Gidenin arkasından bazısı ağlar, bazısı susar ya da Oray gibi çığlığını yazıya döker
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Oray’cığım, Sana mektup yazmaya karar verdim.
Elime kalem almışsam, önümde açık bir sayfa varsa, Hürriyet Cumartesi’ye yetişmesi elzem bir yazı yazılacak ve bir teras, bir kitap, bir yazar anlatılacaksa bu ha şu biçimde olmuş, ha bu biçimde, kime ne?
Teras İstanbul’un en güzel manzarasının karşısına kurulmuş kurumlu Nu Teras.
Kitap, bu güne kadar duyduğum en sevimli yayınevi adı; Gri Kedi Yayınları’ndan çıkmış ‘Kal!’
Yazarı, söylemeye hacet yok, sensin.
Seni bundan iki yıl önce Bebek Koru Kahve’de; şimdilerde Fransız Sokağı adını alan eski Cezayir Sokağı yenilendi, evler pembeye kesti, İstanbul eliti burayı adres belledi diye girişte arama tarama yapılmasına kızan, kızmakla kalmayıp eylem yapan -ne yalan- hep eylemden yana olan ve ne iş yaparsa yapsın muhalif kalmayı beceren, sevdiğini gözleriyle seven, üzülünce içi üşüyen Ahmet Tulgar’la birlikte geçirdiğimiz koca bir pazar ikindisinde tanıdım. Ahmet’le benim çook eskilere dayanan dostluğumuzu önce ilgiyle izledin sonra eski dostların tıpkı eski silah arkadaşları gibi bitmeyen hikayelerinden sıkıldın, kendini yemeye verdin.
Biraz da bu yemek yazıları yazdığını sandığın alengirli kadını şaşırtmak amacıyla en garip yemekleri seçtin.
Çok gençtin. Hálá öylesin.
O zamanlar benim hiç mi hiç ilgimi çekmeyen bir alanda, futbol yazıları yazıyordun. Hem de Radikal’de. Her gün aldığım gazetede. Ama ne yalan söylemeli, ne seni tanıyor, ne yazılarını okuyordum.
Çabuk örselenen insanlar ya suskun ya sivri dilli olurlar ya, sivri dilliydin. Ve belli ki dille cilveleşmeyi sevenlerdendin. Gözlemlerin, eleştirilerin, iğnelerin, taşların, hatta kayalarının ardında zeki insanların rikkati, dille cilveleşmeyi sevenlerin dikkati vardı.
Hemen karar verdim: Biri böyle konuşuyorsa iyi de yazardı.
O günden sonra rastladığım bütün yazılarını okudum. Futbolcu portrelerini, kent dedikodularını, New York mektuplarını.
Ve seni sevdim. Söylemesi ayıp ama ben sevdim mi tanımadan sevenlerdenim.
İLK KİTAP YAZARIN KENDİSİDİR
Kal’ı verdiğinde, ne yazacaksam yazayım, kitabı ilk satırından son satırına okumadan yazamayacağımı anladım.
Yazarlara ihanet etmemek gerek. Sevmezsin, beğenmezsin o başka. Ama ihanet edemezsin.
İlk kitap ilk çocuk gibidir derler. Sen de şaşırırsın.
Eline kitabı aldığını, kapağına uzun uzun baktığını görür gibiyim. Sonra bir acele, içinde dizgi yanlışı var mı diye bütün sayfaları çevirmiş, bütün satırları geçmişsindir eminim... Koklamışsındır da.
Çocuk ta öyledir. Kucağına ilk verdiklerinde önce eline yüzüne bakar, sonra koklarsın.
Diğerleri gelmeden, henüz masada baş başa otururken sana ilk klişe sorumu sordum: İlk kitap, ilk eser, yazarın kendisidir derler, doğru mu?
Kocaman gülümsedin. Kitabın ana karakteri Emir’in de ilk filmini çekmeye çalışan bir karakter olduğunu söyledin.
Sonra Sarafin söyledik: Sauvignon Blanc.
Sonra Barbaros Altuğ geldi: Sevindik.
Sonra eylemine benim için ara veren Ahmet: Maytap.
Sonra gece çöktü.
Sonra rüzgar çıktı.
Sonra üşüdük.
Şallar istedik.
Yemekler yedik: Allı güllü leziz yemekler.
Bazen karşı kıyıya, Haliç’in öte yakasına baktık. Ama en çok konuştuk, konuştuk, konuştuk.
Sorduğum her soruya verdiğin her cevap; masumiyet. Dedikleri gibi yoksa gençlik masumiyet demek mi? Bittiği gün biter mi?
İÇİNDE AŞK OLMAYAN AŞK ROMANI
Eve döndüğümde kitabını aldım, yattım. Niyetim karıştırmak, ne yazdığına bakmaktı. İlk sayfa, ikinci, üçüncü derken...
Ezan okundu, güneş üzerinde kıvrıldığım kanepeye vurdu, köpek huysuzlandı, havladı, aldırmadım. Arada kahve yaptım. Bir tane daha. Bir tane daha. Son sayfaya geldim. Son satır. Nokta.
Hangi nokta?
İçinde aşk olmayan bir aşk romanı yazmışsın. Kan var, tutku var, gözyaşı var, acı var. Sana bunu söylesem, çekik gözlerini daha da kısıp yüzüme bakacağını, aşk dediğin nedir ki, kan ter ve göz yaşından başka diyeceğini biliyorum.
Haklısın. Gençsin.
Bir gün koluna senin adını kazıyanlarla karşılaştığında belki sevinecek, belki sinecek, belki kaçacak, belki de adına aşk diyeceksin. Ne yaparsan yap, ne dersen de işte o gün yaşlanacaksın.
Kitabının içeriğinden söz etmemem gerek. Merak eden alsın. Ama arka kapaktaki alıntıyı alıntılarsam ne okurlara ne de yayıncılara zararı dokunur diye düşünüyorum.
O’nu anlatırken;
‘Süpermarket reyonlarında dolaşıp arabalar dolusu alışveriş yaptık. Sonra o bütün poşetleri evime çıkardı. Kim böyle birini istemez ki? Ya da sinemaya gittik diyelim, üzerine yaslanmama bir şey demedi. Kim yaslanmaz ki? Onunla karanlık yollarda gece yarılarında tuhaf ve uzak yerlere gitsek, arabamız bozulsa hani lastiğimiz patlasa, lastiği o değiştirirdi, elimi bile sürdürtmezdi. Kim onunla yolculuk etmez ki? Ben onun ideallerine ayak uydurmak için geleceğe inanır gibi gözüküyordum. Kim onunla yaşlanmak istemez ki? Onu hep bekliyordum ama o sonunda hep geliyordu... Kim uyanık kalmaz ki?
Ben susar susmaz peki ne oldu da bu hallerle düştünüz? diyeceksiniz. Cevabım hazır. Bir gün beni sevmesini istedim, o gitti.’
Senin de dediğin gibi, biri diğerini daha fazla sever. Hep sevilenler gider. Gidenin arkasından gösterilen tepkiler farklıdır. Kimi taş keser, kimi yataklara düşer. Kiminin ağzını bıçak açmaz kimi susturulamaz.
Kimi de senin gibi eline kalemini alır, çığlığını yazıya döker.
İnsanı sarsan, ağlatan bir kitap yazar, adına Kal! der.
Öpüyorum,
Figen
Kararım karar: Bundan böyle kitabını henüz okumadığım bir yazarla asla yemeğe çıkmayacağım. Yemek dediğim, yazılmak için çıkılan yemek. İlki Nedim Gürsel’di. Yakup’ta buluşmuş, bana çocukluğunu anlattığı son kitabını vermiş, gene silah arkadaşları misali eski günlere dönmüş, uzun uzun rakı içmiştik. Kitabını henüz okumadığım için ona kitap hakkında sorular soramamıştım. Sonra çok yandım.
Nu Teras
Tepebaşında, Odakule’nin hemen yanındaki hanın terası. Aslında anlatmak yersiz çünkü yaklaşık iki üç yıldır İstanbul’u kasıp kavuruyor. Ünlü Şef Mehmet Gürs’ün Nişantaşı Downtown’u bıraktıktan sonra yerleştiği yeni mekan. Alt kat Lokanta, yaz aylarında da Teras. Manzarayı tarife hacet yok. Yemekleri de öyle. Son yıllarda yediğim en iyi bonfileyi geçen akşam orada yedim. Deli demeyin ama Mehmet Gürs’ün patates püresini çok özlemiştim. Özeldir. Her daim kalabalık. Rezervasyon yaptırtmadan gitmeyin