirdiniz.

KIŞLARI SAKİN SEMTİN HIZLI YAZ MEKANLARI

O zamanlar, Kuzguncuk’ta oturuyordum. Ve Yeniköy’e gitmenin en kolay ve en güzel yolunu bulmuştum. Üsküdar’a iner, Beşiktaş motorlarından birine biner, Yeniköy’e kadar aheste çek kürekleri derdim. Dönüşte de, Beykoz motorlarından birine atlar, mutlaka ama mutlaka duvar boyu fışkıran mor ortancalardan bir tanesini koparır, yeni yapılmakta olan ikinci köprünün altından, yıldızlara baka baka evin yolunu tutardım.

O yaz vazolardan ortanca eksik olmadı.

Sonra gel zaman git zaman Yeniköy’e taşındım. Mustafa’nın bahçesi orda duruyordu. Adı değişmiş Süleyman Nazif olmuştu. Yeniköy’de oturanlar bilir. Kış aylarında Yeniköy kendi üstüne örtük bir mahalledir. Gidilecek yerler, bir iki balıkçı, bir iki mantıcı, köfteci, muhallebici ile sınırlıdır. Döne döne aynı yerlere gidilir, üç aşağı beş yukarı aynı insanlarla selamlaşılır. Yazın da durum pek değişmez. Bilinen kadroya bir iki yazlık mekan katılır ama buraların müşterileri farklıdır. Yeniköylü kış boyu gittiği yerlere sadık kalır, yazlığı yazlıkçılara bırakır. Ben de öyle yaptım. Yıllar önce üşenmeden Kuzguncuk’tan geldiğim bahçeye, mahalleye taşındıktan sonra pek uğramadım.

Geçen geceye kadar.

Geçen gece, benim için hep Mustafa’nın yeri olarak kalacak bahçeye ilk kez adım attım.

Davetliydim. Bir de telaşlı. İstanbul’dan gitme zamanı gelmişti. Bodrum’da uzun kalacaktım. Giderayak bol gezmeli, yazı biriktirmeliydim.

İyi de, kiminle gitmeli?

Önce o dönemi birlikte geçirdiğimiz ortak arkadaşlarımızı düşündüm. Sonra neden Mustafa ile olmasın dedim. Şimdi buralarda oturmuyor diye gelmemezlik etmezdi. Pekala karşı karşıya geçer, pekala bir iki kadeh içerdik.

İsterse eski günlerden söz ederdik. İsterse etmezdik. İsterse konuşurduk, isterse susardık. Tek kişilik masa ayırttım.

ESKİYE ÖZLEM Mİ, YOKSA YAŞLANDIK MI

Zemin artık çakıllı değil. Büyük minderler ve uçuşan tüller arasına yerleştirilmiş seyrek masalar. Orta yerde kocaman bir bar.

Bir de bahçeyi yan yalıdan ayıran duvara asılı koca bir televizyon. Artık kısa olan sezonu olası maçlar için ıskalamamak adına mı, yoksa oraya gidenler onsuz yapamıyorlar diye mi neden bilmem öyle asılmış, koca duvarı kaplamış. Allah’tan, kapalı.

Şık bir yer mi? Evet şık. Teferruatı az tutulmuş bir şıklık.

Müzik iyi. Bağırmıyor. Adına itirazımız var. Nasıl okunduğunu tartışıyoruz. Sosya mı? Soşya mı?

Kendisi iflah olmaz münafık ya, lafı Türklerin Türk olan hiçbir şeyi sevmediklerine, bundan Türkçe’nin de nasiplendiğine kadar vardırıyor.

Masaya gelip mutlu olup olmadığımızı soran alımlı hanımı görünce, yüzüne kocaman bir gülümseme yayılıyor. Güzele hep zaafı olduğunu düşünüyorum. Söylemiyorum.

Yemekler geldi. Mürekkep balıklı risotto gerçekten mükemmeldi. Şarap buz, ekmek çıtır, salata tazeydi.

Uzakta bir masada Yavuz Baydar’ı gördük. O bizi görmedi. Diğer masada gözümüze yabancı gelmeyen başka biri.

Yemek bitti. Kalktık. Mutluyduk, huzurluyduk, Boğaz tütmeye, gece çökmeye başlamıştı.

Ama gene de söylemeden edemedik: ‘Nerede bıldır yağan kar şimdi?’

Bir daha gelir miyiz diye sorduk. Geliriz dedik.

Eskiye duyduğumuz özlemi, yaşlanmamıza verdik.

SOCIA:

Köybaşı Caddesi No: 89, Tel: 0212 299 00 80

Kişi başı 50-60 milyon civarı.

Baş başa yemek ya da kapatıp davet vermek için ideal. Tek başına, mükemmel.
Yazının Devamını Oku

Balık isimleri bilmezken piri oldular

24 Temmuz 2004
Adaşımla (Figen Özdenak) geçenlerde buluştuk ve ikimizin de pek heveslisi olmadığı bir yere, Reina’ya gittik. İkimiz de Reina’nın içinde bulunan Niş lokantasında çok iyi yemek yendiğini duymuştuk. Denemeye karar verdik. Erken gidelim, kalabalığa karışmadan dönelim istedik, sekiz diye sözleştik. Evde oturup zaman öldürürken neden ben daha da erken gitmeyeyim ki, nasıl olsa bir bar vardır, oturur içkimi içer, Boğaz’a bakar serinlerim dedim, akşamın en güzel saatinde altı sularında Niş’in barına tünedim. İyi ki de erken gitmişim.. Niş’in sahibi Kaya Demirer ile tanıştım, onun serüvenini dinledim.

Kaya ve Gül Demirer Ankaralı. Evlendikten sonra biraz Ankara’da oturup farklı işlerle uğraşmış, sonra babalarından kalan bir mülkü değerlendirmek için Bodrum’a gitmişler. Gidiş o gidiş. Yerleşmişler. Sonra Gümüşlük’te bir lokanta açmışlar. Kaya o günleri anlatırken yemekten nasıl anlamadıklarını, hele balık konusunda külliyen cahil olduklarını söylüyor.

Ama inatları inat: Yemek işini becerecek, balık işini çözecekler. O günlerde neredeyse bir ikisi dışında balık adı bilmeyen Demirerler şimdi balık üstadı olmuş çıkmışlar. En iddialı yemekleri balıklar ve deniz mahsulleri. Nasıl mı olmuş? Deneye yanıla yaka saça, yılmadan, tırsmadan bir gün olsun umutsuzluğa kapılmadan çalışmışlar. Gül, rüyalarında bile yemek gördüğünü söylüyor. Anlayacağınız, bir öğrenmişler, pir öğrenmişler. Gümüşlük’te tutunduktan sonra kış aylarının geçmek bilmeyen Bodrum günlerinden, dinmek bilmeyen yağmurlarından bunalmış, Ankara’ya dönmüşler. Ankara’da açtıkları Karaf öyle tutmuş öyle tutmuş ki iki yıl önce İstanbul’a göçmeleri farz olmuş. Önce Nişantaşı’ndaki Niş’te rüştlerini ispat etmiş, bu yaz da Reina’ya gelmişler. Gene Reina’nın içinde Eren Talu’nun dekore ettiği bembeyaz bir lokantaları daha var: G by Karaf. Orayı, 24 saat kocasıyla birlikte olmanın pek de sağlıklı olmadığını düşünen Gül, kendisine ayırmış. Gül işin yemek faslından sorumlu. Kaya, işletmesinden.

O akşam yediğimiz bütün yemekler gerçekten özel yemeklerdi. Serüvenli yemekler. Kişnişli püre yanında gelen bonfileden ve domuz pirzolasından tattım. Enfesti. Benzer lokantalarda hep aynı yemekleri yemekten sıkılanlara şiddetle öneririm. Yer güzel, nasıl güzel olmasın, Boğaz’ın üstü, fiyatlar adam başı 50, 60 milyon civarı ve erken giden erken kalkanlar için neredeyse sakin. Bunlara kefilim. Gerisini görmedim, bilmem. Gece yarısına doğru akın akın insanlar gelmeye başlıyor, adım atacak yer kalmıyormuş. Dans ve eğlence alıp başını gidiyormuş. Benim gibi yemek yer yemez evinin yolunu tutanlardan değil de, eğlenmeyi sevenlerdenseniz, önce yemeğinizi yer, sonra bol bol dans edersiniz. Anlatılanlara bakılırsa çok kişi de bunu yapıyormuş. Tatlı yerine samba. Neden olmasın?

Yemeği çatalının ucuyla yiyenlerle tabağı sıyıranlar...

Kendi de dili ve düşünceleri kadar renkli olan babaannem, insanları benim içinden çıkamadığım sınıflara ayırır; kimin kiminle anlaşacağının, kimin kimle bozuşacağının, kimin kime aşık olacağının, kimin kimden ayrılacağının, kimin neyi başaracağının, kimin nerede tökezleyeceğinin önceden bilinebileceğini söylerdi. Hayretten ağzım açık onu dinlerken o da hayretle bana bakardı. Şunun şurasında anlaşılmayacak ne vardı? İnsan dediğin, diş macunu tüpünü ortadan sıkanlarla dibini kıvıranlar, yemeği çatalının ucuyla yiyenlerle tabağı sıyıranlar, önüne bakarak yürüyenlerle arkasını kollayanlar gibi dallara ayrılırdı. Bunlara gözünün akı beyaz olanları, ölü balık gibi bakanları, ellerini ovuşturanları, c ile ç harfini karıştıranları, tırnaklarını kesenlerle kemirenleri, içki kadehini tüy gibi tutanlarla silah gibi kavrayanları, otururken bacak bacak üstüne atanlarla ayaklarını sallayanları ve daha binlercesini kattığınızda ortaya sadece onun bildiği bir tipoloji atlası çıkardı ki, anlamamakta haklıydım...

Önceleri gülüp geçtim.

Sonra kehanetlerinde çok da yanılmadığını görüp dehşete düştüm.

Hiç unutmam bir gün, ikisinin de adı Deniz olan ve bence birbirlerine hiç mi hiç uymayan arkadaşlarım evlenmeye karar verdiğinde, adaşların birbirlerine benzemeyen benzer insanlar olduklarını söylemiş, bu iş yürür demişti.

Dediği çıktı.

Aklımda yer etmiş olmalı.

O gün bu gün ne zaman bir Figen’le karşılaşsam dikkat kesilirim. Şimdi düşünüyorum da Fügen’leri dışarıda bırakırsam iki tane Figen ile tanışmışım. Biri Mirel, diğeri Özdenak.

Figen Mirel ile benzer miyiz? Hem evet hem hayır.

Ya Özdenak ile?

O da öyle.

HUYUMUZ FARKLI AMA SUYUMUZ AYNI

Kimi gün adımı bile hatırlamakta zorlanan ben, Figen Özdenak ile tanıştığım geceyi dün gibi hatırlıyorsam eğer, bunda hurafi babaannemin de rolü olmalı.

Kaç yıl oldu? On beş mi, yirmi mi? Zaman silinmiş.

Anlamsız bir yılbaşı partisinde, insanlar eni konu eğlenirken boğulacak duygusuna kapılmış, nezaketen de olsa saatin on iki olmasını bekleyemeden kapıya doğru seğirtmiştim ki, dört kişilik bir kadınlar grubuyla burun buruna geldim. Canan, Nurçin şimdi adını anımsayamadığım başka biri, bir de heybetli Figen.

Partiye boş vermiş, geceye birlikte devam etmiştik.

Tanışmam o yılbaşı gecesine rastlar da, tanımam yıllar aldı.

Ve rahmetli babaannem bir kez daha haklı çıktı.

Ben ne kadar tembelsem, o, o kadar çalışkan, ben ne kadar hırssızsam, o, o kadar hırslı, ben ne kadar huysuzsam, o, o kadar huylu, ben ne kadar dağınıksam, o, o kadar toplu, ben ne kadar şuursuzsam, o, o kadar şuurlu, ben ne kadar şuysam o, o kadar budur. Adlarımız dışında benzer yanımız yok gibi durur.

Ama bu, işin yazı tarafı.

Turasına gelince: Huyumuz farklı ama suyumuz aynı.

Onun sevdiğini ben de severim.

Beğendiğini, beğenirim.

Figen Özdenak kim midir?

Figen Özdenak, Figen Özdenak’tır.

Adının önüne modacı, tasarımcı gibi yaftaların yapıştırılmasını sevmeyen, isminin bilinmesindense işinin yürümesini yeğleyen, arada da Türkiye’nin en hoş kadınlarını giydiren başarılı bir iş kadınıdır.

Elbette bütün müşterileri arkadaşı değildir ama bütün arkadaşları müşterisidir.

ERKEKSİ GİYİNEN DİŞİ KADINLAR

Butiği sadece elbise satılan bir yer değildir. Onun imzasıdır, adresidir. İçeri girer girmez Figen’in dünyasına girersiniz. Ve orada onun sözünü dinlersiniz. Kimseyi hoşnut etmeye çalışmadığı gibi pohpohlanmayı da beklemez. Hatırlı biri istedi diye çizgisinden ödün vermez. Moda da olsa fırfır, dantel, volan sevmez, modellerine gereksiz ayrıntı eklemez. Onun kadınları erkeksi giyinen dişi kadınlardır. Tiril kumaşları seven, tüy kaşmirlere bürünen kadınlar. Olduk olmadık yerde açılmayan, dökülüp saçılmayan kadınlar. Dişiliklerini dekoltelerde aramayan, içlerinde taşıyan kadınlar.

Onunla çalıştıkları dönemde ince bir zarafete bürünüp, ayrıldıklarında asıllarına dönen az buz ünlü tanımadım ben.

Müthiş çalışkandır. Ve çalışkan insanların asla beceremediği bir şeyi becerir: Kendini şımartır, zaman ayırır.

Benim niye okuduğunu asla anlamadığım kitapları okur, çok anladığım seferlere çıkar.

Yorgun argın eve dönerken bile durup taze balığını alır, gider mangalını yakar.

Uzun yürüyüşlere bayılır.

Dostları ve kardeşlerine zaman ayırır. Hepsine yetişir.

Ve neredeyse iki yılda bir ev değiştirir.

Mükemmeliyetçidir: Ayrıntıları savsaklamaz ama yanlış yapmaktan da korkmaz.

Ne istediğini bilir. Kolay söz vermez ama verince tutar. Kolay beğenmez ama beğenince söyler, kolay sevmez ama sevince sever.

Sıfırdan başlayıp bu güne gelmiştir. Kendini değiştirmiş, yenilemiştir.

Başarılıdır. Ve bence en büyük başarısı Çağla’dır.
Yazının Devamını Oku

Gidenin arkasından bazısı ağlar, bazısı susar ya da Oray gibi çığlığını yazıya döker

10 Temmuz 2004
Oray’cığım, <br>Sana mektup yazmaya karar verdim. Elime kalem almışsam, önümde açık bir sayfa varsa, Hürriyet Cumartesi’ye yetişmesi elzem bir yazı yazılacak ve bir teras, bir kitap, bir yazar anlatılacaksa bu ha şu biçimde olmuş, ha bu biçimde, kime ne?

Teras İstanbul’un en güzel manzarasının karşısına kurulmuş kurumlu Nu Teras.

Kitap, bu güne kadar duyduğum en sevimli yayınevi adı; Gri Kedi Yayınları’ndan çıkmış ‘Kal!’

Yazarı, söylemeye hacet yok, sensin.

Seni bundan iki yıl önce Bebek Koru Kahve’de; şimdilerde Fransız Sokağı adını alan eski Cezayir Sokağı yenilendi, evler pembeye kesti, İstanbul eliti burayı adres belledi diye girişte arama tarama yapılmasına kızan, kızmakla kalmayıp eylem yapan -ne yalan- hep eylemden yana olan ve ne iş yaparsa yapsın muhalif kalmayı beceren, sevdiğini gözleriyle seven, üzülünce içi üşüyen Ahmet Tulgar’la birlikte geçirdiğimiz koca bir pazar ikindisinde tanıdım. Ahmet’le benim çook eskilere dayanan dostluğumuzu önce ilgiyle izledin sonra eski dostların tıpkı eski silah arkadaşları gibi bitmeyen hikayelerinden sıkıldın, kendini yemeye verdin.

Biraz da bu yemek yazıları yazdığını sandığın alengirli kadını şaşırtmak amacıyla en garip yemekleri seçtin.

Çok gençtin. Hálá öylesin.

O zamanlar benim hiç mi hiç ilgimi çekmeyen bir alanda, futbol yazıları yazıyordun. Hem de Radikal’de. Her gün aldığım gazetede. Ama ne yalan söylemeli, ne seni tanıyor, ne yazılarını okuyordum.

Çabuk örselenen insanlar ya suskun ya sivri dilli olurlar ya, sivri dilliydin. Ve belli ki dille cilveleşmeyi sevenlerdendin. Gözlemlerin, eleştirilerin, iğnelerin, taşların, hatta kayalarının ardında zeki insanların rikkati, dille cilveleşmeyi sevenlerin dikkati vardı.

Hemen karar verdim: Biri böyle konuşuyorsa iyi de yazardı.

O günden sonra rastladığım bütün yazılarını okudum. Futbolcu portrelerini, kent dedikodularını, New York mektuplarını.

Ve seni sevdim. Söylemesi ayıp ama ben sevdim mi tanımadan sevenlerdenim.

İLK KİTAP YAZARIN KENDİSİDİR

Kal’ı verdiğinde, ne yazacaksam yazayım, kitabı ilk satırından son satırına okumadan yazamayacağımı anladım.

Yazarlara ihanet etmemek gerek. Sevmezsin, beğenmezsin o başka. Ama ihanet edemezsin.

İlk kitap ilk çocuk gibidir derler. Sen de şaşırırsın.

Eline kitabı aldığını, kapağına uzun uzun baktığını görür gibiyim. Sonra bir acele, içinde dizgi yanlışı var mı diye bütün sayfaları çevirmiş, bütün satırları geçmişsindir eminim... Koklamışsındır da.

Çocuk ta öyledir. Kucağına ilk verdiklerinde önce eline yüzüne bakar, sonra koklarsın.

Diğerleri gelmeden, henüz masada baş başa otururken sana ilk klişe sorumu sordum: İlk kitap, ilk eser, yazarın kendisidir derler, doğru mu?

Kocaman gülümsedin. Kitabın ana karakteri Emir’in de ilk filmini çekmeye çalışan bir karakter olduğunu söyledin.

Sonra Sarafin söyledik: Sauvignon Blanc.

Sonra Barbaros Altuğ geldi: Sevindik.

Sonra eylemine benim için ara veren Ahmet: Maytap.

Sonra gece çöktü.

Sonra rüzgar çıktı.

Sonra üşüdük.

Şallar istedik.

Yemekler yedik: Allı güllü leziz yemekler.

Bazen karşı kıyıya, Haliç’in öte yakasına baktık. Ama en çok konuştuk, konuştuk, konuştuk.

Sorduğum her soruya verdiğin her cevap; masumiyet. Dedikleri gibi yoksa gençlik masumiyet demek mi? Bittiği gün biter mi?

İÇİNDE AŞK OLMAYAN AŞK ROMANI

Eve döndüğümde kitabını aldım, yattım. Niyetim karıştırmak, ne yazdığına bakmaktı. İlk sayfa, ikinci, üçüncü derken...

Ezan okundu, güneş üzerinde kıvrıldığım kanepeye vurdu, köpek huysuzlandı, havladı, aldırmadım. Arada kahve yaptım. Bir tane daha. Bir tane daha. Son sayfaya geldim. Son satır. Nokta.

Hangi nokta?

İçinde aşk olmayan bir aşk romanı yazmışsın. Kan var, tutku var, gözyaşı var, acı var. Sana bunu söylesem, çekik gözlerini daha da kısıp yüzüme bakacağını, aşk dediğin nedir ki, kan ter ve göz yaşından başka diyeceğini biliyorum.

Haklısın. Gençsin.

Bir gün koluna senin adını kazıyanlarla karşılaştığında belki sevinecek, belki sinecek, belki kaçacak, belki de adına aşk diyeceksin. Ne yaparsan yap, ne dersen de işte o gün yaşlanacaksın.

Kitabının içeriğinden söz etmemem gerek. Merak eden alsın. Ama arka kapaktaki alıntıyı alıntılarsam ne okurlara ne de yayıncılara zararı dokunur diye düşünüyorum.

O’nu anlatırken;

‘Süpermarket reyonlarında dolaşıp arabalar dolusu alışveriş yaptık. Sonra o bütün poşetleri evime çıkardı. Kim böyle birini istemez ki? Ya da sinemaya gittik diyelim, üzerine yaslanmama bir şey demedi. Kim yaslanmaz ki? Onunla karanlık yollarda gece yarılarında tuhaf ve uzak yerlere gitsek, arabamız bozulsa hani lastiğimiz patlasa, lastiği o değiştirirdi, elimi bile sürdürtmezdi. Kim onunla yolculuk etmez ki? Ben onun ideallerine ayak uydurmak için geleceğe inanır gibi gözüküyordum. Kim onunla yaşlanmak istemez ki? Onu hep bekliyordum ama o sonunda hep geliyordu... Kim uyanık kalmaz ki?

Ben susar susmaz peki ne oldu da bu hallerle düştünüz? diyeceksiniz. Cevabım hazır. Bir gün beni sevmesini istedim, o gitti.’

Senin de dediğin gibi, biri diğerini daha fazla sever. Hep sevilenler gider. Gidenin arkasından gösterilen tepkiler farklıdır. Kimi taş keser, kimi yataklara düşer. Kiminin ağzını bıçak açmaz kimi susturulamaz.

Kimi de senin gibi eline kalemini alır, çığlığını yazıya döker.

İnsanı sarsan, ağlatan bir kitap yazar, adına Kal! der.

Öpüyorum,

Figen


Kararım karar: Bundan böyle kitabını henüz okumadığım bir yazarla asla yemeğe çıkmayacağım. Yemek dediğim, yazılmak için çıkılan yemek. İlki Nedim Gürsel’di. Yakup’ta buluşmuş, bana çocukluğunu anlattığı son kitabını vermiş, gene silah arkadaşları misali eski günlere dönmüş, uzun uzun rakı içmiştik. Kitabını henüz okumadığım için ona kitap hakkında sorular soramamıştım. Sonra çok yandım.

Nu Teras

Tepebaşında, Odakule’nin hemen yanındaki hanın terası. Aslında anlatmak yersiz çünkü yaklaşık iki üç yıldır İstanbul’u kasıp kavuruyor. Ünlü Şef Mehmet Gürs’ün Nişantaşı Downtown’u bıraktıktan sonra yerleştiği yeni mekan. Alt kat Lokanta, yaz aylarında da Teras. Manzarayı tarife hacet yok. Yemekleri de öyle. Son yıllarda yediğim en iyi bonfileyi geçen akşam orada yedim. Deli demeyin ama Mehmet Gürs’ün patates püresini çok özlemiştim. Özeldir. Her daim kalabalık. Rezervasyon yaptırtmadan gitmeyin

T: 0212 245 60 70
Yazının Devamını Oku

İki kardeş, iki girişimci düşlerini gerçek kılan iki deli

3 Temmuz 2004
Ebru Çerezci ve Güvenç Kıraç. İki kardeş. İki girişimci. Herkesin dudak büktüğü alanlarda seyreden, zorluklardan yüksünmeyen ve sonunda hayallerini hayata geçiren iki hayali. Düşlerini gerçek kılan iki deli. Ebru tasarlıyor Güvenç pazarlıyor

Ebru 1971’de doğmuş. ODTÜ’de Endüstri Tasarımı okumuş. Master’ını yaparken büyük şirketlerde tasarımcı olarak çalışmış. Osmanlı ve Anadolu sanatı ile ilgisi eskiye dayanıyor. Çok okumuş, çok araştırmış, yetmemiş, yememiş içmemiş ücra kasabalarda yaşayan çömlekçilerden, İstanbul’da saklanan cam ustalarına, çininin kahverengini tutturabilen çılgın çiniciye kadar yaşayan büyük zanaatkarları arayıp bulmuş.

Hiref’teki bütün tasarımlar onun elinden çıkma.

Güvenç Kıraç 1965 doğumlu. Siyasallı.

İş hayatına Şişecam’da başlamış, uluslararası pazarlama bölümünün başındaymış. Sultanların Dansı projesinin başkan yardımcısı iken ve hayatı kültür ile pazarlama arasında beşik gibi sallanırken her işi bırakmış ve 2003’te Ebru ile Hiref serüvenine atılmış. Kardeşinin tasarladıklarını o pazarlıyor.

GÖRMEK GEREK

Hiref, Türk el sanatlarını dünyaya tanıtmak üzere kurulmuş bir şirket.

Ama yaptıkları eskiden yapılan işlerin birebir kopyası değil. Onlardan esinlenen ama çağdaş tasarım anlayışı ile yeniden şekillenen nesneler üretiyorlar.

Yaptıklarını anlatmak, yazmakla mümkün değil. Görmek gerek. Katalogları elime geçtiğinde o kadar heyecanlandım, o kadar gönendim ki, önüme gelene gösterdim. Ve kime gösterdiysem aynı tepkiyi aldım. Hepsi şaşırdı, hepsi heyecanlandı, hepsi istendiğinde bizim diyarda da bu kadar güzel işler yapılabileceğini görüp umutlandı.

Birlikte yemek yediğimiz gecenin ertesi, Güvenç Amerika’ya gidiyordu.

Bu yazıyı yazarken, ayağının tozuyla gelmiş, aradı. Aklınıza gelen bütün müzeler, MoMA’dan, çağdaş tasarım sergileyen müzelere dek hepsi yapılan işlere bayılmış. Ebru’nun Amerika’da çağdaş tasarım alanında çok ünlü olan bir yarışmaya katılmasını önermişler ve World Crafts Council’in (WCC) gelecek yılki uluslararası toplantısını İstanbul’da yapmayı önermişler. Hiref aynı zamanda WCC - Dünya El Sanatları Zanaatkarları Konfederasyonu’nun da üyesi.

Benden bu kadar. Merak eden İstanbul’daki ofislerine uğrayabilir, orada sergilenen nesneleri görebilir ve fiyatları inanılmaz makul tutulmuş çanaklardan, vazolardan, bakırlardan birini alabilir.

HİREF’İN ORTAKLARI EBRU ÇEREZCİ VE GÜVENÇ KIRAÇ

II. Bayezid 15. yüzyıl sonlarında Topkapı Sarayı’nda dönemin en ünlü zanaatkarlarını bir araya toplayan bir vakıf kurar: Ehl-i-Hiref. Sultanın himayesindeki bu ustalar alanlarının en önemli isimleridir. Onlar, en renkli ebruları çeken, dövdükleri lengerlere musiki katan, gümüşlere uçtu uçacak kuşlar konduran, ipeğin hasından halı, zümrüdün irisinden kama, kumaşın simlisinden kaftan yapan, abanozun karasını, mermerin beyazını seven, titremeyen elleriyle Vav çeken, tükenmeyen nefesleriyle billur biçimleyen, kısaca incelmiş zevkleriyle Osmanlı sanatını yaratan ustalardır.

1573’teki kayıtlara bakılacak olursa İmparatorluğun dört bucağından tam 983 zanaatkar sultanın himayesinde sanatlarını icra etmektedir. Ve yaptıkları her iş, attıkları her imza, dönemin beğenisini belirlemekte, Payitaht’ta yapılacak her saray, kurulacak her medrese, yükselecek her minare onların mahir ellerine teslim edilmektedir.

Kısaca Ehl-i-Hiref mensubu olmak demek, ustaların ustası olmak demektir.

Usta olmak zengin bir düş gücü gerektirdiği kadar, zengin gönüllü olmayı da gerektirir. Hiçbir usta, sanatının kendisiyle ölmesine izin vermez, çömez yetiştirir.

Çömez büyür kalfa olur. Kalfa büyür ama her zaman usta olmaz. Olamaz. Çile çekmekten usanmaz, kanını terine azık eder, sabrın sonunun selamet, mükafatının icazet olduğunu bilirse, ustası da bir gün ona zamanın geldiğini söylerse, işte ancak o gün, gördüklerine kendi gördüğünü, öğrendiklerine kendi bildiğini katar, işte ancak o zaman, kendi imzasını atar.

Osmanlı’da el sanatları yüzyıllar boyunca böyle devam etmiş.

Buraya kadarı bildiğimiz hikaye. Peki sonra?

Sonrası başka hikaye.

Yirminci yüzyıl kendi dayatmalarıyla geldi.

Kendi hızı, kendi hesabı, kendi zevki, kendi işlevi ile bizi kuşattığında hepimiz el sanatlarını artık belleğin tozlu raflarına kaldırmıştık.

Buna direnenler yok muydu? Elbet vardı. Kapalıçarşı’nın yaşlı sadekarları, Edirnekapı’nın oymacı Mehmet Ağası, el tezgahlarında ömürlerini düğümleyen birkaç kadın, çininin kırmızısını arayan koca Sıtkı, Çeşm-i-bülbülün mavisine vurgun Burhan, bakıra altın değeri kazandıran Gaziantepli Mehmet, sonra Maraş, sonra Denizli, sonra Antakya, Samandağ, oralarda, uzaklarda birileri...

Ama git gide daha az. Ama git gide daha yalnız. Ama git gide daha yorgun birileri.

El vermek isteseler de, el verecekleri gençleri bulamayan yaşlı kurtlar.

Baba mesleğini öğrenmektense gurbette kavrulmayı yeğleyen oğullar. Çabalarının karşılığını alamayan, o yüzden ömürlerini geniş zamanlar isteyen inceliğe yatırmaktansa, dar zamanların hoyratlığında geçirmeyi seçenler...

Böyle böyle derken, el sanatları da, onları yaratanlar da unutulmaya başlandı. Evlerden, gündelik hayatın kullanımından çıktı.

Turistlere yönelik mağazalarda bulunan harcı alem mallar, müze girişlerindeki hafif küflü dükkanlarda satılan replikalar da olmasa, hepten yok olup gitmek üzereydi ki; iki kişi, biri erkek biri dişi, adını Hiref diye takdis ettikleri bir şirket kurdular ve Türkiye’nin dört bir yanında icra-i sanat eyleyen Hiref ehillerini buldular. Onlara yeni imkanlar sundular ve onların becerileriyle kendi düşlerini yoğurdular.

ESKİ İSTANBUL’UN MESİRE YERİ

Nerede ne yediğimize gelince. Onlar seçti ben gittim.

Halat’a, Haliç’teki Koç Müzesi’nin rıhtımındaki güzel lokantaya. Sütlüce’de Koç Müzesi açıldığında oraya gidenler, müzenin ilginçliği kadar yan tarafta, Paris’teki küçük brasserieleri hatırlatan lokantayı anlatıyor, gerek özenle seçilmiş ama iddialı olmayan dekoru, gerek ciğer salatalı mönüsüyle çok özel olduğu söylenen Cafe du Levant’dan söz ediyordu. Ben de o sıralar sık sık gitmiştim. Gerçekten de dedikleri kadar vardı, Cafe du Levant Haliç’teki çiçekti.

Şimdi aynı ekip, aynı yerde, bu kez rıhtımın üzerinde Halat’ı açmış. Hani, eskiden, çoook eskiden, Haliç mesire yeri imiş ve keyfini bilen İstanbullular da ne yapar ne eder yollarını oraya düşürürlermiş ya, arada geçen kokulu yılları saymazsak, şimdi Haliç yine o eski günlerine dönmüş. İster inanın ister inanmayın, muhteşem İstanbul manzarası karşısında pırıl pırıl sulara bakarak enfes yemekler yiyorsunuz.

Mutfak, Akdeniz mutfağı. Her damak tadına ve her keseye uygun seçenek var. Boğaz lokantalarının tekdüzeliğinden, Nişantaşı’nın mondenliğinden sıkılanlar için Halat, ideal.

HİREF: Hüsrev Gerede Caddesi 71, D.3, Teşvikiye, İstanbul. Tel: 0212 258 56 08, www.hiref.com.tr

HALAT: Koç Müzesi Rıhtımı, Sütlüce. Tel: 0212 297 58 54
Yazının Devamını Oku

Kezban’ın resimleri de kendi gibi açık, coşkulu, pervasız ve mizahi

26 Haziran 2004
Kezban Arca Batıbeki ile bu güne kadar tanışmıyor olmamız garip. Ortak arkadaşlar, ortak semtler, müdavimi olunan ortak yerler, hatta gidilen ülkeler Ne diyeyim, kader utansın. Oysa merak ediyorum. Hem onu hem de çok başarılı geçtiği kulaktan kulağa söylenen Tokyo sergisini. O zaman bir yolunu bulup onunla karşılaşmalı ve Japonya izlenimlerini dinlemeliyim.

Ortak bir tanıdık aracılığıyla kendisi ile tanışmak ve öğle yemeği yemek istediğimi ilettim. Kırmadı geldi. Nişantaşı’nda Salomanje’de buluştuk. Kezban müthiş sıcak, mesafeli duruşuna karşın müthiş komik biri.

Laf lafı açıp sohbet koyulaşınca, aslında onun sözünü kıvırtmadan söyleyen, yaftalardan, paftalardan hiç mi hiç haz etmeyen, resmi üzerine konuşmaktansa hayattan söz etmeyi seven biri olduğunu gördüm.

Tokyo sergisine gelince, merak nedenim, bu serginin sıradan bir sergi olmaması. Bu, bir ressamın ‘Buralarda çok oyalandım, biraz da uzak diyarlara yelken açayım’ hevesi ile açılmış bir sergi değil.

Önemli.

Daha önce de yazmıştım. 2004 yılı Japonya’da Türk yılı ilan edilmişti.

Bu da nereden çıktı şimdi dediğinizi duyar gibiyim. Biliyorum, doğru dürüst duyurulmadı. Duyurulduğu kadarıyla da öylesine sıradan biçimde duyuruldu ki kimse ne olduğunu anlamadı.

Oysa Japonlar için bu çok önemli. Bir ülkeyi ve o ülkenin kültürünü tanımak amacıyla bir yılı o ülkenin yılı ilan ediyor ve ellerindeki bütün olanakları seferber ediyorlar. Davet edilmek de o kadar kolay değil.

Bizden önce İtalyanlar öylesine başarılı bir tanıtım yapmışlar ki, iki ülke arasındaki ticaret hacmi iki katına çıkmakla kalmamış, İtalya’ya giden Japon sayısı da ikiye katlanmış. Japonların evlerine çağdaş İtalyan ressamlarının tablolarının girdiğinden, lokantalarında İtalyan yemekleri yenildiğinden, moda kurbanı Japonların bin yıllık gözdesi Louis Vuitton’larını atıp kollarına Fendi’leri taktığından söz ediliyor. Dolayısıyla bütün ülkeler sırada.

İşte biz de, artık uzun yıllar çabaladıktan sonra mı, yoksa oradaki bir diplomatımızın kişisel girişimlerinin semeresi mi, bilmiyorum, 2004’ün Türkiye yılı olarak kutlanması şerefine nail olmuşuz.

2002 yılında resmi davet yapılmış ve kendimizi nasıl tanıtacağımız meselesi de bize bırakılmış.

Bütün bunları nereden mi biliyorum? Bu işin başına diplomat bir arkadaşım gelmişti de oradan.

Arkadaşım işi ciddiye aldı. Elbette Kütahya’nın çinileri güzeldi, elbette Eskişehir’in lüle taşından pipoları görülmeye değerdi, kadınlarımızın göz nuru iğne oyalarının Japonları büyüleyeceği su götürmezdi ama ona göre Türkiye her daim yapıldığı gibi el sanatları ile tanıtılamayacak kadar önemli bir ülkeydi.

Üstelik bu iş Ankara’da oturulup kotarılamazdı.

Geldi İstanbul’da bir otele yerleşti ve elindeki listeye olası sponsorların, bilumum kuruluşların, tanıdığı tanımadığı bütün sanatçıların, bilim adamlarının, edebiyatçıların, modacıların adını eklemeye başladı. Baleden, musikiye, sinemadan folklara, Türk mutfağından halıcılığa bizi tanıtacağını düşündüğü her şey ve işinin ehli herkes listede yerini almıştı ki, ortaya bir badem-fasulye kavgası çıktı; demeye kalmadan da arkadaşım görevden alındı. Ya da o görevi bıraktı. Ne fark eder ki?

Sonrası derin bir sessizlik.

Bir iki gazetede bir iki defile haberi, şimdi adını unuttuğum bir pop şarkıcısını alkışlayan Japonların fotoğrafları... O kadar.

KENDİMİ BİR ANDA JAPONYA’DA BULDUM

Vasıf Kortun’un, Gönül Paksoy’un ve Kezban Arca Batıbeki’nin Tokyo yolcuları olduğundan haberdardım. Başka kimler davetliydi? Orada neler yapılıyordu? Japon kardeşlerimiz sergilere, açılışlara gidiyor muydu? Yoksa kendimiz çalıp kendimiz mi oynuyorduk? İki defile Türk kültürünü tanıtmak için yeterli miydi? Yoksa zaten İlhan Mansız’ımızı yollamıştık, fazlasıyla uğraşmaya değmez miydi?

O gün Salomanje’nin kuyruklu masasında otururken ona aklıma takılan bütün soruları sordum.

O anlattı, ben dinledim.

Tokyo’da sergi açması önerilince heyecanlanmış. Kolay değil. Dünyanın öbür ucu. ‘Yolda’ adlı sergisini götürmeye karar vermiş. Yol masraflarını devlet karşılamış. Her şey inceden inceye hesaplanmış, büyük kutular yapılmış, tablolar sigortalanmış, yola çıkılmış.

Daha önce hangi galeride sergi açacağını daha doğrusu galerinin ne menem bir galeri olduğunu ‘iyi bir yerde’ olması dışında tam olarak öğrenememiş. Başına hep en beteri geleceği bilgisini haiz bir Türk sanatçısı olarak da kendini küçük bir galeri fikrine alıştırmış.

Gittiğinde Tokyo’nun merkezinde, bünyesinde Japonya’nın en önemli sanat okullarından birini barındıran devasa bir gökdelenin altındaki devasa bir galeriyle karşılaşınca şaşırmış.

Tablolarını astığı gün, bir tabloyu bir duvara dayar, diğerini alıp oradan oraya taşırken, galeride çalışanların koşuşturup o daha tabloyu yere koymadan altına havlular sermelerini, sergiyi gezmeye gelen Japonların tabloları burunlarını uzatarak incelemelerini, her tablonun karşısında geçirdikleri inanılmaz süreyi, sordukları soruları, eğer kendisi galeride değilse sorularını küçük kağıtlara yazıp bırakmalarını anlatıyor. Anlatırken oynuyor. Öyle iyi oynuyorken kendinizi bir anda Japonya’da buluyorsunuz.

Onunla birlikte, karınca misali aceleci ve sakin Japonların arşınladığı sokaklarda dolaşıyor, dünyanın başka hiçbir yerinde göremeyeceğiniz tarzda giyinen gençlerle karşılaşıyor, pahalılık karşısında şaşırıyor, ilk günler tuttuğunuz hesabı sonraki günler bırakıyor, tanımadığınız bir Japon’un size kaybolmayın diye Kyoto’ya kadar trende eşlik etmesine şaşırıyor, gündüz hayli çirkin Tokyo’nun gece olur olmaz çehresini değiştirerek güzelleşmesi karşısında ağzınız açık bakakalıyor, metro istasyonu ararken karşınıza çıkan tapınakta rahiplerle birlikte mum yakıyorsunuz.

RESİM SATMANIN YASAK OLDUĞU SERGİ

Sergi onun da anlamadığı bir biçimde büyük ilgi görmüş. Ama tek bir tablo bile satamamış. Çünkü satış yasakmış. Bunun nedenini anlayan varsa beri gelsin. Satılır satılmaz, o ayrı konu ama satışı yasaklamak ne demek? Birkaç Japon’un evinde Kezban’ın ya da başka bir Türk ressamının tablosunun olmasının kime ne zararı var.

O gün benimle buluşmaya gelirken sergi kataloğunu da yanında getirmiş.

Yemek yazısını, resim yazısına dönüştürmek gibi niyetim yok ama bir ressamı anlatmak için, biraz da resminden söz etmekte yarar var sanki.

Kataloğun önsözünde Murathan Mungan’ın Kezban’ın resimleri, özellikle de bu sergisi üzerine yazdığı bir yazı var. Murathan orada, anlayan anlar, ‘Kezban Arca Batıbeki, Yolda başlıklı işlerinde, tuval resminin olanaklarına sırt çevirmeden, kavramsal sanatın anlatım araçlarına açılan bir toplam düşünmüş. Tuval üzerinde kumul bir yüzey sağlayan malzemeler kullanmış, tuval üzerine yerleştirdiği oyuncaklar yoluyla bir üst cümle kurmayı amaçlamış’ diyor.

Benim lafım daha kısa.

Kezban’ın resimleri de kendi gibi.

Açık, coşkulu, canlı, pervasız ve Murathan’ın da altını çizdiği gibi mizahi.

Hayatı, dostları, yolculuğu, İstanbul’u, Boğaz’ı, Boğaz’ın Anadolu yakasını seven, hem gülen hem güldüren birinden başka ne beklenir ki?

SALOMANJE

Atiye Sokak’ın yeni gözdelerinden. Hem lokanta hem de gidenlerin rahat koltuklara oturup, Scrabble, dama, satranç oynayabilecekleri, isteyenin günün gazete ve dergisini karıştırıp iri bardaklarda Cafe Latte’sini içeceği bir yer. Arkasında küçük bir bahçesi var. Gelenler genellikle mahalle sakinleri. Dekorasyonu bu işin ustalarından Mahmut Anlar yapmış. Yemekler güzel. Ben o gün Sezo Mantı yedim. İyi pişirilmiş her mantıya bayıldığım gibi ona da bayıldım. Kezban çökelek peynirli, kabaklı gözleme yedi ve çok iyi olduğunu söyledi. Seçenek bol, fiyatlar makul.

Adres: Atiye Sokak. Belkıs Apt. No: 4-2, Teşvikiye.

T: 0212 327 35 77-78
Yazının Devamını Oku

Eski bir arkadaşımı görmüşüm gibi: VICTOR LAZLO

12 Haziran 2004
Doğruya doğru. Gazetelerde, dergilerde okuyunca hafiften buruldum. Hani onlarla ilk ben konuşacak, haberi ilk ben duyuracaktım? Yokluğumu fırsat bilmiş gibi tam da burada olmadığım günlerde gelmişler, üstüne üstlük gazetelerde, dergilerde boy boy fotoğrafları yayımlanmış. O da yetmemiş, iki de televizyon programına katılmışlar.

Oysa bundan iki ay önce Ahmet Tuğsuz telefon edip Victor Lazlo ile Serhat Hacıpaşalıoğlu’nun birlikte şarkı söylediklerini ve Victor, Türkiye’ye gelir gelmez yemeğe çıkmamızı önerdiğinde haber atlatmayı marifet belleyen genç gazeteciler gibi heyecanlanmış, beklemiş, bir süre sonra da gündelik hayatın hay huyu içerisinde Ahmet’i de, Viktor’u da, Serhat’ı da unutup gitmiştim.

Burulmam iki saat sürdü sürmedi, telefon çaldı. Ahmet aradı. Yeniköy’deki Circle Cafe’de öğle yemeği yenmesi kararlaştırıldı.

BİZİM MAHALLENİN CAFESİ

‘Tuhaf haziranın kendini nisan sandığı’ yağmurlu, serin bir öğle vakti Yeniköy’e, Circle’a gittim.

Circle Cafe, bizim mahallenin yeni açılan yerlerinden. Önünden geçerken adını okuduğum, Aleko’ya komşu bir yalı katında ikamet etmekte. Eve iki adım. Bu güne kadar ayak basmamış olmanın hicabını biraz olsun gidermek amacıyla erken davrandım ve burnunu denize dayayan Circle’a, kararlaştırdığımız saatten en az bir saat önce vardım. Niyetim biraz ne yenir ne içilir ona bakmak, biraz etrafı kollamak, biraz da sahibi kimdir, bilgi toplamak. Sahibini merak etme nedenim, hangi çılgın Yeniköy’de, Boğaziçi Ön Görünüm Yasası’nı, mahalle sakinlerinin halet-i ruhiyesini bile bile bir cafe açmaya yeltenmiş, onu görmek. Yeniköy, yaz ayları ve klasik mekanları dışında rağbet edilen bir semt değildir. Semt sakinleri de benim gibi yanı başındaki yere değil uzaktaki yerlere gitmeyi yeğler. Merkeze kaçan kıyı kenar insanları.

Sahibi değil ama sahibesi ile tanıştım: Sevda Ulcay. Ankaralı. Ankara’da editörlük yaparken kardeşlerinin ısrarıyla buraya göç etmiş. Yeniköy’e yerleşmiş ve gözüne bu yalı katını kestirmiş. Gerekli izinlerin alınması zor olmuş, zaman almış. Sonunda ortaya, küçük, şirin, insanın kendini evinde hissettiği bir mekan çıkmış. Yemekler İtalyan ağırlıklı, özenli. Bilumum içkiler ve şarapta sadece Kavaklıdere var.

Ben ilk kez gittiğim için yeni bir yer gibi yazıyorum ama açılalı üç yıl olmuş. Sorsalar bir yıl oldu olmadı derdim, üstüne de yemin ederdim. Zaman dediğin ne ki? İpi kopmuş uçurtma misali.

Deniz kenarına oturmuş yağan yağmurla hüzünlenmeye niyetlenirken Ahmet, Serhat ve Victor’la geldi.

Ahmet Tuğsuz benim yeni yetmelik arkadaşım. Daha doğrusu ben yeni yetme, o delikanlı iken Ankara’da karşılaştık. O günlerin Ankara’sının en civcivli caddesi Tunalı Hilmi’de, bir evin zemin katını kulaklıklar takıp ODTÜ’deki derslerine çalışan Erol ile paylaşırdı. İstanbul’dan gelmişti, yakışıklıydı havalıydı, bol paça pantolonlar giyer, üniversiteye gider, ama en önemlisi gitar çalardı. Blood, Sweat and Tears yıllarıydı.

Ankara’nın boğucu havasına uzun süre dayanamadı, İstanbul’a döndü. Sonraları ancak tatillerde karşılaşır olduk. Onu kah bir kulübün DJ kabininde, kah sokakta, kah ortak arkadaşlarımızın yanında gördüm. Sonra koptuk.

Yıllar sonra karşıma büyük tanıtımlar yapan bir şirket sahibi olarak çıktı. Müzik hayatının hálá orta yerindeydi ama müzisyen olmayı seçmemişti. Kendine müzisyen demiyorsa, müziğe olan saygısındandı. Ona göre müzikle uğraşmak onun dışında bir şey yapmamayı gerektirirdi ki o zamanının büyük bölümünü tanıtım denilen, ayrıntıları insanı öldüren bir işte geçiriyordu. Görüşemediğimiz süre içerisinde şarkı mırıldanmaya devam etmişti. Mırıldandığı şarkıları bestelemiş, kimileri ile Eurovision’a katılmış, üç kez de ödül almıştı.

Viktor Lazlo ile de o yıllarda tanışmış. I987’de Brüksel’de.

Ben de onunla o yıllarda tanışmıştım. Kendisiyle değil elbette. Şarkılarıyla.

TANIŞTIRAN PEPE’YDİ

Pepe, adını duyup şarkılarını dinleyemediğimiz, piyasada bulunmayan plakları bir yerlerden bulup getirtir, beş çalışta dolanan kasetlere doldurup satardı. Her ay ona uğrayıp yeni ne çıkmış diye bakardım. Bir seferinde seveceğimden emin, elime üzerinde Viktor Lazlo yazan bir kaset tutuşturdu. Ne fotoğraf ne bir açıklama. Sadece Pepe’nin el yazısıyla iri iri yazılmış bir Viktor Lazlo.

Eve dönene, daha doğrusu sıra o kasete gelip de dinleyene kadar Viktor’u erkek sandım. Bir kez dinleyince de bir daha bırakamadım. O kaset üç gün sonunda bozuldu. Pepe’den bir tane daha aldım. Belki bir tane daha. Sonra yurtdışına gidenlere ısmarladım. Koca bir kış, Kuzguncuk’taki evde onun buğulu sesi yankılandı durdu.

Geçen gün eski bir arkadaşımı gördüğüm duygusuna kapılmam bundan.

Sesi kadar güzel. Güzel olduğu kadar akıllı. Akıllı olduğu kadar alçakgönüllü. Ünlülere musallat olan kibirden nasiplenmemiş, şarkı söylemeyi seven, kadın gibi bir kadın.

Brüksel’de büyümüş. Orada üniversiteye gitmiş. Orada şarkı söylemeye başlamış. Orada gece kulüplerinde çalışmış. Chantall Thomas ona orada iş teklif etmiş. Para kazanma zaruretine Paris’e gitmenin cazibesi de eklenince teklifi ikiletmemiş. Ama mankenlik hayatını sevmemiş. Bir yıl dayanabilmiş. Gene bir gün gene küçük bir gece kulübünde şarkı söylerken hálá birlikte çalıştığı yapımcı tarafından keşfedilmiş.

Ona ünlü olmanın, rahat rahat sokaklarda yürüyememenin ne demek olduğunu sorduğumda şaşırdı. Kendini bir gün bile ünlü bir insan olarak görmediğini söyledi. Bakışlara gelince onlara alışığım diyor. Brüksel dışında küçük bir yerleşim yerinde geçen çocukluğundan beri bu böyleymiş. Orada yaşayan tek melez aile kendisininkiymiş. İnsanlar dönüp bakarmış. Ama bakışlarında hor görme olmazmış. O da gel zaman git zaman bakılmaya alışmış.

Türkiye’ye tutkun.

TESADÜFEN İKİLİ

Serhat Hacıpaşalıoğlu’na gelince onu herkes gibi ben de Riziko yıllarından tanıyorum. TRT’nin eli yüzü düzgün, kaliteli yarışma programından. Program yayından kaldırıldıktan sonra bir yerlerde şarkı söylemek istediğini okumuş, açıkçası, şaşırmıştım. Neden bilmem bu güzel Türkçe konuşan adama şarkı söylemeyi yakıştıramamıştım. Şarkıcılık ondan bir şeyler götürecek duygusuna kapılmıştım. Yanılmışım.

O gün anlattı: Alman Liseli. TRT’de Riziko, 1000 program kadar sürmüş. Yaptığı işe tutkun mutlu mesut yaşarken, tam da Yılın Yarışma Programı ve Sunucusu ödüllerini aldığı günün ertesinde işine son verilmiş. Nedeni, üst yönetim değişikliği. Afallamış, alt üst olmuş. Türkiye’de başarının kösteklendiğini o günlerde anlamış. Şarkı söylemeyi severmiş. Bir deneme yapmış. Ama mükemmeliyetçi ruhu ona bu işin mutfağında pişmeden sahnelere düşmenin yanlış olacağını fısıldamış. O da gitmiş, sektörün her alanında, o alanın başarılı isimleriyle çalışmış. Müzik dünyasının girdisini çıktısını öğrenmiş.

Ahmet’i tanırmış.

Viktor’a hayranmış.

Geçen yıl Viktor büyük bir holdingin ellinci yıl kutlamaları için Türkiye’ye geldiğinde karşılaşmışlar. O geceye davetli olan genç bir tenorla Viktor’un birlikte şarkı söyleme niyetleri repertuarların birbirini tutmaması nedeniyle gerçekleşmeyince devreye Serhat girmiş ve gece birlikte bir şarkı yapılması kararıyla bitmiş. Sonrası uzun bir koşuşturmaca. Ahmet bestelemiş, beste Viktor’un yapımcısına ve menajerine gönderilmiş, sözler yazılmış, oldu denmiş, Paris’in yolu tutulmuş, Viktor okumuş, alt yapıya sıra geldiğinde pusula Brüksel’i göstermiş ve ayrı coğrafyalarda yaşayan iki insan ayrı coğrafyalarda yaşamanın bütün zorluklarına rağmen birlikte şarkı söylemiş.

Adına Tango Deguise demişler. Bu Fransızca’sı.

Bir de Total Disguise. Bu da İngilizce’si.

Şarkıya gelince, onu anlatmam yersiz.

Nasıl olsa bu yaz bol bol dinleyeceksiniz.

Bir de konusu bende saklı, sıkı bir klip izleyeceksiniz.
Yazının Devamını Oku

Binlerce arasından onları seçtim

5 Haziran 2004
Geçtiğimiz pazar, Mehmet Altan Vatan Gazetesi’nin ekindeki yazısına ‘Karşımdaki kadın bir elinde pahalı dükkanların torbaları, diğeriyle çöp karıştırıyor.

İleride genç bir çift öpüşüyor. Paris’teyim’ diye başlıyordu. Yazı, orada geçirdiği üç günü, çocukluk arkadaşının rehberliğinde gezdiği Paris sokaklarını, hangi sokağın ortaçağdan kalma; hangi sokağın yeni olduğunu, sokağın kavisli mi yoksa cetvel gibi düz olduğuyla anlaşabileceğini anlatıyor, geldik, gezdik, dönüyoruz mealinde bir cümleyle de bitiyordu. Evet dönüyorduk. THY’nin hangi sayılı seferi olduğunu elbette unuttuğum seferi ile İstanbul’a geliyorduk. O önde bir yerlerde oturuyordu. Ben arkada. Yazıyı uçakta okudum. Ve koşullar ne olursa olsun bu kadar güzel yazabilme becerisini, ne yalan söyleyeyim, kıskandım. Ben de Paris’teydim. Ben de avarelik etmiştim. Ben de çöp karıştıran kadını değilse de öpüşen koklaşan çiftleri izlemiş, her gidişimde ne yapıp ne edip yolu uzatmak pahasına mutlaka önünden geçtiğim gençlik mekanlarının yerli yerinde durduklarını görüp sevinmiş, havanın güneşli olmasının tadını çıkarmış, Beaubourg’daki harika Guisseppe Penanone sergisini gezmiş, üç gün için bile olsa Paris’te olmanın keyfini sürmüştüm. Hürriyet’in Yaşadığımız Mekanlar ekine yazmak için bir iki not almış, yeni açılan yerlere şöyle bir uğramış, Odeon Meydanı’ndaki Editeurs lokantasında arkadaşlarımla buluşmuş, oraya giderken fotoğraf makinemi evde unutmuş, bu yazının nasıl derler ‘görsel’ini ıskalamış, yalan yok, unutkanlığım için de kendimi cezalandırmaya falan kalkmamıştım.Ama oradan yazmaya gelince, yazmayı her zamanki gibi dönüşe bırakmıştım. Bende her yolculuğun büyüsü birkaç gün sürer. Bıraktığım işlere yeniden başlamam, aramam gerekenleri aramam, yapmam gerekenleri yapmam, zaman alır. Gözümden renkler, burnumdan kokular gitmez. Bu esrikliğin ne kadar süreceği ise gidilen yere bağlıdır. Tecrübeyle sabittir: Paris bir haftamı alır. Ama bitince de biter. O zaman yazmak işkence olur. Kuytu köşelerden bulup çıkarmak zorunda kaldığınız anılarınız gibi de yorucu. Onun için bu gün Editeurs’ü, oraya birlikte gittiğim arkadaşlarımı, yediklerimizi içtiklerimizi konuştuklarımızı değil, Paris’in değişik bölgelerine serpilmiş binlerce lokantanın arasından seçtiklerimi yazacağım. Belki birilerinin yolu bugünlerde Paris’e düşer, belki bu adresler onlara yardım eder. Yerim olsa, daha 14, 15, 16’ncı bölgeler var. Belle Ville’deki Çinliler var. Ama belki de böylesi daha iyi. Zira fazlası cüzdanı deler, ruhu sarsar. En beteri de sağlığa zarar.Yolu 3, 4 ve 11’inci bölgelere, Hotel de Ville, Marais, Bastille’ye düşecekler içinMON VIEL AMIBilenler bilir: Yıldızlı şefler tek lokantayla yetinmezler. Mon Viel Ami de ünlü şef Antoine Westermann’ın Paris’teki ikinci lokantası. Şık, tasarımcıların el attığı bir dekoru var. Ama asıl iddiası yemekleri. Pırasalı uskumru, kişnişli ve kuru üzümlü mezgit... Tel: 01 40 46 01 35 Her gün açık. Ortalama fiyat 60 euro. L’ORANGERIEFransızların ünlü oyuncusu ama oyunculuğu kadar gurmeliği ile de ünlü olan Jean Claude Brialy’nin lokantası. Tabloların, şamdanların, yuvarlak masaların, yere kadar örtülerin, billurun, porselenin, gümüşlerin kullanıldığı dekoruyla şık mı şık bir lokanta. Klasik Fransız mutfağının en iddialı yemekleri. Tatlılar nefis. Tel: 01 46 33 93 98 Haftanın her günü açık ama sadece akşam yemeği var. 65 euro ve üstünü gözden çıkarmak gerekiyor. LES BAINS Ünlülerin uğramadan geçmediği gece kulübünün kapandıktan sonra geçtiğimiz aylarda yeni bir adreste, yeni bir ekiple açılan şubesi. Rivayete göre eski şaşaalı günleri kadar değilse de gene dolu, gene dolu, gene doluymuş. Tel: 01 48 87 01 80 Salı-Cumartesi 21.00-01.00 arası açık. Diskotek 23.00’ten şafağa kadar. Yolu 1 ve 2. bölgelere, Place Vendome, Opera, Palais-Royale, Bourse, Halles taraflarına düşeceklereAUX LYONNAISÜnlü şefler Alain Ducasse ve Thierry de la Brosse tarafından alınıp yenilenen 1890’dan kalma bu geleneksel bistroda Lyon mutfağının yemeklerini tatmak mümkün. Başka bir Alain Ducasse lokantasında ödeyeceğiniz fiyatın üçte birine müthiş yemekler yiyorsunuz. İkili mönüyü oluşturduktan sonra mutfağın başına Plaza Athenee’de yetişmiş genç bir şefi, Christophe Saintage’ı geçirmişler. 19. yüzyıl dekorunun hakim olduğu, duvarlarını büyük aynaların, çiçekli çinilerin süslediği lokantanın en gözde yemekleri tavuk ve et çeşitleri. 28 euroluk mönü de var. Tel: 01 42 96 65 04 Salı, Cuma 12, 14 Salı Cumartesi 19.30-23.00 arası açık. Kişi başı ortalama 40 euro. L’ABSINTHEMesleği babasından ünlü şef Michel Rostang’dan devralan Caroline Rostang’nın denetiminde yeni açılmış ve şu aralar çok popüler olan Absinthe beyaz örtülerin serili olduğu kare masalı, rahat iskemleli ilk katı sigara tiryakilerine ayrılmış neredeyse sıradan bir lokanta. Ama iş istiridye yemeğe gelince Paris’in en iyi istiridyelerinin orada yendiği de gerçek. Şarap mönüsü zengin ve şişe fiyatları 20-40 euro arasında değişiyor. Tel: 01 49 26 90 04 Cumartesi ve Pazar günleri dışında öğle ve akşam servisi var. Kişi başı 45 euro civarı. Yolu 8’inci bölgeye, Champs-Elysees ve Madeleine tarafına düşeceklere

Yolu 7’nci bölgeye, Invalides ve Ecole Militaire tarafına düşeceklere

LE CAFE DE L’ESPLANADEFazla civcivli olmayan bu semtte Invalides Meydanı’nın köşesinde, Costes zincirinin bir halkası. Güzel bir dekoru, açıldığı günlerde güler yüzlü olan sonra şımaran personeli, sağlığına ve kilosuna dikkat edenlere yönelik bir mönüsü var. Müşterileri Paris’in bu pahalı semtinin sakinleri. 52 Rue Fabert, 7. Bölge. Tel: 01 47 05 38 80 Her gün 11.00-01.00 arası açık. En ucuz şarap Brouilly 21 euro, en pahalı şarap Chateau Cheval-Blanc 336 euro. Yemek kişi başı ortalama 25-35 Euro.

Yazının Devamını Oku