Figen Batur

Nedim Gürsel ile yemekte 30 yıl öncesinin Paris’ine gittim

20 Mart 2004
Onunla 75 kışında tanışmış olmalıyız. Belki de 74 güzü, kim bilir. Tanıştığımız günü dün gibi hatırlıyorum da tam hangi yıldı, çıkartamıyorum. Zaten oldum olası tarihlerle aram iyi değil. Hepimiz Paris’i mesken tutmuş bir avuç edebiyat delisiydik. Onlar yazar, ben okurdum. Okurdum derken aldığımız, almaya para yetiştiremeyince de çaldığımız bütün kitapları deli bir iştahla, gecemi gündüzüme katarak okumaktan söz ediyorum.

Her kitabı bitirir bitirmez, soranlara küçük bir özet sunardım. Pek soran da olmazdı ya, neyse. Zaten onlar için başka yazarların yazılarından çok kendi yazdıkları üzerine ne düşündüğüm önemliydi. Ahkám keseceksem, gecelerini gündüzlerine katarak, ünlü olacakları, bir yığın dile çevrilecekleri, ödül alıp ödül reddedecekleri zamanların hayalini kurarak yazdıkları şiirler, denemeler, öyküler, roman taslakları üzerine kesmeliydim.

Okurluğuma bu kadar güvenilmesinin tadını çıkarırdım. Hangi satırda hangi yazarın izi var, hangi dizede hangi şairin sesi var, yemez içmez iz sürerdim. Belli bir etkilenme görmeyeyim, elimde kanıtlarım, karşılarına dikilirdim. Şimdi düşününce hiçbir anlamı olmayan bu hafiyelik o zamanlar ciddiye aldığım bir işti. Önemliydi çünkü önem verirlerdi.

Deli gençlik.

Bunları ve unuttuğum daha nice ayrıntıyı, iki hafta önce insana ‘Sevgilim İstanbul’ dedirtmemek için elinden geleni yapan karlı bir İstanbul ikindisinde, Yakup’ta yediğimiz rakılı, mezeli bir öğle yemeğinde Nedim hatırlattı.

Nedim Gürsel.

Mavi gözlü, sivri dilli, gani gönül arkadaşım.

KADİFE PELERİNLİ TEZ KONUSU ARAGON

İlk romanı, Uzun Sürmüş Bir Yaz’ı bitirmiş, daktiloya çekmiş, koşa koşa, Marais’ye, gün ışığına hasret o tek oda eve gelmiş. Sayfaları karıştırmış, aramış taramış, bir satırda, tek satırda, o meşum satırda, Aşık Veysel’le ilgili bir şey yakalamışım. Bunu Aşık Veysel’den apartmışsın diye bağırmışım. Belli, abartıyor. Ama unutamadığı da aşikar. Zaten yazarlar böyle değil midir, herkesin unuttuğunu hatırlarlar.

Nedim ile o öğle yemeği boyunca gençliğimizin gamsız günlerinden söz ettik durduk.

Paris o yıllarda gerçekten de ışıklar kentiydi. Pervanesi boldu. Cebine üç kuruş koyan, büyük hayallere dalan herkes bavulunu kaptığı gibi yolunu tutardı. Tutuşup ölenler oldu, başarıp dönenler oldu. Bir de Nedim gibi yerleşenler. Niyetlenmediklerinden değil ama Paris’e yerleşmek kolay değildi. Bütün öğrencilerin cep harçlıklarını çıkartmak için yaptığı geçici işlerin dışında doğru dürüst iş yoktu. Ömür boyu tek göz odada, iki kuruş parayla yaşamayı göze almak zordu. Yazarlar için ana dillerinden uzak düşmek düşüncesiyse en zoruydu.

Zorluklardan başlamışken devam edeyim:

Zorlu bir işe kalkışmıştı. Etiamble’la, Sorbonne’un namı dünyayı tutmuş bu ünlü profesörünün yönetimi altında doktora yapıyordu. Konu olarak, kimi geceler kadife pelerinini savura savura yürürken gördüğümüz, yanına gitmeye çekinip, uzaktan hayran hayran izlemekle yetindiğimiz başka bir efsaneyi, Aragon’u seçmişti. Yememiş içmemiş işi daha da zorlaştırmak için olsa gerek Aragon’un yanına bir de Nazım Hikmet’i eklemişti. Okula gidiyor, derslere giriyor, öğleden sonra tez üstüne çalışıyor, geceleri de tezgahtaki romanını bitirmeye uğraşıyordu. Arada da öyküler yazıyordu. Türkiye’ye yolladığı her öykü o zamanın en iyi edebiyat dergileri olan Yeni Dergi’de, Yeni Ufuklar’da yayımlanıyordu. Gel de kıskanma.

Zaten daha Paris’e gelmeden, henüz Galatasaray Lisesi’nde genç bir liseliyken bile yazdıkları yayımlanan, edebiyat çevrelerince tanınan bir yazardı. Bir o, bir de Selim İleri.

SORMADIKLARIMI KİTABINDA OKUDUM

Bu deli çalışma, dolu dolu yaşamasını engellemezdi. Bahar gelmeye görsün, yakalanmaktan kurtulamadığı saman nezlesi hızını biraz kesse de, ne yapar ne eder bir yolunu bulur, aşık olurdu. Ona ‘seninki salya sümük bir aşk’ diye takılırdım. Sık aşık olurdu ama şıpsevdi değildi. Koyu, derin, imkansız aşklar yaşardı. Hep güzel, hep zorlu, hep zor kadınlarla. Uzak kadınlarla.

Vakit geldi, tez bitti, hepimiz gibi o da Paris’ten ayrılıp sonraki yıllarda bıkmadan usanmadan yazacağı sevgili İstanbul’una yerleşti. Daha doğrusu yerleşmeye kalktı. Yapamadı, gerisin geri Paris’e döndü. Benim bir cümlede geçtiğim, ‘yapamadı döndü’ cümlesinin nedenini, niyesini çocukluk anılarını yazdığı ‘Sağsalim Kavuşsak’ kitabında okudum. O günleri şöyle anlatmış:

‘1980 yazında kesin dönüş yapmıştım. Yapmıştım ama, Fransız filolojisinde asistanlık istememe rağmen -evet yalnızca bir asistanlık!- nasılsa kadro bulunamamıştı. Doktorasını henüz bitirmemiş öğrencilere kolayca kadro bulunduğu bir kurumda, Paris’ten gelen genç bir yazar ve bilim adamının çaldığı tüm kapıların kapanması, en güvendiği öğretim üyelerinin bile ondan yüz çevirmeleri doğaldı. Ne de olsa Nazım Hikmet adı o yıllarda, en azından üniversite çevrelerinde hálá tabuydu. Hem dokuz yıl Paris’te kalıp -biraz zorlayarak söylüyorum- ‘dokuz doğurmuş’ bir Fransız edebiyatı doktoru, Fransızca’yı onlardan daha iyi bilemezdi. Bilse de öğretemezdi. Sol harekete bulaşmıştı ayrıca, şaibeliydi. Erotik öyküler de yazdığı söyleniyordu...’

O günlerde çok üzülmüş olmalı. Sormayı unuttum. Şimdi dönüp geriye baktığında acaba iyi ki o cadı kazanında yerim olmadı diyor mu acaba? Burada kalsa, hayat ona ne sunardı kestirmek güç ama ben kalsaydı ne bu günkü huzurlu çalışma ortamına kolay kavuşabilir ne de böyle dolu dizgin yaşayabilirdi diye düşünüyorum.

Güzin Dino’nun da yardımıyla girdiği CNRS’deki öğretim üyeliği ona istediği huzuru verdi.

Çok gezdi, çok dolaştı. Çok yazdı, çok yayımladı. Hálá gezmekte, hálá dolaşmakta. Hálá yazmakta, hálá yayımlamakta. Hızı bir tek baharlarda kesilmiş sanki. En azından öyle diyor. Ama bunu söylerken eğreti bir gülümsemeyi de ağzının sol yanına usulca iliştiriyor. (Şimdi sıra sende Nedim)

Söylediğim gibi son kitabında çocukluğunu yazmış.

Çocukluk her zaman mutluluk demek değildir demiş kitabın bir yerinde. Yokluk, yoksulluk içinde geçmişse, acıyla bilenmişse unutulmalı çocukluk, demiş. Kötü günler bir daha hiç anımsanmamalı demiş. Sevgiyle büyütülmemişseniz, horlanıp dışlanmışsanız, ne bileyim kardeşinizi ya da ağabeyinizi sizden çok sevmiş, kayırmışlarsa, evin kuytu bir köşesine sığınıp ya da soğuk gecelerde yorganı başınıza çekip ağlamayı huy edinmişseniz, çocukluk unutulmalı demiş. Sonra benim için öyle olmadı diye eklemiş.

Şimdi, kitabı onunla buluşmadan önce okumadığım için hayıflanıyorum. Soracak ne kadar sorum var oysa. Söyleyecek ne kadar sözüm...

YAZAR BİR KİŞİ İÇİN Mİ YAZAR?

Kitabını küçük kızı Leyla’ya bir gün beni okursa diye ithaf etmiş. Okuyunca kitabın aslında başka bir Leyla’ya, annesine ithaf edildiğini anlıyorsunuz. Bir daha ne yazarsa yazsın, onu artık okuyamayacak olan, belki de hayattaki tek hakiki okuruna, yokluğu kavuran Leyla Gürsel’e. Dün son satırı da okuduktan sonra düşündüm. Yoksa yazarlar aslında bir kişi için mi yazarlar? Doğru söyle. Bir kişi için mi yazarlar?
Yazının Devamını Oku

Ayaklı küvetinizin ılık süt, envai çeşit esans ve silme kırmızı gül yaprağı ile doldurulmuş olduğunu

13 Mart 2004
Döndüğümden beri zavallıcığın tek masalı varmış ha babam onu anlatırmış misali önüme gelene gelmeyene, sorana sormayana, Hindistan’ı anlatıyorum. Gitmeden en az üç hafta kalır, gerekirse biraz daha uzatırım diyor, bu sürenin en azından genele ait bir bilgiye sahip olmak ve bir bölgeyi hakkıyla gezmek için yeterli olduğunu düşünüyordum.

Yanılmışım.

Oysa ön hazırlıklarımı yapmış, kütüphaneden Hindistan üzerine yazılmış bütün kitapları çıkartmış, Hindistan’a Bir Geçitten, Vişnu’nun Ölümü’ne kadar yazılmış bütün romanlara yeniden göz atmıştım.

Edebiyat iyiydi hoştu da bana hayatımı kolaylaştıracak bilgiler sunmuyordu. O zaman burun kıvırmamak bütün çaylak turistlerin yaptığını yapmak gerekiyordu: National Geographic’ten çıkmış Hindistan kitabını almak.

Eve gelir gelmez Mihracelerin Diyarını anlatan bölümü açtım, şehirlerin altını çizdim, mabetlerin adını ezberledim. Tam yola çıkmadan kitabın önsözünü okumayı akıl ettim. Giriş benim gibi ilk kez Hindistan’a gidecekler için ‘Bugüne dek kimsenin çözemediğini çözmeye çalışmayın’ mealinde bir öğütle başlıyor, Hinduizm’i anlamadan Hindistan’ı anlamanın mümkün olmadığından dem vuruyordu. Bulabildiğim Hinduizm üzerine yazılmış tek kitabı çantama attım, yola çıktım.

Dharam Vır Singh, uzun yıllar Oxford’da okuduktan, yıllarca İngiliz ve Amerikan üniversitelerinden gelen meslektaşlarına ülkesini gezdirdikten sonra Hinduizm’e Giriş adlı bu kitabı yazmış. Sadece Giriş altı yüz sayfa.

Okumaya başladım.

Yazar, Hinduizm her şeyden önce din sözcüğüyle açıklanacak bir din değil, bir algılama biçimidir diye söze başlıyor, sonra Yaratıcı Güç Brahma’dan, Evrensel Aklın Tanrısı Vişnu’dan, İyiliğin ve Kötülüğün Tanrısı Şiva’dan söz ediyor, onların nasıl tasvir edildiklerini anlatıyor, güçlerini simgeleyen sembolleri açıklıyor, eski Hint destanlarında geçen efsanelere gönderme yapıyordu. Buraya kadar anlaşılmayacak bir şey yoktu. Ama sonra işler karışıyordu. Durdukları yerde duramayan tanrılar, dünyayı kötülüklerden korumak için yeniden doğuyor, başka suretlere bürünüyor, başka adlar alıyor ve bu yeni hayatlarında onlara yeni eşleri, yeni çocukları, kutsal hayvanları, kutsal nesneleri derken büyük bir maiyet eşlik ediyor ve siz binlerce tanrı ve tanrıça arasında kayboluyordunuz.

Ama Hindistan’ı Hinduizm’i anlamadan anlayamazsınız lafının arkasında bu tanrı bolluğunun yatmadığı kesindi. Belli ki anlaşılmaz olan, binlerce yıldan gelen öğretilerin bugünün Hindistan’ında kabul görmesi ve koca bir toplumun hálá o günlerin ritüellerine sıkı sıkıya bağlı yaşamasıydı. 1947 yılında resmen kaldırılmış olsa bile hálá kast sisteminin sürmesiydi. Kendi arasında onlarca dala ayrılan beş kast vardı. En tepede Brahmanlar, yani din adamları, en altta Dokunulmazlar bulunuyordu. Bir kasttan diğerine geçmek, kişisel yetenekleriniz ne olursa olsun mümkün olmadığı gibi farklı kasttan biriyle evlenmek, onların oturduğu mahallelerde oturmak, hatta kullandıkları eşyayı kullanmak mümkün değildi. Herkes doğduğu kastta o kastın koşulları içinde yaşıyor, ölüyordu.

Çarpıcı olansa kimsenin bu adaletsizliğe başkaldırmaması, isyan etmemesi, herkesin yazgısını büyük bir tevekkülle kabul etmesiydi. Elinde olmayana yerinmek değil elinde olanla yetinmekti önemli olan.

Ne kadar okursanız okuyun gidip görmedikçe bunun ne anlama geldiğini çözemiyorsunuz. Gidip görünce de çözemiyorsunuz.

Ülkenin büyük çoğunluğunu oluşturan Hindular bu kast sistemi içinde yaşıyorlar. Bir yanda Bin Bir Gece Masalları’nda anlatıldığı gibi bir dünya var.

Ama bu dünyanın yanı başında başka bir dünya daha var.

Kuytu sokaklarda yaşayan, kan tüküren, dilenen, cüzamın, vebanın kırıp geçirdiği, hayatta üstüne yattıkları delik deşik hasırdan, su içtikleri kaptan, bir de sarındıkları paçavradan başka bir şeyleri olmayan insanların dünyası. Acayip olan derin, kapatılmaz gelir farkı değil. Acayip olan herkesin bunu dünyanın en doğal şeyiymiş gibi kabul etmesi. Yerinmemesi.

İster sarayda ister kuytularda yaşasınlar herkes mutlu.

Dünyanın dört bir yanından milyonlarca kişinin döne döne Hindistan’a gitmesinin nedeni de sanki bu.

Ya da oradan fellik fellik kaçmasının.

VARANASİ’DE ÖLÜYOR UDAİPUR’A YAŞIYORLAR

Varanasi’nin arka sokaklarında bir kez dolaşan, gördüklerini hayatı boyunca unutamaz.

Hinduların bu kutsal şehrine insanlar ölmeye geliyor. Kendileri gelemese bile külleri geliyor. Her sabah gün doğumunda ve her akşam gün batımında rahipler kutsal Ganj Tanrısı’na adaklar sunuyorlar. Küçük çiçeklerin çevrelediği küçük kandiller yakılıyor ve isteklerinizin gerçekleşmesi dileğiyle Ganj’a bırakılıyor. Öte yanda büyük krematoryumlarda sönmeyen ateşin kıvılcımları gökyüzünü tutuyor. Ölüler Ganj’a inen merdivenlere serili yatıyor. Ailenin büyük oğlu meydanda tıraş oluyor. Birazdan odunlar üstünde yatan bir akrabasına ilk odu verecek. Müthiş bir sessizlik var. Kayıklara doluşmuş insanlar bu ayini izliyor. Binlerce adak kandili Ganj üstünde ateşböcekleri gibi. Hayatla ölüm iç içe geçiyor.

Udaipur’a insanlar yaşamaya geliyor.

Göl üstünde kurulu Lake Palace’ın manzarası inanılır gibi değil. Udai Villas’ın bahçeleri cennet bahçeleri gibi. Kolunda atmaca dolaştıran uşaklar güvercinleri korkutmak için arada atmacaları uçurduklarını söylüyorlar. Güvercinleri neden korkuttuklarını sorduğunuzda çatıları temiz tutmak için diyorlar. Oysa iki adım ötede, şehir merkezinde yarı çıplak insanlar uzun süredir yağış almadığı için suyu çekilmiş gölde temizlenmeye çalışıyor. Evlerde su yok. Kadınlar çamaşırlarını durgun göl sularında yıkıyor.

Oteldeki odanız yirmi Hintli ailenin rahatça yaşayacağı büyüklükte. Akşam banyonuzun kaçta hazır olmasını istediğini soran adama boş gözlerle bakmıştınız. Adet yerini bulsun kabilinden söylediğiniz saatte ayaklı küvetinizin ılık süt, envai çeşit esans ve silme kırmızı gül yaprağı ile doldurulmuş olduğunu görünce küçük dilinizi yutuyorsunuz.

Jaipur’da açlığın kol gezdiği sokaklardan geçip dünyanın en iyi yakutlarının kesildiği kuyumculara gidiyorsunuz.

Zengin fakir herkes süslü. Ama sahici ama sahte, herkesin kolunda bilezik, kulağında küpe ve kaşlarının ortasında küçük bir benek var.

Gözünüzün değdiği her yer renk cümbüşü.

Yerim bitti. Anlatacaklarım bitmedi. Sanırım en doğrusu merak eden herkesin gidip kendi Hindistan’ını kendi görmesi.

Çünkü Hindistan her bakana farklı bir görüntü sunan bir çiçek dürbünü.

MİHRACENİN SARAYINDA MASALLARDAKİ GİBİ BİR DAVET

Altın Kubbeli Saraylar, inci küpeli mihraceler, mor kaküllü şehzadeler, ipeklere bürünmüş huriler, dev sinilerde gelen baharatlı yemekler, hortumlarından kuyruklarına kadar süslenmiş filler, ayağınıza serpilen kırmızı güller, rakkasların, hokkabazların gelen konukları eğlediği, saatler süren şenlikler, en ufak bir isteğinizi koşulsuz yerine getirmeye hazır hizmetkarlar. Abartmıyorum. Yasemin Pirinççioğlu’nun kişisel dostu olması nedeniyle katıldığımız Jaipur mihracesinin sarayındaki davet tam da buydu.
Yazının Devamını Oku

Serin çarşaflarda tavşan uykusu

6 Mart 2004
Yıllarca istedim. Düşledim. Korktum mu bilmem, bir türlü punduna getirip gideme(miş)dim. Oysa gençliğimde Sultanahmet Meydanı’ndan alacalı otobüsler kalkardı. Uzun saçlı adamlarla uzun saçlı kadınlar bir iki gün İstanbul’da konaklar sonra Binbir Gece diyarına doğru yola çıkarlardı. Ellerinde gitar, püsküllü heybelerine doldurdukları bir iki zati eşya, cep delik cepken delik, düşlerinin peşinde koşarlardı.

Düş dediysem öyle olmayacak düşler de değil; istedikleri kimsenin kimseyle savaşmadığı, dileyenin dilediğiyle seviştiği bir dünyada yaşamaktı.

Olmadı.

Hindistan o yılların çiçek çocukları için vaat edilmiş topraklardı.

Yıllar geçti, zaman değişti.

Hindistan değişmedi.

Bu kez metal yorgunu insanlar karmaşık ruhlarını anlama, şu fani dünyayı adlandırma derdine düştüler.

Nefes alma teknikleri, Tantric Yoga denemeleri, transandantal meditasyon, huzura giden yolu gösterdiği düşünülen gurular, ayurveda ile bedeni, sık sık gidilen Aşramlardaki öğretiyle ruhu sağaltma girişimleri derken güneşin doğudan doğduğu bir kez daha keşfedildi ve pusula gene Hindistan’ı gösterdi.


Beni heyecanlandıransa ne biriydi ne öteki.

Gençliğimde Sultanahmet’ten kalkan otobüslere binmeye korktum.

Şimdiyse ruhumu deşemeyecek kadar yorgunum.

Oysa Hindistan hep aynı Hindistan. Üstüne kitaplar yazılan, gidilip görülmese de adı bir şekilde anılan, yığınla yazarı bir o kadar şairi, gözü kara gezginlerle sıradan fanileri mıknatıs gibi kendine çeken masal ülke: Doğu’nun cevheri.

Kim bu çekime karşı koyabilir ki?

Geçen ay tam da bu vakitler bir sabah kalktım, kahvemi yaptım, Çapkın’ı okşadım ve gündelik hayatla baş edemeyeceğimi anladım: Bütün korkaklar ve bütün yorgunlar gibi can yeleğine sarıldım: Yasemin Pirinçcioğlu’nu aradım. ‘Olursa, yer varsa, Hindistan turuna katılmak istiyorum’ dedim. Rahatladım. Artık yola çıkmaya da yoldan çıkmaya da hazırdım.

Çıktım da.

Kelimenin her anlamında.

On gün Yasemin ve VİP’le VİP gibi gezdim. Sonra yoluma tek başıma devam ettim.

THY ile uçuyorsanız ilk durak ister istemez Yeni Delhi. Altı saat uçuştan sonra solgun, gri, sabahın dördünde bile insan kaynayan bir havaalanına iniyorsunuz.

Henüz Hindistan’ın İndira Gandhi Havaalanı’nın tıpkı basımı olduğunu bilmiyorsunuz: Yabancılar için fazla karmaşık, Hintliler için kolay, alışıldık.

Benim gibi aceleci, saatlerce sigara içememiş olmanın acısını bir an önce telafi etmeye çalışan bir tiryakiyseniz, bavulunuzu bıraktığınız gibi nereye gittiğinizi soran güleç polise aldırmadan kendinizi sokağa atıyor, şehrin kokusuyla tanışıyorsunuz..

Her ülkenin, her şehrin kokusu vardır.

Batı bahar kokar, Doğu baharat.

Hindistan’ın kokusu genze dolan bir koku. Kekre ve keskin.

Sonraki günlerde üstüme yapışan bu kokunun biraz sandal ağacı, biraz kafur, bol sarmısak, gani köri, has safran, serpme gül, ıslak tezek, yanmış yağ, hüda-i- nabit bitkiler, nadir çiçekler, ağır misk, nadide amber kokusu olduğunu anlayacağım: Yüzyılların yoksulluğunun tene sinen, yüzyılların varsıllığının sindirilen kokusu.

Ama henüz erken. Şimdilik kokunun adı yok: Sadece keskin ve kekre.

Hindistan ne kadar uzatırsanız uzatın ister topluca gidin ister tek başınıza dolanın ‘tatil’ diye adlandırılan bir zaman diliminde gezilecek, görülecek, dahası anlayıp çözülecek bir ülke değil.

Göremezsiniz çünkü Hindistan bir ülke değil, bir diyar.

Kuzeyde sırtını Himalayalar’a dayayan güneyde Hint Okyanusu’na açılan, eyaletten eyalete tarihin ve coğrafyanın değiştiği, bir milyarı aşkın insanı, kırk küsur dili, bin dört yüz lehçeyi, nefes kesen renkleri, sığ sığamızla anlamakta zorluk çektiğimiz yoksulluğu ve tevekkülü, eşine zor rastlanan şatafatı ve görkemi, farklı dinleri, farklı inançları, yüzyıllardan süzülen örfleri, adetleri, gelenekleri barındıran, ince elli, ince belli, koyu tenli, gümrah saçlı, sıcak bakışlı insanların diyarı.

Çözemezsiniz çünkü Hindistan bir yumak. Çelişkiler yumağı.

Yeni Delhi’de bir günümüz var. Program belli. Biraz dinlenecek, sonra şehri gezecek, akşam Nepal’e gideceğiz. Dönüp Varanasi’ye Ganj kıyısına geleceğiz. Oradan Agra’ya sonunda da Pembe Şehir Jaipur’u görmek için Rajastan’a geçeceğiz. Ben Racaların Ülkesi’nde biraz daha kalacağım. Mavi Şehir Jodpur’a, göller diyarı Udaipur’a, Jain’lerin en büyük tapınağını görmek için Ranakpur’a gideceğim. Sonrası? Sonrası Allah Kerim.

Hava serin. Yorgun argın bizi otele götürecek otobüse bindik.

İlk izlenim: Sabahın o saatinde bile arapsaçına dönmüş trafik. Üstelik sağdan.

Sonraki günler, bu münasebetsiz sağdan trafik gibi, her boş sahada oynanan, futboldan bin kez daha popüler kriket maçları gibi, kiminin My Fair Lady’deki Rex Harrison, kiminin Party filmindeki Peter Sellers şivesiyle konuştuğu ortak dil İngilizce gibi her yerde, iki yüz yıllık İngiliz sömürgeciliğinin izlerini göreceğim.

HİNDULAR DERİ EŞYA KULLANMIYOR

İlk gece: Serin çarşaflarda tavşan uykusu.

Sabah, mahmur, Delhi’de dolanıyoruz. Kadınlar renkli sariler içinde. Yağan yağmura aldıran yok gibi. Hepsinin üstünde Kaşmir şallar, ayaklarında sandaletler var. Ten rengi, eldiven gibi parmaklara geçen yün çoraplar giymişler.

Erkeklerin giyimi geldikleri yere, yaptıkları işe, ait oldukları kasta göre değişiyor. Türbanlı Sihler, Kurta Pijamalı Hindular, takkeli Müslümanlar.

Rehberimiz Anitha, Sihlerin saçlarını sakallarını hiç kesmediklerini, hepsinin soyadının aslan anlamına gelen Singh olduğunu ve üzerlerinde ait oldukları savaşçı kastını simgeleyen kama türü küçük nesneler taşıdıklarını söylüyor.

Hinduların deri kullanmadıklarını, hatta çoğu Hindu mabedine girerken bizim de deri eşyalarımızı kapıya bırakacağımızı anlatıyor.

Kulağım Anitha’da, gözüm sokakta.

Kadın sürücü bolluğu var. Üç teker motosikletler ve 1947 yılından kalma Ambassador’ler taksi olarak çalışıyor. Gürültü ve şamata gırla. Kavga ve küfüre rastlanmıyor.

Eski Delhiye gidiyoruz. Yapımına 1193 yılında başlanmış ülkenin en büyük camii Jama (Cuma) Mescidi’ni gezeceğiz. Sırada Delhi Kalesi, Kutubettin Minaresi ve daracık sokakların daracık sokaklara açıldığı Chandni Chowk Pazarı var. Delhi müzesini gezmek, Varanasi’den Ganj’a dökülen Yamuna Nehri kenarında gezinmek, Connaught Meydanı’nda alışveriş, artık dönüşe kaldı.

Amin Malouf’un Semerkant adlı romanında anlatıcı zamanın iki boyutu olduğunu söyler: Güneş zamanın boyunu ölçer, duygularsa yoğunluğunu, der.

Nepal’e uçmak için havaalanına giderken hepi topu bir gündür burada olduğumu hatırladım. Bir gün mü? Ne mümkün?

Öncesiz ve sonrasız bir zamanda asılı kaldığımı düşündüm.

Gitmek kolay. Dönmek zaruri. Yazmak imkansız gibi.

Görüyorsunuz, gün geceye kavuşmadan yer bitti.

Gerisi gelecek sefere.

Şimdilik,

NAMASTE.

RUHUM RUHUNU SELAMLIYOR

İlk kelime: Namaste! Avuçlar kavuşturulup çene altına getiriliyor ve hafifçe eğilerek namaste deniyor. Namaste hoş geldiniz demek, namaste teşekkür ederim demek, Namaste hoşça kalın demek, Namaste karşınızdakine saygı göstermek demek, Namaste Hint dilinde ruhum ruhunu selamlıyor demek, Namaste Hindistan demek.
Yazının Devamını Oku

Merzuka ve Christophe Dubrule ile Kıyı’da buluştuk, Paris’in dedikodularından Hindistan’a uzandık

28 Şubat 2004
Hindistan’dan dönmek zor geldi.<br><br>Nereye gidersem gideyim, İstanbul’a dönmenin mutluluk olduğunu düşünen ben, bu kez sevinemedim. Gözüm renk arıyor. Oysa başımı çevirdiğimde gördüğüm tek renk gri. Gri gökyüzü, gri apartmanlar, griye kesmiş ağaçlar, griden başka renk giymeyen insanlar, gri konuşmalar, gri ilişkiler.

Kaçış yok. Dört yanım duman rengi. Bir süre, çekip uzattığım tatilin nasıl geçtiğini soranlarla oyalandım, anlattıkça açıldım. Renkler dedim, kokular dedim, gezdiğim gördüğüm yerlerden, anlamakta güçlük çektiğim değerlerden, çelişkiler yumağı bu tevekkül ülkesinden söz ettim.

Hindistan, oraya gitmemiş insanlara kolay anlatılabilecek bir ülke değil. İstediğiniz kadar şeddeli konuşun, bir şeyler eksik kalıyor. Köre fil tarif ediyorum duygusuna kapılıyorsunuz. Ama oralara gitmiş, gitmekle kalmayıp gönül vermiş insanlarla konuşmaya görün, o zaman da sohbetin tadına doyulmuyor.

Bu hafta kiminle nereye gideyim diye düşünürken aklıma Christophe ve Merzuka Dubrule geldi.

Hem ikisini de çok özledim, hem de adım gibi biliyorum ki, laf dönüp dolaşacak Jaipur’a, Udaipur’a varacak. Daha doğrusu ben vardıracağım. Bir taşla iki kuş.

Hatırlıyorum; yıllar önce gene böyle gri bir akşam vakti, yeni taşındıkları, henüz tam yerleşemedikleri, her köşesi görür görmez insanı çarpan bir zevkle döşenmiş evlerinde saatlerce Christophe’tan Hindistan anılarını dinlemiş, hatta onu, böyle ballandıra ballandıra anlatmayı sürdürse, masadan kalkıp bavulumu hazırlamaya gitmekle tehdit etmiştim.

Şimdi sırası. Yeter ki İstanbul’da olsunlar.

Buradalarmış. Boşlarmış. Üstelik öğleden sonra Tarabya taraflarında olacaklarmış. O zaman Kıyı’ya gitsek, balık yesek iyi olmaz mıymış?

BİR TAŞLA ÜÇ KUŞ

‘Kıyı’ dedikleri anda, Üç Kuş dedim.

Kıyı, İstanbul’da en sevdiğim balık lokantalarının başında gelir. Hiçbir ahval ve şerait altında kalitesi değişmez. Mezeler harika, balık taze, servis mükemmeldir.

Orada yemek yiyip de masadan mutsuz kalktığım tek bir gün bile hatırlamıyorum. Öyle ara sıra gittiğim bir yer de değil. Eve iki adım. Yolum sık sık, genellikle de hafta sonları kah akşam yemeği, kah öğle yemeği için oraya düşer. Tek kötü yanı, balık ve salata dışında hiçbir şeye el sürmeme kararı verdiğim günlerde, takoz lakerdadan ılık pilakiye, ahtapot salatasından kıtır turşuya kadar tıka basa yemem, üstüne bir de tatlı söylememdir.

Bilenler bilir: Kıyı klastır, klasiktir.

Saat yedide buluşmaya karar verdik.

Eve iki adım ya, elbette geç kaldım. Gittiğimde Merzuka’yı beni bekler buldum. Biraz sonra Christophe geldi. Sonra da İlhami. Fotoğrafları çekecek. Kadehler kalktı, fotoğraf çektirmenin zorluğundan söz edildi, sahte gülücükler derken poz verme işkencesi bitti. İlhami adet olduğu üzere yazmak için konukların adını sordu. Söyleyince de şöyle bir durdu.

Duraklaması Christophe’un yazımı zor bir Fransız adı olmasından değil. Düşünsenize bunun Dubrule’ü var Merzukası var.

BELLEĞİME KAZINAN İSİM

Haklı. Ben de Merzuka adını ilk duyduğumda -ki bu son oluyor- bu ilginç adlı kadının kim olduğunu merak etmiş, ondan söz eden arkadaşıma sormuştum. Dünyanın en sıradan ismiymiş ve ancak soyadı söylenince kim olduğunu anlayacakmışım gibi ‘Merzuka mı? Merzuka İmrahor işte’ demiş, hayatımda ilk kez hiç tanışmadığım birinin ismini altın harflerle belleğime kazımıştı: Merzuka İmrahor.

Bu konuşma geçeli kaç yıl oldu hatırlamıyorum bile. Yılları saymayı bıraktım.

Bir gün, adı aklıma kazılı güzeller güzeli bu genç kadınla aynı işin ayrı uçlarından tutan insanlar olarak karşılaştım. Karşılaşmakla da kalmadım. Bir süre de Narmanlı Apartmanı’nın yüksek tavanlı dairelerinden birinde birlikte çalıştım.

O yıllarda Paris’te yaşıyordu.

Buraya dönmek, İstanbul’da yaşamak gibi bir niyeti yoktu. Paris’i seviyordu. Üstelik Paris hiç kimseye yakışmadığı kadar ona yakışıyor, o da orada yaşamanın hakkını veriyordu.

Gençti, güzeldi, becerikliydi, özgürdü.

Özledikçe İstanbul’a geliyor, işlerini hallettikten, sevdiklerini gördükten sonra dönüp Paris’e gidiyordu.

Hayatımda onun kadar ne istediğini bilen ve istediği her neyse bunu gerçekleştiren insan tanımadım.

Üstelik kimseyi kırmadan, gücendirmeden.

Merzuka o kadar zevklidir ki, değdiği her şeyi özel kılar. Bu da onun yakınında duran, onun hayatına bakan insanlarda karmaşık duygulara yol açar. Ona deli gibi hayran olan, bir o kadar da düşman demeyeyim ama hasetten çatlayan az insan tanımadım.

Haddinden fazla güzel, haddinden fazla zevkli, haddinden fazla yetenekli insanların ortak yazgısı...

BİRBİRLERİNE YAKIŞIYORLAR

Bir dönem geldi, İstanbul’a daha az gelir oldu.

O zaman Christophe’un adını duyduk.

Peki kimdi bu Christophe Dubrule? Nereden çıkmıştı?

Bir Paris yolculuğumda Merzuka’ya uğramış ve ateşin bacayı değil binayı sardığını görmüştüm.

Bir iki gün sonra bir kafede buluştuk. Christophe’la tanıştık.

O gün ne düşünmüştüm şimdi hatırlamıyorum ama bugün ikisinin birbirlerine yakışan yegáne arkadaşlarım olduklarını düşünüyorum.

Christophe, Paris’in bu ünlü aristokrat ailesinin hercai menekşesi, Merzuka ile karşılaştıktan sonra her babayiğidin alamayacağı bir karar aldı: Doğduğu şehri, çocukluğunun kokularını, gençliğinin zıpırlıklarını, hovardalık ettiği arkadaşlarını, ezbere bildiği sokakları, sarhoş olduğu barları, hayranlarını, alışkanlıklarını arkasında bıraktı ve İstanbul’a taşındı.

Önce Çukurcuma’da eski bir bina alıp onardılar. Fransa’daki dostlarla, daha doğrusu ünlü dekoratörlerle işbirliği yaptılar. Çukurcuma’ya o güne kadar kimselerin görmediği 18. yüzyıl antikaları, şeffaf porselenler ve el yapımı ipek kumaşlar geldi.

Sonra da Nişantaşı’ndaki ikinci dükkan açıldı.

Şimdi Reasürans Çarşısı’nın tam karşısındaki üçüncü dükkanlarındalar. İmrahor’da.

Christophe on yıl geçmesine rağmen verdiği karardan hiç pişmanlık duymuyor.

‘İstanbul’da, Paris’te kalsam yaşayamayacağım bir hayatım var’ diyor. Orada yaşamayı seçen kardeşlerinin, gençlik arkadaşlarının alıştıkları düzeni artık sürdüremediklerini, bu yüzden de mutsuz olduklarını düşünüyor.

80’li yıllardan sonra Paris’in üşüdüğünden ve örtündüğünden söz ediyor. Gitgide kopan insan ilişkilerinden, karşılaştığı herkesin parasızlıktan şikayet ettiğinden, Fransızları çekici kılan bütün deliliklerin, filtresiz Gitanes kokusunun, Beaujolais’nin buruk tadının, yakın bir gelecekte geçmişin tatlı anıları olarak tarihteki yerlerini almasından korktuğunu söylüyor. Ne kadar şikayet ederse etsin, gene de ayın bir haftası Paris’te.

Christophe, her ay iki kere düzenlemesini değiştirdiği dükkandan, Merzuka dekorasyonunu yaptığı evlerden sorumlu. Böyle bir iş bölümü yapmışlar.

Nefes alacak zamanları olduğunda yoculuğa çıkıyorlar. Yeni şehirler, yeni ülkeler, yeni insanlar, yeni tatlar, keşfedilecek antikalar, eşyalar...

Sonra buraya üç kedi, bir köpek, sayısız kitap ve sevdikleri dostlarıyla kurdukları dünyalarına dönüyorlar.

Tam üç saat konuştuk: Şaraptan, dostlardan, kırık Türkçesiyle Christophe’un kırdığı potlardan, İstanbul’un burada yaşayan bir Fransız asilzadesine hangi yüzünü sunduğundan, Paris’in son dedikodularından ve elbette Hindistan’dan.

Her yer gri diyerek gittiğim Kıyı’dan pürneşe çıktım. Birlikte yapacağımız yolculukları düşünüp, renkli düşlere daldım.
Yazının Devamını Oku

Kalua

21 Şubat 2004
Yavuz Demir telefonda ‘Senin çok seveceğin bir yer açıldı. Daha doğrusu bizim Dimitri eski Süreyya’nın yerinde harika bir yer açtı. Akşam yemeğe gideceğiz, sen de gel’ diye ısrar ediyor.

Dışarısı kar kıyamet. Üstelik ertesi gün yolcuyum.

Dimitri’nin Yavuz’un eski arkadaşı olduğunu biliyorum. Ama Yavuz beğenmediği bir yeri sırf arkadaşı açtı diye bu kadar övmez. Sıfırcı hocalar gibi notu kıt, memnun edilmesi zor müşteridir. Yemekler ağzının tadını tutmamışsa mutfakta aşçının başına dikilir. Servis istediği gibi değilse garsonlara diklenir. Örtünün üstünde toz zerresi görse söylenir. Dedim ya zor müşteridir.

Ama bütün müşkülpesentler gibi güzel dediği her yer gerçekten güzel, iyi yemek yeniyor dediği her yer gidilesi yerlerdir.

Yavuz Kalua’yı öve öve bitiremedi.

Sabah ezanında yola çıkacağımı, henüz bavulumu bile toplamadığımı, giderayak halletmem gereken yığınla işim olduğunu söyledim. Bulabildiğim bütün bahanelere kulaklarını tıkadı ‘Saat sekiz buçukta görüşürüz’ diye kestirip attı.

Söylene söylene gittim.

İyi ki gitmişim.

Bundan böyle belli ki sık sık gideceğim.

YUNANİSTAN’IN GÖZDE LOKANTASI

Kalua, Bebek’teki BP benzin istasyonunun üstünde yeni açılan bir lokanta. Adına aldanıp tropik dekorlu, plastik palmiyeli, uzun bardaklarda renkli minik şemsiyelerin süslediği karışık kokteyller içilen bir bar sanmayın. Kalua, Michelin’in cimri jürisinin birkaç yıldızla taçlandırdığı ünlü lokantalarda çalışmış Fransız bir şefin, Herve Pronzato’nun mutfağın başına geçtiği, Atinalı dekoratör Angeloupoulos’un İdil Dağlı ile birlikte dekorunu kotardığı, gene Atina’da çok tanınan ve Dimitri’nin oradaki lokantasında da neyin çalınacağına karar veren ve başından çıkartmadığı eski siyah şapkasıyla bana biraz Tuncel Kurtiz’i hatırlatan Yannis Datsopoulos’un seçtiği şarkıların çalındığı iddialı bir lokanta.

Dimitri ve kardeşi Manolis, Türk ortakları Mehmet Koçarslan ve Selim Hamamcıoğlu ile birlikte, Yunanistan’ın gözde lokantalarından Kalua’nın bir şubesini de İstanbul’da açalım dediklerinde, buranın gerçekten çok iyi yemek yenilen bir o kadar da eğlenilen bir yer olmasını istemişler. Ellerinden geleni esirgememişler.

İşe daha önce ne varsa yıkarak başlamışlar. Angelopoulos kolları sıvamış büyük, ferah ve şık bir mekan yaratmış.

Girişte yuvarlak bir şampanya- bar var.

Solda da upuzun ikinci bir bar. Yemek sonrası barı olarak düşünülmüş.

Aydınlatma ne insanın önündeki yemeği göremeyeceği kadar loş ne de insanı rahatsız edecek kadar çiğ.

Gözü yormayan renkler, kristal avizelerin şaşaasına inat sade puflar, şeytan ayrıntıda gizlidir misali özenle seçilmiş. Tabaklar, tablalar, vazolar ve o vazolarda beyaz kalalar.

Barda oturmuş Yavuz’u beklerken Dimitri çıkageldi.

Dimitri ile Bodrum’da bir arkadaşımın evinde tanışmıştık.

Yaz aylarını geçirdiği Kos Adası’ndan birkaç günlüğüne Bodrum’a gelmişti. Hem Bodrum gece hayatında ne gibi yenilikler olduğunu yakından görmek, hem de buradaki arkadaşlarıyla hasret gidermek istiyordu. Bodrum’daki arkadaşları da onu ve karısı Eleni’yi ağırlamak için seferber olmuş, her gece birinin evinde toplanıyor ve Dimitri’ye, ne zaman karşı adaya geçseler, ne zaman Atina’ya gitseler, onları müthiş bir sevecenlikle karşılayan, bir dediklerini iki etmeyen suyun öte yanından gelen bu dostlarına, kendi konukseverliklerini göstermek istiyorlardı.

Davet üstüne davet. Yemek üstüne yemek.

Hepsinin Dimitri ile birkaç anısı vardı. Kimi bir gece yarısı, başı dumanlı, kim bu saatte kontrol edecek diye parasız, kağıtsız atlayıp gittiği Kos’ta nasıl yakalanıp hapse atıldığını, tahta taburenin üstünde ne olacak diye yürek Selanik beklerken, çıkagelen Dimitri sayesinde paçayı kurtardığını, kimi Dimitri’nin eski bir Türk hamamını alıp yeniledikten sonra açtığı adanın en büyük gece kulübünde başından geçen komik maceraları, kimi aylarca peşini bırakmayan ve ona Glenn Close’u hatırlatan sevgilisinden kurtulmanın çaresini onun evinde saklanarak bulduğunu anlatıyor, herkes bu küçük, güleryüzlü adamın şerefine kadeh kaldırıyordu.

O gece teklifsiz sevildiğini anladım.

Zaman zaman birbirleriyle kanlı bıçaklı olan, küsen, barışan, yeniden küsen, ha bire çatışan, birinin ak dediğine ötekinin mutlaka kara dediği bu insanlar söz Dimitri’ye gelince ağız birliği etmiş gibi, aynı şeyi, onun gerçek bir dost olduğunu söylüyorlardı.

TÜRK HAMAMI KOS’UN EN İYİ GECE KULÜBÜ

Dimitri Diamantoulis, Kuşadası’nın ışıklarının göründüğü küçük bir Yunan adasında doğmuş. Çocukluğunda kardeşi Manolis ile adanın dar sokaklarında koşuşturur, komşu çocuklarıyla kavgaya tutuşurlarmış. Bağ bozumu şenlikleri, zeytin toplama günleri derken zaman geçmiş. Gönlünde gençlik arkadaşları gibi Atina’ya gidip ticarete atılmak varmış. Baba izin vermeyince önce üniversiteyi bitirmiş. Bu arada biraz cep harçlığını çıkartmak, biraz da gece hayatının ışıltısını yakından görmek için lokallerde çalışmaya başlamış. Sonra yolu o yıllarda ne iç turizmcilerin, ne de Avrupalı turistlerin ilgisini çekmeyen Kos Adası’na düşmüş. Oradaki metruk bir Türk hamamını alıp yenilemiş ve Hamam adında kocaman bir gece kulübü açmış. Hamam öyle başarılı olmuş ki, önce Mikanos’a taşınmış. Sonra da Atina’ya. Ve Kalua’nın adı almış yürümüş.

Türkiye’de bir lokanta açması önerildiğinde hiç duraksamadan kabul ettim, diyor.

Ve buraya Atina’daki mekana gösterdiğinden çok daha fazla ilgi gösterdiğini söylüyor.

MICHELIN YILDIZLI FRANSIZ AŞÇI

Yunanistan’da, biri Atina’da diğeri Selanik’te olmak üzere iki tane Michelin kılavuzuna girmiş lokanta varmış ve bunların başındaki şef Herve’yi İstanbul’a getirtmek için çok uğraşmış.

Bütün işleri bana hiç benzemez dediği kardeşi Manolis ile birlikte yürütüyor.

Herve Pronzato otuzlu yaşlarında genç bir şef. Parisli. Liseden sonra diploması bütün kapıları açan şanlı aşçılık okullarında aşçılık eğitimi almış. Uzun yıllar Paris’in en ünlü lokantalarında çalışmış. Çıraklıktan başlayıp şefliğe varmış.

Yunanistan’ın en iddialı otelinden teklif aldığında biraz duraksadığını, ama biraz Paris’in puslu gri havasından bıktığı, biraz da yeni bir ülkede yeni tatlar keşfetmenin cazibesine kapıldığı için bavulunu toplayıp Selanik’e gittiğini söylüyor.

Yedi yıldır Yunanistan’da yaşıyor. İşte o otelin lokantası da onunla çalışmaya başladıktan sonra Michelin’in ünlü yıldızına kavuşuyor.

Hazırladığı yemekleri Akdeniz Mutfağı diye niteliyor. O gece minicik tabaklarda gelen birbirinden leziz otuz küsur meze yedik.

Sonra ana yemeklerden tattık.

Evet bu, Akdeniz mutfağı. Ama Herve’nin elinin değdiği bir Akdeniz mutfağı.

Anlatmakla olmaz, gidip görmek, tadıp keyfine varmak gerek.

KALUA:

İstanbul: 0212 257 70 40

Mykonos: 0030 228 90 23 010

Kos: 0030 22420 24938

Atina: 0030 210 3608304

Rezervasyon gerekli.

Cumartesi, pazar dahil her gün açık.

Kişi başı 60 milyon civarı.

Yazının Devamını Oku

Tur mağdurlarının hizmetindeyim

31 Ocak 2004
Geçen bayram yurtdışına gidenlerin bir bölümü, dokuz gün sonra perişan, gittiklerine gideceklerine pişman olarak yurda döndüler. Aralarında ben de vardım. Hatırlarsınız: Uzun bayram tatili bütün turizm şirketlerini ayağa kaldırmıştı. Büyüğünden küçüğüne hemen hepsi neredeyse günlük gazetelerin tümünde yurtiçi ve yurtdışı gezilerini alacalı sözlerle duyurma yarışındaydılar.

Şimdi olduğu gibi.

İstisnasız hepsi Doğu'nun ve Batı'nın incilerini eğer onlarla gezerseniz size unutamayacağınız bir tatil geçirtmeyi vaat ediyordu.

Fiyatlar şirketten şirkete değişse de gidilecek ülkeler de görülecek şehirler de üç aşağı beş yukarı aynıydı.

Üç yıldızlı otellerde konaklamayı göze alanlar biraz daha az, beş yıldız otellerden şaşmam diyenler biraz daha fazla ödeyecek ama herkes gidilen ülkeyi adım adım gezecek, müthiş bir tatil geçirecekti.

Hesap buydu.

Parasını cebine koyan, gözüne kestirdiği acentenin kapısını çaldı, eline verilen programı okudu, mutlu mesut evine dönüp, renkli hayaller kurdu.

Sonra yola çıkıldı.

Kimi hesap çarşıya uydu kimisi uymadı.

Kimi sefa sürdü kimi cefa çekti.

Bir iki gazete bir iki şikayete yer verdi ama her şey gibi onlar da unutulup gitti.

Sefa sürenler sürdükleri sefayla cefa çekenler çektikleri cefayla kaldılar.

TOPLU GEZİLERE KATILMAZDIM

Ben böyle toplu gezilere katılmayı seven biri değilim.

Nereye gideceksem biletimi alır, otelde yerimi ayırtır, yola çıkarım.

İstediğim kadar istediğim yerde kalırım.

Sevmediğim lokantalara girmez, hoşlanmadığım yerlerde durmaz, kendi güzergahımı kendim çizerim.DİM.

Son yıllarda birkaç kez arkadaşlarım kanıma girdi ve uzak diyarlara böyle bir iki yolculuk yaptım. Toplu halde, hep birlikte.

Ufak tefek aksaklıklar olmadı mı? Oldu.

Her yolculukta olabilecek böyle terslikleri kıyamet gibi algılayan mız mız bir yapınız yoksa hemen hepsi de ortalama beklentileri karşılayan iyi niyetle düzenlenmiş gezilerdi.

Bunun için olsa gerek bu gezileri cehenneme safari olarak niteleyen, yaka silken, kıyamet kopartanlarla karşılaştığımda onlara biraz kuşkuyla biraz da şoför mahallini isteyen ama iki buçuk liradan fazla ödemeyen insanlar gözüyle baktım, pek de aldırmadım.

Taa ki tanık olana dek.

KARGAŞA HAVAALANINDA BAŞLADI

İş için Prag'a gitmek zorundaydım. Açıkçası bayrammış, seyranmış pek de umurumda değildi.

Bir arkadaşım eğer yolculuğumu bayram tatiline denk getirebilirsem birlikte gidebileceğimizi söyledi. Ben işimi yaparken o şehri gezecek, boş zamanlarımızda da birlikte eğlenecektik.

Hemen kabul ettim.

Ama uçaklarda yer yoktu. Prag'a sefer düzenleyen şirketlerden birinin gezisine katılmaya karar verdik. Hangi şirketle gidileceğine, hangi otelde kalınacağına o karar verdi, yolculuğun ayrıntılarıyla o uğraştı, bana sadece bavulumu toplamak kaldı.

Arkadaşım benim olamayacağım kadar cevval, geziyi düzenleyen şirket kuşkulanılmayacak kadar iyi bir şirketti. Bu işin öncülerinden biri.

Bundan ötesini ne siz sorun ne ben anlatayım.

Kargaşa havaalanında başladı. Elimize verilen biletleri incelediğimizde dört gün kalmayı planladığımız şehirde iki buçuk gün kalacağımız ortaya çıktı. Nedeni niçini sorulduğunda bir süre önce İstanbul'da yaşanan terör olaylarından ötürü Çek Hava Yolları’nın gidiş dönüş saatlerini değiştirdiği söylendi. İtiraz edecek gibi olanlar bu açıklama karşısında sustular. Doğuştan kuşkucu arkadaşım Çek Hava Yollarının bankosuna seğirtti ve yaklaşık iki yıldır uçak saatlerinin iki dakika bile değişmediğini öğrendi. Fırtına gibi geri geldiğinde ortada bize bu nazik açıklamayı yapan şirket çalışanının gölgesi bile yoktu. Kafile yola koyuldu.

Biz merkezde daha hallicene bir otelde kalmak istediğimiz ve bunun için de neredeyse gezi fiyatının yarısı kadar bir meblağ daha ödediğimiz için nispeten kolay kurtulduk. Kendi işimizi kendimiz gördük, iki gün sonra da paşa paşa evimize döndük.

O yolculuğa katılan diğer yolcular sıcak suyu olmayan bir otelde konakladılar. Gerçekten cana yakın ve şehri tanıyan gezi rehberi İstanbul'dan yollanan diğer grupları karşılamak için zamanını şehir ve havaalanı arasında mekik dokuyarak geçirdi.

İnsanlar avuç içi kadar ama dolambaçlı yollarıyla, binden fazla kulesiyle ünlü bu şehirde göre göre saat kulesinin olduğu meydanı ve iki adım ilerisindeki Charles Köprüsü’nü gördüler. Bir pizzacıda yemek yediler, anlamsız bir nehir gezisine katıldılar ve soğuğuyla ünlü Prag sokaklarında yetim çocuklar gibi kalakaldılar.

Dönüşte şirketin üst düzey yöneticilerinden biri beni aradı. Bu yazıyı adlı adınca yazacağımdan korktuğu için zararımı tazmin etmek istediklerini söyledi. Ben de benden çok geziye katılan ve gerçekten mağdur olan diğerlerini aramaları gerektiğini, bunu yaparlarsa mutlu olacağımı söyledim. Ben iyi kötü işimi halletmiştim. Tek hazır Prag'a gidiyorum diye uzun yıllardır Paris'te oturan ünlü bir Çek yazarı aracılığıyla zar zor randevu kopartabildiğim başka bir yazarı ziyaret edemedim. O kadar. Ama ötekiler?

Hele içlerinde yeni evli olduklarını düşündüğüm ve bu yolculuk için gıdım gıdım para biriktirdiklerine inandığım genç bir çift var ki onların hiçbir şeyin kaçıramayacağını düşündüğüm neşelerinin nasıl kaçtığını unutamıyorum

Bugüne kadar kimse aranmadı. Küçük bir özür bile dilenmedi.

Şimdi gene bayram. Gene insanlar yollara düşecek ve korkarım gene buna benzer hayal kırıklıkları yaşanacak.

Olur da başınıza böyle bir şey gelirse önce Tursab'ı sonra da beni haberdar edin.

Sayfam, mağdurların hizmetindedir.
Yazının Devamını Oku

Markiz'de ilkbahar coşkusu yaz rehaveti, sonbahar hüznü var kış ise ancak düşlenebilir

24 Ocak 2004
Markiz açıldı.<br><br>Aklım yıllarca yattığı ölüm uykusundan uyanıp geçtiğimiz haftalarda yenilenip açılan Markiz'de. Ama doğruyu söylemek gerekirse, adını her duyuşumda, önünden her geçişimde, beni çocukluğumun kokularına götüren bu kuytu pastaneye koşa koşa gitmek istemiyorum.

Acelem yok.

Bunca yıl bekledim biraz daha beklerim.

İçimde belli belirsiz bir korku var.

Acaba'lar peşimi bırakmıyor.

Aslına uygun onarıldı mı acaba ?

Kokusu değişti mi ?

Hálá her biri süslü kağıtlara oturtulmuş incir, portakal şekerlemeleri yapıyorlar mı?

Masalara serin örtüler seriyorlar mı?

Ya o güzel insanlar?

Biliyoruz, onlar arkalarında büyük bir boşluk bırakarak göçtüler.

Gittiler. Dönmediler.

Peki, onların yerini kimler aldı?

Markiz deyince aklıma çocukluğumun kokuları kadar ipek çoraplı, şık iskarpinli güzel kadınlarla, fötr şapkalarını parmaklarıyla geriye iten, yağmurluklarının belini büzen, duble paça bol pantolonlar giyen zıpkın adamlar geliyor.

Bir de elbet edebiyatçılar. Sanatçılar.

İzzet Melih Bey, Abdülhak Şinasi Hisar, Yahya Kemal; çınarlar.

Her biri kendi Pera'sını anlatmış başka yazarlar; benim yazarlarım.

Ama sanırım Markiz'le, duvarları Mahzar Resmor Hoca'nın ünlü mevsim panolarıyla süslü Pera'nın bu ünlü pastanesiyle, en çok Haldun Taner'i özdeşleştiriyorum.

Neden?

İlk kez onu Markiz'de görmüştüm. Ondan mı?

Yoksa kapanana dek Markiz'e gitmekten vazgeçmeyişinden, biraz köhneyince, eski pırıltısını yitirince, ona sırt dönüp ihanet etmeyişinden mi?

Bilemem.

Markiz benim için Haldun Taner'in mekanıdır.

Markiz'de Vivaldi'ye inat üç mevsim vardır.

1920'lerden kalan, sanat tarihçilerine göre döneminin en iyi vitrayları olarak adlandırılan mevsim panolarından Kış'ı resmedeni, bir rivayete göre taşınırken, başka bir rivayete göre yerine yerleştirilirken kırılmış, yerine yenisi yapılmamıştır.

Markiz'e gidenler ilkbaharın coşkusunu, yazın rehavetini, sonbaharın hüznünü yaşayabilirler.

Kışı ancak düşleyebilirler.

Ben insanların Markiz'e girdiklerinde çok da farkına varmaksızın sevdikleri mevsimin yakınında bir masaya oturduklarını düşünürüm.

Haldun Taner'i de hep ilkbahar panosunun önünde.

Başında beresi, nazik gülümsemesi ve yazdıklarına hayran biz yeni yetmelerin övgülerini gerçek bir sıkılganlıkla karşılayan alçakgönüllüğüyle Haldun Bey hep oradadır. Ona en çok yakışan mevsimde.

Beyoğlu'nda turlamış, Hachette Yayınevi'nden yeni bir kitap almış, aklında yazacağı bir oyun, vereceği bir ders, yayımlayacağı bir kitap, çayını yudumlamaktadır.

DEMET TANER HAYATI HAYAT KILANLARDAN BİRİ

Kararımı verdim.

Gidersem Markize Haldun Taner'in eşi Demet Taner ile gideceğim.

Oysa tanışmıyoruz.

Her davete katılmadığını, mesafeli durduğunu, söz konusu davet, ilgisini çeken bir sanat olayı, sevdiği bir bestecinin konseri ya da buna benzer bir etkinlik değilse geri çevirdiğini, tanımadığı insanlarla konuşmaktansa evde oturup çalışmayı yeğlediğini biliyorum.

Tanışmadık ama tanıyanlardan dinledim: Demet Hanım sayıları gitgide azalan o özel insanlardan. Öğrenmekten bıkmayan, üretmediği zaman eksiklenen, hoyratlıkları görmezden gelip, incelikleri seven... Bize kaybettiğimiz değerleri düşündürten ..

Yani hayatı hayat kılanlardan..

Yani Markiz'i Markiz yapanlardan...

Panolar, masalar, kokular yerinde dursa ne olur?

Orayı özel kılan insanlar durmadıkça?

Ve içlerinden biriyle konuşulmayacaksa? İster istemez dünden, kaçınılmaz olarak bu günden, belli belirsiz gelecekten.

Utana sıkıla aradım. Kendimi tanıttım.

Kabul etti.

Cumartesi öğleden sonra üçte buluşmak için sözleştik.

ESKİ TADLAR AĞIR GELDİ

Hazırlandım ve yıllar sonra ilkbahardan

kalma bir İstanbul ikindisinde Markiz'e adım attım.

Sonbahar panosunun altında, büyük camekandan caddede yürüyenleri izleyebildiğimiz masamıza geçtik.

Demet Hanım açık çay, ben koyu kahve söyledik.

Demet Taner'in geldiğini duyan Lal Dedeoğlu - Markiz'in ve şimdi Markiz Pasajı olarak adlandırılan pasajdaki Buz Bar’ın işletmecisi- yanımıza geldi.

Ne ısmarlayacağımızı ona sorduk. ‘‘Macaron‘‘lar yaptıklarını, tatmamız gerektiğini söyledi. Eski mönüde yer alan pastaları yapmaya devam ediyorlarmış. Arada denedikleri ama servisten kaldırdıkları da varmış.' Foret Noir' gibi. Eski günlerin alafranga tadı yeni damaklara ağır gelmiş.

Bütün masalar dolu.

İçeride geçmişin izini sürenler kadar buraya

ilk kez geldikleri her hallerinden belli gençler de var.

Kapıda da uzun bir kuyruk.

HALDUN ÖLMEDİ Kİ...

Garson çaylarımızı getirdi.

Biraz sustuk.

Sonra uzun bir sohbet.

Önce, Haldun Taner'den konuştuk.

Sonra Demet Hanım'dan.

Ve onların uzun yıllara yayılan arkadaşlıklarından, on yıldan fazla süren evliliklerinden, bütün bunların ötesinde ancak birbirini tamamlayan iki kişi arasında kurulan o sihirli ilişkiden söz ettik.

Demet Hanım özelini anlatmayan kadınlardan.

Evet, Haldun Taner'den, onun yapıtlarından, kişiliğinden, yenilikçi ruhundan, dünya alemin bildiği tevazuundan, kendisine kattığını söylediği değerlerden, ona duyduğu sevgiden ve hayranlıktan söz ediyor ama o ilişkiyi büyülü kılan, biricik yapan özelinden söz etmiyor.

Tıpkı sevdiğini dünyayla paylaşan ama sevgisini kendine saklayan bütün aşıklar gibi.

Konuştukça, şaşırıyorum;

Şaşkınlığım eczacılık fakültesini bitirdikten sonra girdiği Siyami Ersek Hastanesi'nden emekli olduktan sonra gazete televizyon üzerine yüksek lisans yaptığını öğrenince daha da artıyor.

Bitirme tezi Haldun Taner belgeseliymiş.

Yıllar sonra Galatasaray Üniversitesi, dünya tiyatro tarihi dersleri vermesini önerdiğinde, kabul etmiş.

Derslere başlamadan önce deliler gibi çalıştığını, evin her odasına, her köşesine yaydığı kitaplardan gece gündüz demeden notlar çıkarttığını anlatıyor.

Dört yıldır üniversitede doktora öğrencilerine ders veriyor.

İstanbul'un dört köşesinde kaçırmak istemediği sergilere, konserlere, piyeslere gidiyor.

Okuyor.. Okuyor.. Okuyor..

Ve yetişememekten yakınıyor.

Bunlar kendi işleri.

Bir de Haldun Bey'in bıraktıkları var. Ya da onunla ilgili olanlar.

Öykü ödülüne katılan öyküleri okumaktan, söyleşilere katılmaya, yeni basımları yapılacak kitaplardan, el yazmalarını derlemeye kadar uzanan..

Ona bakıyorum ve konuşmamızın başında ‘‘Haldun ölmedi ki‘‘ derken neyi kastettiğini anlıyorum.

Bu, ölen birini özlemenin getirdiği, ötekinin yeri doldurulamadığı için içine düşülen boşluğun ettirdiği bir söz, bir his değil.

Tam da Haldun Bey'in deyişiyle ‘‘Ölür ise Ten Ölür Can'lar Ölesi Değil‘‘ hali.

Bunu anlamak için Markiz'e gitmek gerek.
Yazının Devamını Oku

Kar İstanbul'a, sis gibi, pus gibi deli esen lodos gibi çok yakışıyor

10 Ocak 2004
‘İstanbul'dan ne zaman biraz uzaklaşsam, döndüğümde bir karış suratla bulurum onu. Tarih boyunca kadına benzetile benzetile sonunda hakikaten kadınsı huylar edinmiş şehir, bana kendimi kötü hissettirmek için sanki açığımı kollar.’

Cümle benim değil. Tuna Kiremitçi'nin.

Bu İşte Bir Yalnızlık Var adlı kitabının hüzünlü kahramanı Memet iki günlüğüne gittiği Adana'dan döndüğünde İstanbul onu böyle karşılıyor.

Bu şehrin bize sunmadığı güzellik, etmediği azizlik yok. Katılıyorum.

Öyle Adana'ya falan gitmemiş, birkaç günlüğüne -o da zaruretten- karşı kıyıda konaklamıştım.

Her işi; planları, projeleri, toplantıları, ödemeleri, avukata, notere, sinemaya gitmeyi, bu arada bir arkadaşımla buluşup yarenlik etmeyi, yarenliği yazıya dökmeyi ertelemiş eve dönünce yaparım demiştim ki, İstanbul'un azizliğine uğradım.

Bütün bunları yapmayı tasarladığım gün kalktım ki ne göreyim?

Kar yağmış.

Daha da beteri, yağmakta.

Lapa lapa yağan kar, lapa lapa yağan huzurdur diyenlere inanmıyorum.

Evde oturuyorsanız, oturacaksanız, ne alá.

Kar bu şehre, sis gibi, pus gibi, deli esen lodos gibi çok ama çok yakışıyor.

KİMSEYİ BULAMAYINCA EVDE OTURMAYA KARAR VERDİM

Ama çıkacaksanız, çıkmak zorundaysanız o zaman durun, düşünün derim.

Bilirim: Trafik felç olacak, verilen randevulara iki saat geç kalınacak, cep telefonu o aceleyle çıkılırken evde unutulacak, geç kalındığının haberi bekleyene iletilemeyecek, tırnaklar kökünden yenecek, sigara üstüne sigara içilecek, sonunda gidilecek yere varıldığında boş yere eziyet çekildiği anlaşılacaktır.

Bütün bunlar sizin başınıza gelmese bile ötekinin başına geleceği için sonuç değişmez: Binbir zorlukla gittiğiniz yerde sizi kimse beklemez.

İstanbul beyaza kestiğinde hiçbir iş yolunda gitmez.

Sabah insanı sevindiren, çocukluk günlerine döndüren kar, akşam olmadan çamura ve kabusa dönüşür.

Yılların tecrübesi: Öncelikli olmayan bütün işleri güzel havalara erteledim.

Yazı için de bu hafta birlikte çıkarız diye düşündüğüm arkadaşlarımdan uzak semtlerde oturanları eledim, Bebek-Tarabya hattına kilitlendim.

En kötü ihtimalle yürüyerek gideriz, düşe kalka döneriz.

Birinin telefonu cevap vermiyor.

Diğeri İstanbul dışındaymış.

Bir diğeri burnundan soluyor, bırakın yemek yemeyi, yiyecek adam arıyor.

Beşinci denemeden sonra pes ettim. Evde oturmaya karar verdim.

İyi de nereyi, kimi yazacağım?

Dışarı çıkmaya gönüllü olmadığıma, bu saate kadar da çıkacak kimseyi bulamadığıma göre bana bir hinlik gerek.

Seçenekleri bir bir dizdim, işime gelmeyenlerin üstünü çizdim.

Böyle günlerde yapıldığı üzere okur mektupları yayınlayamam: Gelen mektupları ancak yanımda biri -bilgisayar kullanan biri- varsa okuyabiliyorum. Yok öyle ''Geç Compaq'ın önüne, www yaz, gelen postanı oku, bir zahmet cevapla'' becerim.

Yemek tarifleri veremem: Yılbaşı arifesi bu hakkımı kullandım.

Aile büyüklerinin beni hep güldüren ziyafet hikayeleriniyse geniş zamanlara saklıyorum.

Fena da olmazdı hani, dedemin, kılıbık olduğunu cümle alemin bildiği dedemin, gittiği gideceği tek avda, vurduğu vuracağı tek ördeğin hikayesi.

Muzaffer komutanlar gibi elinde ganimeti eve dönen dedem, babaannemin el kadar olduğunu söylediği ördeği özenle kara gömmüş. Sabah da ördeğin yerinde yeller estiğini görmüş. Zavallıdan arda kalan tek şeyi, didiklenmiş teleği almış, bir karanfil iliştirir gibi ceketinin yakasına iliştirmiş ve evdeki kedilere düşman kesilmiş.

Kıssadan hisse çıkarma uzmanı babaannem ‘‘Avcılar kedi düşmanı olurlar‘‘ derdi de başka şey demezdi. Avcıları sevmez, av eti yemezdi.

YILLANMIŞ BİR KONYAK TAM BU GÜNLER İÇİN

Başka ne yazılır?

Söz konusu yazı yemek ve lokantayla sınırlı olmasa nasıl tembellik edildiği yazılır. Yazılabilir.

Tembelliğin insan hak ve hürriyetinin vazgeçilmez koşulu olduğundan söz edilir. Edilebilir.

Günün mana ve ehemmiyeti göz önünde bulundurulup aylarca okunmamış kitapların, örneğin KAR'ın kapağı kaldırılır, ahkam kesilir. Kesilebilir.

Daha da içlenilmişse şiir kitapları raflardan iner; gece vakti dostlar uyandırılır.

Eskilerden bir plak, çalmaktan çizilmiş bir plak, yıpranmış kılıfından çıkarılıp pikaba konur, cızırdayan bir ses odayı doldurur: Naim Dilmener'e selam yollanır.

Mecal kalmışsa, şömine yakılır.

Kar yağmaya devam eder.

Yıllanmış bir konyak böyle günleri bekler.

Tombul bardaklar bulunur, iki parmak içki konur, uzun uzun koklanır.

Sonra bir yudum alınır.

Sonra bir yudum daha.

Sonra bir yudum daha.

Kar yağmaya devam eder.

ÖZLEMEYE BAŞLAYINCA HERKES SIRAYA GİRER

Boğaz yalnız karlı havalarda büründüğü o garip renge bürünür: Ne mavi ne gri, ne cam göbeği. Olsa olsa tirşe.

O tirşe sizi alır, Ömer'in aylarca bıkmadan usanmadan denizaltılarını çizdiği, gelen geçenin uğramadan gitmediği Hisar'daki eve götürür.

Burnunuzun direği sızlar.

Kar yağmaya devam eder.

Mim Kaf'ı özlersiniz.

Özlemeye başlamaya görün. Herkes sıraya girer. Hepsiyle geçirilmiş karlı gece masalları, derinlerden gelir karşınıza dikilir.

Teşvikiye'deki çatı katından Memed gülümser.

Gözlüğünü düzeltir, içkinizi tazeler.

Kar yağmaya devam eder.

Son oyununu yazmaktansa oynamayı yeğlediğini söyler.

Hep şaşırtmayı sevmişti, dersiniz.

Sonra sorular...

Ali hálá kontrbas çalıyor mu?

Yunus, sihirbazlık yapıyor mu?

Emoçi'nin yangını söndü mü?

Sina, beyaz saçlı güzel kadın. Kim bilir nerede, hangi şehirde?

Ya Ahmet? O şimdi nerelerde?

Silsile.

Mendebur kar.

Yağmaya görsün!

Herkesin çıkınından bir Rosebud, benden böyle bir yazı çıkar.
Yazının Devamını Oku