Figen Batur

Eski ve bohem Asmalımescit’in yeni mekanı

22 Mayıs 2004
Sonunda Flamm’a gidebildim. Asmalımescit, Sofyalı Sokak numara 15’te, bir yıllık yenileme çalışmasının ardından 1 Nisan’da kapılarını açan Flamm’a.

Sahibi İrfan Kuriş eski arkadaşım. Binayı onaran mimar Bülent Güngör de öyle.

Bir yıl kadar önce, İrfan bir sonraki projelerinden birinin Asmalımescit’te lokanta açmak olduğunu söylediğinde şaşırmıştım.

Ne de olsa, ne kadar değiştiği de söylense Beyoğlu, özellikle de Asmalımescit sanatçıların uğrak yeri olan meyhanelerin semtiydi. Yılların Yakup’u oradaydı, Refik oradaydı. Ressamlar sergi açılışlarını orada kutlar, yazarlar kitaplarının ilk nüshasını orada ıslatırlardı.

İrili ufaklı galerileri, terebentin kokulu atölyeleri, sabah saatlerinde mahmur gözlü tek tük müşterinin acı kahve içip, gazete karıştırdığı kuytu kahveleri, açıl susam açıl antikacıları ile Asmalımescit nereden bakarsanız bakın bohem bir semtti.

Elbette artık Fikret Adil’in anlattığı, yedi düvelden bin çeşit insana olmayacak hayaller kurdurtan semt olmaktan çıkmıştı. Elbette Beyaz Ruslar tarihe karışmıştı. Ama Asmalımescit gene de Asmalımescit kalmıştı...

Evet, Babylon’un açılması ve birbirinden güzel konserlere ev sahipliği yapması, sokağın caddeye kavuşan köşesindeki Lokanta’nın varlığı, iki adım ötedeki Markiz’in sonunda derin uykusundan uyanması son yıllarda semte yeni bir çehre kazandırmıştı ama ne derseniz deyin, ister sabahın seherinde ister gecenin zifirinde gidin, orası, benim için hálá İstanbul bohem hayatının merkeziydi.

İrfan’a gelince, İrfan çok şeydi de, bohem değildi. Nasıl bir yer açacaktı ve kimleri ağırlayacaktı? Müşterisi kim olacaktı?

Merakla beklemeye başladım. Beklediğime de değmiş. Kaygılarım yersizmiş.

İrfan’ın hiçbir şeyi parmağının ucuyla tutmayacağını, inanmadığı, gönül yatırmadığı hiçbir işe kalkışmayacağını, son yıllarda pek moda olduğu gibi ‘sezonluk’ bir yer açıp ertesi yıl kapatmayacağını, başaracağına inanmadığı hiçbir işin altına da imza atmayacağını bilmeliydim.

Flamm hem semtin bütün özelliğini yansıtan hem de alabildiğine farklı bir mekan.

İstiklal Caddesi’ne doğru kıvrılarak giden Sofyalı sokağa girdiğinizde, önünde iri saksılar içinde büyük yeşilliklerin dizili olduğu iyi aydınlatılmış bir bina görüyorsunuz. Aşınmış mermer merdivenin iki basamağını çıktıktan sonra da Flamm’a giriyorsunuz. Solda bar var. Bir de beyaz keten örtülerin serildiği ferah masalar. Masalarda gereksiz hiçbir ayrıntı yok. Beyaz porselen tabaklar, keten peçeteler, minicik cam vazonun içinde boynu bükük birkaç papatya. Sıvası kazınmış tuğla duvarlar olduğu gibi bırakılmış, sokağın dokusunu içeri taşıyan ama insanı gelen geçenlerin bakışlarına maruz bırakmayan iki büyük pencere açılmış. İki pencere arasına da bana Bernard Buffet’nin tablolarını çağrıştıran kocaman bir resim asılmış. Hepsi bu. Bu kadar. Ama şeytan ayrıntıda gizlidir derler ya, Flamm’da da her ayrıntı belli ki inceden inceye düşünülmüş. Elinize aldığınız mönünün basıldığı kağıttan, içtiğiniz şaraba, geride çalan müziğe kadar her şey güzel... Ve yediğiniz yemek tek kelimeyle mükemmel.

Gittiğimde İrfan’la Bülent bara oturmuş şaraplarını içiyorlardı. İkisi de Bodrum’dan yeni dönmüş. İkisi de Bodrum yanığı. İkisi de beyaz saçlı. Beyaz gömleklerinin içinde ikisi de tiril, ikisi de tirendaz. İkisi de mükemmeliyetçi. İkisi de inatçı. İkisi de başarılı. İkisi de şu, ikisi de bu. Daha yığınla ortak özelliklerini sayabilirim ama bana sorarsanız onlar, benzer niteliklerinden ötürü bir araya gelmiş, ama birbirine zerre kadar benzemeyen iki adam. Birbirinin zıddı, biri sanki diğerinin Arap’ı.

AMERİKA’DAN TRABZON’A

Bülent mimar. Hem de iyi bir mimar.

Babasının işi nedeniyle ilk ve orta öğrenimini Belçika’da yapmış. Üniversite çağı gelince de bir Amerikan üniversitesinden burs almış. Ama gel gör ki, istediğin kadar burslu ol, orada yaşamak için ayrıca para da gerek. Yoksa yok. Tek çare, o güne kadar hiç okumadığı müfredattan müteşekkil Türkiye’deki sınavlara girmek. O da öyle yapmış ve Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin Mimari Bölümü’nü kazanmış. Uzun saçlarını savura savura Trabzon’a yollanmış. Oradaki yıllarını hayatını biçimleyen yıllar olarak hatırlıyor. Amerikalı hocalarından çok şey öğrendiğini söylüyor. ODTÜ’de master, İTÜ’de doktora, arada vefa borcu nedeniyle döndüğü ve bir süre öğretim üyeliği yaptığı KTÜ. Bugün bile orada öğrencilerini alıp gittiği Sümela Manastırı’nı, her karışını arşınladığı Karadeniz yaylalarını anlatırken gözlerinin içi gülüyor.

Son duraksa İstanbul.

Onu tanıdığımda, İstanbul’da girmediği saray, yenilemediği tarihi eser yok gibiydi. Uzmanlık alanın restorasyon olursa, çalıştığın yerler de saraylar olur.

Bir süre sonra kendi şirketini kurdu ve sessiz sedasız, gürültüsüz patırtısız, bire bin katmadan, cümle aleme yaymadan, kasım kasım kasılmadan, dökülüp saçılmadan, saymakla bitmeyecek iyi işler yaptı.

En büyük iyiliklerinden biri de Nişantaşı’ndaki ofisini bir süre benimle paylaşmaktı.

PİRE UĞRUNA YORGAN YAKAR

İrfan’a gelince İrfan mimar değil ama mimardan beter. Mimari bir düş kurma sanatı ise, düşlerinin sınırı olmayan, uygulama becerisi herkese nal toplatan, yapı malzemelerini tanımakta eline su dökülmeyen, sabırla kuyu kazmaksa, Eyyub sabrına sahip biri: Doğru zamanda doğru işler yapan, doğru insanları seçip onlarla çalışan.

Mudo ile birlikte Türkiye’ye konfeksiyonu sokmuş bu işin en büyük ve en önemli markalarından biri olmuş. Deli gibi çalıştığı, Gülbün’ün de çocukların da yüzünü görmeden, gecesini gündüzüne katarak zirveye taşıdığı işini, günlerden bir gün bir poğaça lafından ötürü kapatmış. Çalışanlardan birinin anlamsız sitemi Bomonti’deki fabrikanın ve İrfan’ın tekstil hayatının sonu olmuş. Ne de olsa Rizeli. Pire uğruna yorgan yakmış. Bir an olsun dönüp arkasına bakmamış.

Ben onu tanıdığımda, ortağıyla birlikte Glob’u açmış, o güne kadar Türkiye’nin görmediği yapı malzemelerini satıyordu. Ama oradan alıp, burada satmak İrfan’a azdı, yetmiyordu. Yıllarca imalat ile uğraşmıştı. Ona göre yorulmadan, terlemeden, neyi nasıl yapacağını enine boyuna düşünmeden yapılan iş, iş değildi. Yoktan var etmek, risk alıp titremek gerekiyordu. Sattığı mallardan daha iyisini üretemiyorsa, satmasın daha iyiydi.

Bir süre sonra Bodrum’a gitti. Orada yatırım yaptığını duyduk. Vakitleri de mecalleri de olmadığı, aradıkları evleri de hazır bulup satın alamadıkları için Bodrum’a yerleşmeyen arkadaşlarına ev yapmaya başladı. Sonra Maki Otel’i açtı. Ve böylelikle işletme işine de bulaştı. İşin inceliklerini kavradı.

Başarısını, sahibi olduğu her yerde, hoşuna gitmeyen, sevmediği öğeye yer vermemekle açıklıyor.

Bir de her zaman olduğu gibi, delicesine çalışıyor. Zamana karşı yarışıyor.

İşte Flamm, böyle titiz bir adamın açtığı, harika yemek yenilen bir mekan.


FLAMM / Tel: 0212 245 76 04 - 05

Rezervasyon yaptırmakta fayda var.

Fiyatlar kişi başı 40-50 milyon civarı.
Yazının Devamını Oku

Müslüman mahallesinde salyangoz satma yürekliliğini gösteren gurmeler

15 Mayıs 2004
Telefonda adının Erdal Ilıcalı olduğunu söyleyen tok sesli adam Viyana’dan arayıp yakında Türkiye’de satışa sunacakları şaraplarının tanıtım gezisine katılıp katılamayacağımı sorduğunda duraksadım. İçimden bir ses hadi git diyordu. İkinci bir ses ise, dur otur. Bugüne dek aklının sesini bir kez olsun dinlememiş biri olarak ‘Geliyorum’ dedim. Çağrıldığınız yere kimlerin geldiğini sormanın günahların en büyüğü olduğu öğretilmiş biri olarak da üç günlük yolculuğa kimlerle çıkacağımı sorup öğrenemedim. Havaalanında karşımda yeme içme sanatının bütün usta kalemlerini gördüğümde, dondum kaldım. Gitmek kolay da bu işin bir de dönüşü var. Oturup yazması var. Unutmayın ki Tempranillo ile Garnacha üzümlerinin farkını bir bakışta anlayan insanlarla birlikteyim.

Ali Sirmen ile çok ortak dostumuz ve bir İzmir gezimiz var.

Ali Esat Göksel ile uzaktan bir merhabamız.

Diğerlerini, Mehmet Yaşin’i ve Mehmet Yalçın’ı elbette tanıyorum ama tanışmıyorum. Kenan Erçetingöz’ün kim olduğunu biliyorum ve korkuyorum.

Gazeteciler bu kadar.

Geziye Pegasus şirketinin Türkiye çalışanları, Erdal Ilıcalı’nın buradaki ortakları da katılıyor. Onlar arasında da benim kırk yıllık arkadaşım Bülent Ronay var.

Bülent’i her görüşümde içimde güller açar ama bu kez içim gerçekten gülistan.

Erdal Ilıcalı Madrid’de bekliyor. İnecek ve otobüsle yolumuza devam edeceğiz. Burgos şehri civarında şarap tadacak, bağları gezecek, yemek yiyeceğiz. İlk gün programı bu. Ertesi gün de benzer bir program beklemekte. Gene otobüs, gene bağlar, gene tadımlar.

Kağıt üzerinde bu kadar masum duran satırların hayata geçince ne kadar baştan çıkarıcı olduğunu sonra anlayacağım. Şimdilik Madrid yolundayız ve yolculardan birinin rahatsızlanmasından ötürü bir saat uçakta beklemenin sıkıntısını káh okuyarak káh konuşarak atmaya çalışıyoruz. Yanımda Mehmet Yalçın’ın A’dan Z’ye Şarap adlı kitabı var. Evden çıkmadan çantama atmışım. Karıştırıyorum. İki koltuk önümde oturan Mehmet’e sorsam da olur ama bu soruları şarap tadımlarına saklıyorum. Bir de minicik kağıtlara incecik el yazısıyla aldığı notları ele geçirirsem tamam. Bu iş buraya kadar diyor, rahatlıyorum.

Kitapta İspanya’nın dünyanın üçüncü büyük bağ ülkesi olduğu ve şarap üretiminde dünya üçüncüsü olduğu yazıyor. Ancak İspanya çok uzun yıllar bir ucuz şarap deposu olarak bilinmiş. Ürettiği şaraplar genellikle ülke içinde tüketilmiş. İhraç ettiklerini ise gülünç fiyatlara fıçılarla ihraç etmiş. İspanya AB’ye girdikten ve tarım reformu yapıldıktan sonra ülkede kaliteli şarap üretimi başlamış ve şişeli ihracata geçilmiş. Bugün, bütün uluslararası şarap uzmanlarının hemfikir oldukları nokta, yüzyıllardır bağcılık ve şarapçılıkla uğraşan İspanyolların geleneklerine ters düşme pahasına yaptıkları yeni şarapların dünya şaraplarının gelecekteki yıldızları olacağı imiş. İspanya’nın güneyi tatlı ve alkol eklenerek kuvvetlendirilmiş şaraplarıyla ünlü iken bizim gittiğimiz kuzey yapımlarında ağırlıklı olarak yerel Tempranillo ve Granacha üzümlerinin kullanıldığı Rioja’ları ile ünlüymüş. Rioja’lar konsantre olmayan, ‘gevşek’, uzun süre meşe fıçılarda bekletildikleri için vanilya tadının ön plana geçtiği hafif içimli şaraplarmış. Yolculuğumuzun ilk durağı Madrid’in kuzeyindeki Ribera del Duero’ya gelince, orası kuvvetli kırmızıların diyarıymış. Ve İspanya’nın en ünlü kırmızı şarabı, gerçek bir efsane olan Vega Sicilia’nın da vatanıymış.

BEYAZ SAÇLI DEVİN HEDEFİ YILDA 1 MİLYON LİTRE

Madrid Havaalanı’nda Erdal Ilıcalı yolculuğumuz boyunca bize eşlik edecek Ervigio Adnan Ruiz’le bekliyordu. İlk görüşte mihmandarımız sandığım sonra Altanza şaraplarının sahibi olan ailenin damadı ve ihracat müdürü olduğunu öğrendiğim, Ervigio ile.

Telefonda işittiğim tok sesin cılız bir adamdan çıkmayacağı belliydi. Erdal Ilıcalı da uzun boylu olmayan, beyaz saçlı bir dev. Bakar bakmaz yemeği içmeyi, gülmeyi eğlenmeyi sevdiğini anlıyorsunuz. Tuttuğu eli kavrayan, insanın gözünün içine bakan, diyeceğini çevirmeden söyleyen bir adam. 70’li yılların başında Viyana’ya gitmiş. Çok geçmeden ilk basamağından başladığı işin patronu olmuş, koca bir turizm imparatorluğu kurmuş Pegasus’un sahibi. Yemeğe içmeye düşkünlüğünü anlamak için göbeğine bakmak yeterli. Bu yeme içme düşkünlüğü ona hobisini işi haline dönüştürmek fikrini vermiş. Önce Tuna kıyılarında bir lokanta açmış, sonra onu tanıyan herkesin toplu muhalefetine karşın şarap dağıtım şirketi kurmuş. Kimse şarap diyarı Avusturya’da neden şarap işine girdiğini anlayamamış. O aldırmamış. Tadıp beğendiği dünya şaraplarını getirip Avusturya’da satmış. Gene toplu muhalefete ve Türkiye’deki bürokrasinin zorluğunu söyleyenlere kulaklarını tıkayıp Türk pazarına girmeye karar vermiş, hedefini de yılda bir milyon litre satmak olarak belirlemiş.

Dolu dolu gülüp ellerimizi sıkıyor.

Ve birbirini pek de iyi tanımayan kafilemizin içinde bulunduğu çekingen hava bir anda dağılıyor. İspanya’ya, şarap diyarına hoş geldik!

Şimdi ver elini Ribero del Duera.

RIOJA’DAKİ DEV ŞARAP FABRİKASI

İlk durağımız Fournier-Gil ailesinin yıllar önce Arjantin’de And dağları eteklerinde kurduğu, sonra Ribero del Duera’da da aldıkları bağlarda ürettikleri şarapları tadacağımız Bodega. Altmış yıllık bağların kalın gövdeli omacaları ile yeni dikilen asmaların cılız gövdelerinin göz alabildiğine uzandığı topraklardayız. Deli bir rüzgar esiyor. Bağ gezme işini mecburen kısa kesip masaların başına, her birimizin önünde on küsur bardağın dizili durduğu yerlerimize geçiyoruz. Urban’ları, A Crux’leri, B Crux’leri tadıyoruz. Mehmet Yalçın her zamanki gibi haklı. Bunlar, kuvvetli, tanenli şaraplar. Yemek yanında içilmekten çok, tek başına içilecek kırmızılar. Tadım işini müthiş bir yemek izliyor. Herkes uzun süredir böyle bir tandır yemediğini söylüyor.

Ertesi sabah yolculuk İspanyolların göz bebeği şarapların diyarına. Rioja’ya. İlk durağımız da Ervigio’nun karısının ailesine ait yaklaşık üç yüz milyon euroluk bir yatırımla kurulan şarap fabrikası. Ömrümde görmediğim kadar temiz ve modern fabrikayı geziyoruz. Binlerce şişenin uygun sıcaklıkta ve uygun ışıkta depolandığı devasa hangarlarda çıkmayan fotoğraflar çektiriyoruz. Henüz öğle yemeğinin ağırlığını atamamışız ama fark etmez. Gene bardaklar gene şişeler. Bu kez Lealtanza şaraplarını tadacağız. Ve belli ki Grande Reserva’sının tadını unutamayacağız. Ve tadım işini gene mükellef bir yemek izleyecek.

Sonraki gün pusula daha kuzeyi, Navarra bölgesini gösterecek.

Orada kaldığımız sürece bu böyle devam edecek.

Etti de.

Güzel şaraplar içtik, leziz yemekler yedik ama gezinin en güzel yanı Erdal Ilıcalı ve arkadaşlarıyla, Müslüman mahallesinde salyangoz satma yürekliliğini gösteren bu insanlarla tanışmak oldu.

Daha ne istenir?

Şarapların bir an önce Türkiye’ye gelmesi, içilmesi dilenir.

Bir de onlara yürekten ‘Kolay gelsin’ denir.
Yazının Devamını Oku

Şarap gezisi demek, uykudan arta kalan tüm zamanı bağ gezip şarap tadarak geçirmek demek

8 Mayıs 2004
Hayatımın ikinci şarap gezisinden döndüm. Şarap gezisi de ne demek ola dediğinizi duyar gibiyim.

Şarap gezisi demek, uyumadığınız süre boyunca, yani günde yaklaşık on dört saat kadar bağ gezerek ve şarap tadarak yapılan geziler demek.

İlki bundan iki yıl önce Fransız bir arkadaşımla Chinon ve Jura Bölgelerine yaptığımız geziydi. Paris’ten arabaya atladığımız gibi Loire bölgesindeki şatoları geze geze Chinon’a gitmiş, büyük bağların arasında heybetle yükselen bir ortaçağ şatosunda konaklamış, bağların ve şatonun sahipleri tarafından o kadar iyi ağırlanmış, bu avarelikten o kadar hoşlanmıştık ki, o bağ senin bu şato benim Jura’lara kadar uzanmış, ikinci haftanın sonunda da şarap içmekten kızarmış yanaklar ve kıpkırmızı bir burunla Paris’e dönmüştük. Claudine’in eski neşesine kavuşmasını kutluyorduk.

İÇTİK İÇTİK İÇTİK YETMEDİ YEDİK

Geçen hafta ise Türkiye’nin ünlü seyyahları ve gurmeleri ile İspanya’ya davet edildim. Bu yolculuğun nedenine gelince; Pegasus firmasının gelecek ay Türkiye’ye getirip satmaya başlayacağı şarapların İspanya ayağını tanımak.

Yılda bir milyon litreden fazla şarap ithalatına hazırlanan firma, Türk pazarına önce İspanyol şarapları ile girmeye karar vermiş ve satışa sunulacak şarapları basına tanıtmak için bu geziyi düzenlemiş. Ali Esat Göksel’in, Mehmet Yaşin’in, Ali Sirmen’in, gerçek bir şarap uzmanı olduğunu bir kez daha gördüğüm Mehmet Yalçın’ın yanına da, magazinin kanlı kalemi Kenan Erçetingöz ile kafilenin kırmızı gülü bendenizi eklemiş.

Madrid’in kuzeyine, güçlü kırmızı şarapların vatanı Ribera del Duero’ya, İspanya’nın göz ağrısı Rioja’ya ve Navarra’ya gittik.

İçtik içtik içtik içtik içtik içtik içtik...

Yetmedi, yedik yedik yedik yedik yedik...

Yediğin içtiğin senin olsun, sen bize gördüklerini anlat derseniz, yapamam.

Birincisi yediğimi içtiğimi yazmam için çağrıldım, ikincisi yemekten ve içmekten başka bir şey yapmadık. Sabah mükellef kahvaltılardan sonra otobüse bindik, bir bağda durup şarap tattık, biraz daha yol alıp üç saat sürecek öğle yemeklerine oturduk, gene otobüse doluşup ikinci bağa gittik, gene şarap tattık. Otele dönüp elimizi yüzümüzü yıkadık, fırlayıp bu kez beş saat sürecek akşam yemeklerine katıldık.

Pamplona gezinin son durağıydı. Hani her yıl temmuz ayında, haberlerde, boynuna kırmızı fular bağlayıp kızgın boğaların önünde koşuştururken en az birkaç Amerikalının telef olduğunu öğrendiğimiz şehir. Hani Ernest Hemingway’in Plaza del Castillone’ye bakan La Perla Oteli’ne yerleşip, ‘Güneş de Doğar’ı yazdığı şehir. Hani Ava Gardner’ın kitabın filmi çekilirken kimbilir hangi gönül yarasını ünlü bir matadorun kollarında unutmaya çalıştığı şehir.

Oradan Madrid’e döndük. Ve ayrıldık.

Geziyle ilgili yazıyı gelecek hafta yazacağım. Önemli iki nedenim var: Tattığımız şarapların adları, sanları, yapım yıllarıyla ilgili bilgiler bavulda. Henüz döndüm ve bavulu açacak zamanım bile olmadı. Ama gerçek neden, kopya çekmek istememem. Yazmasına, gezinin gezi tarafını yazarım da, iş şaraplar üzerine ahkam kesmeye gelince duraklarım. Bakalım Mehmet Yalçın ne yazacak, Mehmet Yaşin ne diyecek? Ali Sirmen hangi şarabı övecek? Ancak biraz ondan esinlenir biraz bundan etkilenirsem gözümü karartır ve şaraplar üzerine bir iki laf edebilirim.

DELİ GENÇLİĞİMİN TANIĞI CAFER

Kafile Madrid’den İstanbul’a döndü. Ben iki gün daha kaldım.

Bahane bol. Hem gerçekten yapmam gereken bir işim var, hem de Cafer’i göreceğim. Otuz yıldır Madrid’i mesken tutan en eski arkadaşlarımdan birini: Cafer Koçtürk’ü. Deli gençliğin tanığı, zor günlerin yoldaşı, hep olan, hep duran, değişmeyen arkadaşımı. İspanya sınırları içinde olduğumu bildiği an, ne dersem diyeyim, iş yolculuğuydu, zaman yoktu laflarına kanmaz, onu görmeden dönmemi anlamaz. Ben de öyle yaptım. Madrid’deki iki günü Cafer’e ayırdım.

Onunla Madrid’de ne yapacağımız bellidir. Önce hoş beş eder, birbirimize görüşemediğimiz süre içinde hayatımızdaki değişikliklerin kısa özetini veririz. Eskiden özet faslı uzun sürerdi. Son yıllarda iki dakikaya indi. Sonra yemeğe çıkarız. Her zaman aynı cevabı aldığı halde ne yemek istediğimi sorar. Galiçya mutfağı mı, Asturias mı? Yüzüne dik dik bakınca soruyu Türkçe’ye çevirir. Peki, et mi, balık mı? Cevabım aynıdır. Madrid’de önce koltuk altı meyhanelerine gidip tapas yemek isterim. Yeterince yer gezdikten, yeterince şarap içtikten sonra da son yolluk için Cafe Guijon’a uğramak.

Öyle de yaparız.

Özellikle de ilk gün.

Ertesi gün program değişir. Yeni keşfettiği bir şefin lokantasına gidilir. Daracık sokaklarda bir mahzene inilir. Ücra bir barda Xeres içilir. Palace Oteli’nin dev lobisinde piyanosunu tıngırdatan piyaniste şampanya gönderilir, tercihen adamın repertuvarında olmayan tek şarkı istenir. Turist damarım tutarsa, beni kırmaz; Sevillanas’a bile götürür. Dans eden kadınlar alkışlanır, daha da beteri milletin yıllarca ders alarak öğrendiği figürler iki dakikada öğrenildi sanılıp piste fırlanır, ‘turisttir, ne yapsa yeridir’ bakışları altında eteklerin ucu tutulur, ceketler muleta olur, biri kendini boğa, diğeri matador sanır, raks edilir.

Gece, güne devrilir.

Ve ertesi sabah, akşamdan kalma, mahmur iki ses hep aynı şeyi söyler : ‘Dün gece çok içtik galiba’. Bu cümlenin en anlamsız yanı, havada asılı kalan ‘galiba’dır.

Pişmanlık öğle saatlerine kadar sürer.

Sonra bir yerde buluşulur, bastırsın diye paella ısmarlanır, o gece erken yatmaya karar verilir ama tutulmaz. Maria Jesus’un kınayan bakışları görmezden gelinir, bir saatliğine, sadece bir saatliğine bir yere gidilir ve kalkılmaz.

Bu kez de öyle oldu.

Öğle yemeği yedik, akşam yemeği yedik ve değişmez mekanımız Cafe Guijon’a gittik.

CHUECA MADRİD’İN EN POPÜLER MAHALLESİ

Siz siz olun benim gibi yapmayın. Yolunuz Madrid’e düşerse önce Prodo’yu gezin. Las Meninas’ı görmeden, Goya’nın ‘muralles’lerini izlemeden geri gelmeyin.

Ama Cafe Guijon’a uğrayın. La Vigna’da şarap tadın. Turistikmiş diye küçümsemeyin, Plaza del Mayor’a gidin. Grand Via’da dolaşın. Cafe Oriente’de bira için. Alışveriş için zamanınız yoksa, mecburi El Corte Ingles’e gideceksiniz. Ama zamanınız varsa Chueca’ya, Madrid’in şu aralar en popüler mahallesine gidin. Küçük butikler, yeni modacılar, sanatçıların doluştuğu kahvelerin dizili olduğu sokaklarda gezin. Benzerlerine başka ülkelerde en az üç katı fiyat ödeyeceğiniz ayakkabılar alın.

Havanızı atın.
Yazının Devamını Oku

Bu ülkede ev yıkmanın şehvetle ev yapmanın dehşetle ilgisi olduğunu biliyorum

1 Mayıs 2004
Hep yazıya nasıl başlamalı diye düşünür dururdum. Oysa şimdi arpacı kumruları gibi ‘ne’ yazacağımı düşünüyorum.

Bu hafta ne yazacağım?

Aslında niyetim İrfan Kuriş’in Tünel’de yeni açtığı lokantaya, mekanın düzenlemesini yapan Bülent‘le gitmek, yarenlik etmekti. Olmadı. Bodrum’daki hesap İstanbul’a uymadı.

Hafta ortasında döneceğini söyleyen İrfan’dan ses seda çıkmadı. Bülent’ten de. İkisi olmadan oranın tadı, çıkmaz.

O zaman ?

Geçen hafta utana sıkıla Gönül Paksoy’a yemek yemeyi teklif etmiştim. Onu mu arasam? Hazır bu fırsat dükkana uğrasam, gözümü alamadığım ipek kaftanlardan birine bürünsem, bir fotoğraf çektirsem, beyaz porselenlerde yasemin çayları içsem, onun yakında Japonya’da açacağı sergiden söz etsek hatta ve hatta dillere destan yemeklerinden birinin tarifini versem olmaz mı? Olmaz. Gönül Hanım dar zamanlara sığmaz.

Başka?

Yadigar’a, Çırağan Oteli’ndeki Tuğra Restoranına gideceğime üstelik de bana ya Doğan Hızlan’ın ya da Murat Bardakçı ile İlber Ortaylı’nın refakat edeceğine dair sözüm var. Var da, hayali refakatçilerimin bundan haberi yok.

Daha başka?

En iyisi gidilecek yerleri sıralamalı ve aylardır bir araya gelmeye çalışıp da bir türlü buluşamadığım arkadaşları aramalıyım.

Telefonun başına oturdum, teker teker hepsini aradım.

İşini son dakikaya bırakan bütün aymazların başına gelen benim de başıma geldi: Ya yoklar, ulaşılamıyorlar. Ya varlar ama dolular.

Aklıma da başka birileri gelmiyor. Yemek işinden vazgeçtim.

AHKAM KESME GÜNÜ

Peki ama ne yazacağım?

Son günlerde ne ilginç bir film izledim, ne yeni bir sergi gezdim ne de sözü edilmeye değer hoş bir yere gittim.

O zaman gün dereden tepeden söz etme günü.

Afaki bir konu seçip ahkam kesme günü.

Afaki konu deyip geçmemeli.

İnsan gördüğünü, bildiğini, yaşadığını yazar.

Dediğim gibi son haftalarda ilginç bir şey görmediğim gibi göçebe hayatımın dayatmalarından başka bir şey de yaşamadım. Tek sayfa okumadım.

Varsa yoksa ev ve evle ilgili sorunlar.

Örneğin bir ev nasıl yıkılır biliyorum.

Moloz nasıl attırılamaz biliyorum.

Piyasada bulunmayan parke cinslerini biliyorum.

Kesenize ve beğeninize uygun bir mal bulduğunuzda en az yirmi gün beklemek zorunda olduğunuzu biliyorum.

Kırılan her duvardan hesapta olmayan bir belanın çıktığını biliyorum.

Çekilen her kabloyla kanınızın çekildiğini biliyorum.

Bu ülkede ev yıkmanın şehvetle, ev yapmanın dehşetle ilgisi olduğunu biliyorum.

Kısaca, insan nasıl çıldırır, nasıl çıldırtılır? İşte onu biliyorum.

ÇILDIRAN ARKADAŞLARIM

Benzer dertlerle uğraşanlar birbirlerini bulurlar ya, çevrem de evleri yüzünden çıldıranlar ve çıldırtanlarla dolu.

Bir arkadaşım, yedi ay önce kuzenine Bodrum’daki evini teslim edip gönül rahatlığıyla İstanbul’a döndü. Kuzen, mimar. Hesabı, bu zamanlar kış süresince özene bezene seçtiği, cilalatıp parlattığı eşyalarını kaptığı gibi Bodrum’a inmek, yenilenmiş evinin keyfini sürmek.

Öyle de yaptı. Ne de olsa kuzen telefonda hiçbir sorun olmadığını bir iki aksaklık dışında işlerin tıkırında gittiğini söylüyordu. Kuzene inanmayacaktı da kime inanacaktı? Tatili fırsat bildi, eşyayı kamyona yükledi, uçağa atladığı gibi gitti.

Ve bir iki aksaklık denilenin küllüm yekun felaket olduğunu görünce... Çıldırdı.

Bir başka arkadaşım evini onarmaya karar verdi. Cimrilik yaptı, yüzdeleri hesapladı, mimar tutmadı. Tanıdıklarının tanıdığı ustalarla işi bitiririm sandı. Hilafsız herkese danıştı. Ama burası Türkiye. Herkesin her şeyi bildiği ülke. Nitekim akıl sorduğu insanlar ayrı akıl verdiler; birinin doğru dediğine öbürü eğri dedi, birinin beğendiğinden öbürü nefret etti. Onca farklı ses, onca farklı görüş derken aklı karıştı; bu gün yaptırttığını ertesi gün bozdurttu, bu gün ördürdüğünü ertesi gün söktürdü, iş uzadıkça uzadı, üç günde elektrik döşemenin altından kalkacağını, beş günde astarı atıp boyayı vuracağını hesaplayan ve bu hesaba dayanarak fiyat veren bütün ustaları kelimenin tam anlamıyla... Çıldırttı.

İlk yağmurla çatı akıp, ilk sifonla tesisat taşınca da... Çıldırdı.

Başka biri. Fazla cevval, fazla becerikli fazla kurnaz biri.

Yıllardır banyosunu değiştirmek ister, mecali de zamanı da olmadığından bu niyetini erteler dururdu. İki ay önce üst kat komşusunda tadilat başlayacağını öğrenmiş, gelen giden ustaların yolunu gözlemiş, allem etmiş kallem etmiş adamları komşunun işinin uzun kendisininkinin kısa olduğuna, onun evinden önce bunun banyosunun yapılması gerektiğine ikna etmiş. Aklınca bir taşla iki kuş vuracak. Hem banyoyu yaptıracak, yukarıda gürültü başlayınca da pılısını pırtısını toplayıp gidecek, başı şişmeyecek.

Fayanstı, mozaikti, Geberit’ti seçmiş, ustalara teslim etmiş.

İş bitip ustalar üst kata çıkınca da çekip gitmiş.

Döndüğünde sıcak duş hayaliyle girdiği banyoda önce yere saçılmış alçıları görmüş, şaşırmış.

Sonra tavandaki kara deliği fark etmiş, benzi atmış.

Soluğu kapısında aldığı komşusu, ustalardan birinin elinin ayarının kaçtığını, zeminde delik açtığını, tamir etmek istediklerini ama kendisine ulaşamadıklarını söylediğinde; sararmış.

Adamların büyük bir iş alıp İzmir’e gittiklerini ancak döndüklerinde uğrayabileceklerini öğrenince, hırslanmış.

İki ay geçip gelen giden olmayınca da... Çıldırmış.

Bunlar son günlerde dinlediğim çıldırma hikayeleri.

Düşünsem en az beş on tane daha çıkar.

Hani katillerin ağzından neden katil olduklarını anlattıkları öykülerden oluşan nefis bir kitap vardır ya istense böyle bir kitap bile hazırlanabilir.

Başlığı da ‘Aman Usta Vurma Beni’ diye atılabilir.

Bu da böyle bir yazı oldu işte: Fotoğrafsız. Afaki.

Nedeni belli.
Yazının Devamını Oku

Taşların anlattığı uzun bir masal bu

24 Nisan 2004
Dün Zeynep Erol’un Nişantaşı Atiye Sokak’taki atölyesinden çıktığımdan beri yazıya nasıl başlasam diye düşünüyorum. Zeynep’ten mi başlamalı? Yoksa iki yıl aradan sonra açacağı sergisinden mi? Zeynep Erol benim yaptığı işleri yakından izlediğim biri. İzlemekle kalmayıp çok beğendiğim biri. Beğenmekle kalmayıp özendiğim biri. Yaptığı işin zorluklarını bire bir bildiğim biri. Bu kadar çok duygu bir araya gelince de yazmaya nereden başlayacağımı bilemediğim biri.

Zeynep bir takı tasarımcısı.

Tıpkı bir zamanlar benim de olduğum gibi.

Ülkemizde mücevherle uğraşmak önemsenir. Mücevher değerlidir, erkek işidir. Takıyla uğraşmak hafifsenir. Takı, kadın işidir.

Kapalıçarşı’nın kuytu sokaklarındaki kibrit kutusu atölyelerde erkekler çalışır. Bıyığı terlememiş çıraklar küçük pembe kağıtlara sarılıp ellerine tutuşturulan taşları sadekarlara taşır. Kalfalar altını haddeden geçirir, fire hesabı yapar. Ser verip sır vermeyen suskun ustalar bakışlarıyla her şeyi tartar. O kutu atölyelerde işlenen cevher, caddedeki büyük dükkanlara yollanır. Velinimet müşteri beklenmeye başlanır.

Mücevheri erkek yapar, kadın alır.

Kapalıçarşı’nın atölyelerinin kapıları hep kapalıdır. Adı üstünde, orası kapalı bir dünyadır.

O dünyaya yabancıların girmesinden hoşlanılmaz. Hele gelen bir kadınsa bir de bu mesleğe soyunmak istiyorsa hiç mi hiç hoşlanılmaz. Elinden tutan olmaz. Onlara evinde oturmaktan sıkılmış hercai menekşe gözüyle bakılır.

Ömürlerini orada geçirenler, müşteri olarak Çarşı’ya gide gele taşların büyüsüne kapılan çok kadın gömüşlerdir. Bu işin inceliklerini öğrenmek isteyen ama yeterince sabredemedikleri için çekip giden yığınla kadın. Dudak bükmeleri biraz da bundandır.

Takı yapmak istediğini söyleyenlerin işi hepten zordur.

Kapalıçarşı’da itibar altınla, pırlantayla ölçülür. Gümüş, ametist üvey evlat muamelesi görür.

Yüzyıllardır yapılanı tekrar etmekte beis yoktur. Zaten aranan da satılan da odur. Çark böyle döner. Cevher hünerli ellerde şekillenir ama kimse yeni bir şey yaratmaya heveslenmez. Elbette istisnalar vardır. Vardır ama, istisnalar kaideyi bozmaz.

Takıya gelince, takı farklıdır. Onu değerli kılan kullandığınız malzeme değil attığınız imzadır.

14 YILDIR YAPIYOR

Ben on beş yıl Yol Geçen Han’ın dört metrekarelik bir odasında yaşadım. Takı yaptım. Yapmanın da, satmanın da sıkıntısını bilirim. Sonra yoruldum, bıraktım.

O yıllarda Kapalıçarşı’nın sokaklarını benim gibi arşınlayan birkaç kişi daha vardı. Onların da çoğu benim gibi yaptı. Çıktı gitti. Bir daha da arkasına bakmadı. Zeynep on dört yıldır takı yapıyor. Ömrü yettikçe de yapacağa benziyor. Bu onun yaşama, kendini ifade etme biçimi.

Etkilendiği her şey, tanıştığı insanlar, gezdiği diyarlar, okuduğu kitaplar, gün geliyor karşımıza takı olarak çıkıyor. Assos’ta sahilde topladığı çakıl taşları, Hindistan’ın küçük bir şehrine gelen ve oradakiler tarafından özenle beslenen göçmen kuşların tüyleri, siyah kuzguni bir mercan kökü, anneannelerimizin parmağında gördüğümüz yüksükler, ipek diyarından gelen ince püsküller onun elinde takıya dönüşüyor.

Çakıl taşının ortasına kaktığı minicik bir pırlantada Tibet rahiplerinin yalnızlığını, has altın küpenin ucunda sallanan püskülde Hintli kadınların neşesini, elinize uzanmış duygusu veren mercan kökünde Çanakkale Boğazı’nın derinliklerini, yakanızın ucuna iliştirdiğiniz tüyde Simurg’un hikayesini, takmayıp kuşandığınız kolyelerde takının tarihini anlatıyor. Zaten takıları alışılagelen kullanımları dışına çıkartmayı seviyor.

BALEYE KÜSTÜ

Ona neden takı da başka bir şey değil diye sordum.

İlk aşkı baleymiş. Çocukken Almanya’da baleye başlamış. Baleden başka bir şey düşünmez, baleyle yatar baleyle kalkarmış. Aile Türkiye’ye dönünce Alman Lisesi’ne kaydını yaptırmış. Bir de AKM’ye. O yıllarda Atatürk Kültür Merkezi‘nde gençlere yönelik bir bale okulu varmış. Her şey tıkırında gider, Zeynep hem okulu hem baleyi bir arada götürürken olan olmuş: AKM yanmış. Ona da ya Alman Lisesi’ni bırakıp konservatuvara gitmek, ya da diplomasını alana kadar özel bale dersleriyle idare etmek kalmış. Aile okulunu bırakmasına karşı çıkınca çar naçar özel derslere başlamış. Yıllar geçmiş, o üniversiteye girmiş AKM onarılıp yenilenmiş ve dışarıdan girdiği bir sınavla ilk ve tek örnek olarak İstanbul Devlet Opera ve Balesi’ne stajyer öğrenci olarak kabul edilmiş. Edilmesine edilmiş ama sevinci kursağında kalmış. Kimse dışarıdan gelen ve özel statüde dans eden 19 yaşındaki bu kıza el vermemiş. Dışlanmış, aşağılanmış. Topu topu iki ay dayanabildiğini, çekip gittiğini, o gün bu gün bir daha ayağına bale pabuçlarını giymediğini, o gün bu gün AKM’de sergilenen hiçbir baleye gitmediğini söylüyor.

Önce küsmüş. Hem baleye hem talihine. Sonra uzun uzun ne yapabileceğini düşünmüş. ‘Her zaman resim yapmayı sevdim ama eğitimini almadan ressam olarak ortaya çıkmak istemedim’ diyor. Eleye eleye, alaylı olmanın gelenek olduğu takı işinde karar kılmış.

Bir gün evden çıkmış ve Kapalıçarşı’ya adım atmış. Şansı yaver gitmiş, işin tekniğini öğrendiği ustasına rastlamış. İki yıl boyunca sabah ezanında kalkar, atölyenin yolunu tutar, akşam ağır demir kapıların kapanma saati gelmeden de dışarı çıkmazmış. Öğreneceğini öğrendikten sonra ilk atölyesini açmaya karar vermiş. Evinin arka odasına bir masa yerleştirmiş, keskisini, biçkisini, frezesini almış, çalışmaya başlamış. Sergiler açmış.

1994 yılında bugünkü atölyesine, Atiye Sokak 8 numaraya taşınmış. Arka odada şekillenen bilezikler, kolyeler, yüzükler ön tarafta sergilenmeye başlamış. Kendisi gibi takıya tutkun insanlara ders vermiş. Bildiklerini paylaşmış. Onlara atölyesinde yer açmış. Son yıllarda sergi söz konusu olduğunda orası da ona dar gelmeye başlamış. İki yıl önce Osmanlı takılarından esinlenerek yarattığı koleksiyonu Topkapı Sarayı’nda sergilemişti. Şimdi 10 Mayıs’ta açacağı yeni sergisinin tanıtımı için Tophane-i-Amire’yi seçmiş. O gece oraya gidenler, Zeynep’in düşlerinin neye dönüştüğünü görecekler. Taşlar aracılığıyla anlatılan uzun bir masal dinleyecekler.

Zeynep Erol Takı Sergisi’nin tanıtımı 10 Mayıs’ta

Tophane-i- Amire’de yapılacak. Sergi ertesi günden itibaren İstanbul, Teşvikiye, Atiye Sokak 8 numaraya taşınacak.
Yazının Devamını Oku

Can yakacak kadar dobra, hayatı zehir edecek kadar mükemmeliyetçi

10 Nisan 2004
Sitare ile A Plus’ta buluşmaya karar verdik. Daha doğrusu o davet etti, ben kabul ettim. Davet ederken, Süzer Plaza’nın altında birkaç ay önce açılan bu lokantaya yeni bir şefin geldiğini ve gerçekten de nefis yemekler yendiğini söyledi.

Şimdi Sitare Sitare olmasa, onu bu kadar iyi tanımasam, bir süredir basın ve halkla ilişkilerini yürüttüğü A Plus’un reklamını yapıyor diyeceğim. Ama o, eğer gözü tutmazsa, istediği kadar müşterisi olsun kimsenin körü körüne reklamını yapmaz, yapamaz. Bu doğasına aykırıdır.

Sitare Ergenekon kimi zaman insanın canını yakacak kadar dobra, çoğu zaman kendine hayatı zehir edecek kadar mükemmeliyetçi biridir.

Ve işinin ehlidir.

Mumun yatsıya kadar yanacağını bilir.

Basın ve halkla ilişkiler mesleğinin öncülerindendir.

Onu tanıdığımda Sabah Grubu’na bağlı bir gazetede çalışıyordu. Sonra daha heyecanlı diyerek o günlerin iddialı dergilerinden birine geçti. Sonra da Promopro şirketinin başına. O günler dediğim, Babıáli’de Asil Nadir fırtınasının estiği günler. Güneş Gazetesi çıktı çıkacak. Telaffuzu zor rakamlarla gazeteciler transfer edilmiş, koyu çay ve çıtır simitle karın doyurulan günler geride kalmış, Cağaloğlu Yokuşu’nu heyecan sarmıştı. Bu yeni girişime dudak bükenler de vardı, bunun yeni bir çığır açacağını düşünenler de.

NİKAH MASASI DEVRİMİ

Gene aynı günlerde Levent’in ara sokaklardan birindeki iki katlı villada hummalı bir çalışma başlamıştı. Aynı Asil Nadir, yazılı basının yanı sıra Türkiye’nin ilk özel televizyonunu da kurmaya kalkışmış ve çevresine bu konuda yetenekli olduğunu düşündüğü gençleri toplamıştı. Sonraları her biri basının değişik alanlarında başarılı olacak onlarca genç. Hatırlıyorum, Nuri Çolakoğlu oradaydı, Serpil Akıllıoğlu oradaydı, Amerika’dan yeni dönen Murat Birsel oradaydı. Bir de Sitare. Nuri Çolakoğlu kurulmakta olan televizyon için yapımcılık yapacak geniş yelpazeli bir de şirket kurmuştu. Promopro. Sonra hava değişti, rüzgarlar beklenmedik yönlerden esti ve bu girişim, girişim olarak kaldı, gerçekleşemedi. Herkes kendi yoluna gitti. Sitare de Promopro’yu alıp yoluna devam etti. Önce belgeseller çekti. THY’nin uzun uçuşlarında Türkiye’yi tanıtan belgeseller. İstanbul Film Festivali için film aralarında gösterilmek üzere kısa tanıtımlar yaptığını da hatırlıyorum. İşi sadece belgeseller, filmlerle sınırlı olsa hayatı belki de daha kolay olurdu ama o tanıtımın bütün alanlarına el attı. Büyük otellerin açılışları, uluslararası şirketlerin toplantıları derken büyüdükçe büyüdü.

Sonra durdu. Yeni bir iş aklını kurcalıyordu. Ne yapacak ne edecek, iflah olmaz bir mükemmeliyetçi olarak Türk insanının evlenirken çektiği azaba son verecekti.

İnsanların gelip doğru düzgün düzenlenmiş bir masada, ipek kumaş kaplı koca bir deftere imza atacakları, konukların birbirini çiğnemeden sıralara oturacağı, gelinin duvağına basılmadan tebrikleri kabul edeceği özel bir nikah dairesi düşlüyordu.

Onu da Çırağan Sarayı’nın altında açtı. Diğer işleri bırakmış; varını yoğunu, zamanını, dermanını bu nikah salonuna yatırmıştı.

Ayağı önce müthiş Türk bürokrasisine, sonra Çırağan Oteli’nin muhasebe anlayışına takıldı. İnce eleyip sık dokuduğu, her bir ayrıntısıyla gece gündüz uğraştığı bu işi bırakmak zorunda kaldı. Daha doğrusu Çırağan Sarayı’ndan taşınmak zorunda kaldı. O gün bu gün kendisine yer bakıyor. Saray olmasa da saraya çevirebileceği bir yer arıyor.

Ama boş durmak olur mu?

Promopro ile yola devam.

Gene tanıtım, gene basın, gene açılışlar, kapanışlar.

İşlerinden biri de söz ettiğim A Plus.

İnsan büyük konuşmamalı derler: Doğru da söylerler. Süzer Plaza’nın inşası sırasında İstanbul siluetinin canına okuyan bu ucubeyi protesto etmek için yapılan gösterilere katılamadıysam burada olmadığım içindi. Ama bütün yüreğimle protestocuların yanındaydım. Ve açıldıktan sonra yanından bile geçmeyeceğime kalıbımı basardım. Sen misin büyük konuşan? Geçen yıl Margaux’ya gittim. Sonra Centro’ya, şimdi de A Plus yollarındayım.

TEL KADAYIFLI KARİDES

Sitare haklıymış.

Benim iyi bir lokantadan çok, büyük barının çevresinde bol içki içip çalan müzikle dans edilebilecek bir yer diye düşündüğüm A Plus’ta meğer çok güzel yemekler yenirmiş

Sitare’nin öve öve bitiremediği genç şef Mustafa Baylan mesleğe on dört yaşında bir yeniyetmeyken Çiftnal Lokantası’nda çalışarak başlamış..

Sonra Borsa’da çıraklık dönemi. Yükselmekte beis yoktur ya, sırasıyla Swissotel, Four Seasons ve ünlü Carlo Bernardini ile teşrik-i-mesai.

Arada Taşkent’teki Dedeman Oteli’nde şeflik de var.

Fransız mutfağı, İspanyol mutfağı, Yunan mutfağının özelliklerini incelemiş, dünyanın dört bir yanında açılan kurslara katılmış, şimdi de A Plus’çılar tarafından kapılmış.

O akşam birbirinden leziz yemekler yedik. İri patatesler içinde sunduğu mantar çorbası ve zar gibi kestiği sakız kabaklarıyla yaptığı zeytinyağlı dolmanın tadı damağımda. Bir de tel kadayıflı karides. Sanırım bu yemek Bernardini’nin Türkiye’de yaşadığı sırada ‘tel kadayıf tatlı dışında nasıl kullanılır’dan kalkarak yarattığı bir yemekti ve herkesin dilindeydi. Mustafa Baylan da bu konuda ustası kadar mahir.

Her yemeği ince ince tarif etmek imkansız. Eğer yolunuz Süzer Plaza’ya düşerse, S Mall’a giderseniz, alt kata inerseniz A Plus’a geleceksiniz. Koca barına, kırmızı ışıklara aldanmayın. Bir masaya geçin, Mustafa Baylan’ın yemeklerini deneyin. Pişman olmazsınız.

A PLUS

TEL: 0212 243 11 30

Rezervasyon gerekiyor.

Fiyatlar 55-60 milyon civarı.

Nezih Tekinel


Yunan Konsolosluğu’nun mimarı

Sitare o gece için şefin kendisini göstereceği müthiş bir mönü hazırlatmış. Nezih Tekinel de gelecek. Konuşmaktan yemeğe fırsat kalırsa yemeklerimizi yiyeceğiz.

Öyle olmadı: Yemekten konuşmaya fırsat kalmadı. Kalan fırsatı da Sitare ile değerlendirdiğimiz için Nezih ağzını açamadı. Oysa ona soracaklarım var. Ne de olsa gözümü kapayıp hayatını yazacak kadar iyi tanıdığım biri değil Nezih. Evet Galatasaray Lisesi’nin haylaz çocuğu olduğunu, oradan kapağı önce Paris’e, oradan da Aix en Provence’a attığını, arada Marsilya’da limana bakan eski bir dans stüdyosunda yaşadığını, gününü gün etmesinin okulu birincilikle bitirmesine, iyi bir mimar olmasına engel teşkil etmediğini biliyorum. Ama hangi şarapları sever, şarap sevmek neyin nesidir, kedisi var mıdır, varsa adı nedir, neden öyledir, bahçe nasıl düzenlenir, düzenlenmeli midir, muhalif ruh dedikleri ne menem bir şeydir, elzem midir, nasıl para kazanılır, daha da önemlisi nasıl harcanır gibi hayati (!) soruların cevabını bilmiyorum. Hálá da bilmiyorum. Sorabildiğim kısa sorulara verebildiği kısa cevaplardan anladığım şu: Nezih Boğaz’a ve eski yalılara tutkun bir mimar. Her mimar gibi çeliği, gökdeleni sevse de, o asıl eski eserleri onarmayı seviyor. Fransa’dan döndükten sonra iki arkadaşıyla birlikte DİM’i kurmuş. Sonra sırasıyla Beykoz’daki Abraham Paşa yalısını, Vaniköy’deki Vani Efendi yalısını, Çengelköy’deki Ethem Pertev yalısını aslına uygun onarmış, yok olmaktan kurtarmış. Büyükdere’deki Ray Sigorta Genel Müdürlüğü son göz ağrısı. Arada Beyoğlu’ndaki Yunan Konsolosluğu ve daha birçok yapı var.
Yazının Devamını Oku

O sanki egzotik ülkelerden gelmiş, renkli bir kuş gibi, sesi başka, duruşu başka, pençesi başka bir

27 Mart 2004
Bu hafta işim zor diye düşünüyordum. İki nedenle. Ev anneannemin deyişiyle ‘kalk gidelim’ halinde. Yerde kitaplar, hurçlara doldurulmaya çalışılan kışlıklar, yirmi yıldır atılması gerektiği halde bir türlü kıyılıp atılamamış yığınla eşya. Hepsi sağa sola saçılmış yerleştirilmeyi bekliyor. Gelen gidenin haddi hesabı yok. Kapıdan giren bacadan çıkıyor. Gerçekten de bacadan çıkıyor, çünkü çatı aktarılıyor. Bu hengame içinde ne zaman giyineceğim, ne zaman Barış’la buluşup yemeğe gideceğim? Üstelik evdeki işler bitene kadar çile çekmeye karar vermişim: İçmeyecek, yemeyecek, erken yatıp erken kalkacak, yürüyüşe çıkmak yerine işçilerin başında duracak ve son çivi çakıldıktan, son boya vurulduktan sonra hafiflemiş olarak ‘yaza merhaba’ diyeceğim. Ama haftada bir de olsa arkadaşlarımla buluşmam gerek. İş iştir, savsaklamaya gelmez.

Hayatta en çok -Tansu dışında- masada oturup diyet kola içen, yağsız salata siparişi verenlere içerledim. Çile dediğin gizli çekilir. Çilekeşin yeri evidir. Ortalığa çıkmaz, karşındakilerin tadını kaçırmaz, mağarana girer, zamanın dolmasını beklersin.

Ama Barış’ı da görmek gerek. Birlikte öğle yemeği yemektense iki hafta önce açılışını yaptığı yeni dükkanına uğrasam, ne var ne yok baksam, Kutup fotoğraflarımızı çekse, erken saatte eve dönüp yazımı bitirsem olmaz mı? Olur.

Sayfanın üst köşesinde Gusto yazdığına, Gusto da bir tür hayatın incelikleri demek olduğuna göre pekala olur. Hem belki de bundan böyle yer kısıtlaması olmaksızın yazacağım için yelpazeyi genişletebilirim. O zaman Komet’le lüfere çıkmak da, Üsküdar Bit Pazarı’nda dolaşmak da mümkün.

Zaten tebdil-i- mekanda da ferahlık vardır. Bu kararı uygulamak için beklemeye gerek yok dedim, hemen Barış’ı arayıp yemek işinden vazgeçtiğimi, saat beş gibi HATİ’ye uğrayacağımı söyledim.

LİMON’DAN SONRA HİNT FURYASI

Barış, otuz yıl tekstil işiyle uğraştıktan, çok emek verdiği ve Türkiye’de marka haline getirdiği Limon’u devrettikten sonra evde oturmaktan sıkılmış, araştırmış soruşturmuş en yakın arkadaşlarına bile söylemeden Hindistan’ın yolunu tutmuştu. O yıllarda İstanbul nedense bir Hint furyasına tutulmuş, neredeyse her köşe başında Hindistan’dan getirilen malların satıldığı büyüklü küçüklü dükkanlar açılmıştı. Kumaşlar dolaplar, sehpalar, yataklar hatta Kama Sutra salıncakları sıra sıra dizilmiş alıcıları bekliyordu.

Barış Hint seferinden gerçekten de bu işi bilenlerin ‘süzme’ dediği mallarla döndü ve gene o yılların gözde semtlerinden Çukurcuma’da Hati’yi açtı. Bilenler bilir, Hati diğer dükkanlara benzemeyen bir dükkandı. Orada aradığınızı değil aramadığınızı bulur, alırdınız.

Sonra gene başa gelenler yüzünden -ki bu başa gelenler sözünün mecazi hiçbir anlamı yoktur, gelenler Barış’ın ve yakınlarının gerçekten de başına gelir- orayı da kapatmış, bu kez çalışmayıp hayatın tadını çıkartmaya azimli, ikinci kez kendini emekli etmişti.

İki hafta önce eve bir davetiye geldi. Bir açılış davetiyesi. Üstünde kocaman harflerle Hati yazan ve benim kapandığı için gerçekten üzüldüğüm dükkanın yeni adresinde ikinci kez açılacağını duyuran bir davetiye.

İçimden Barış gene sıkılmış Hindistan yollarına düşmüş olmalı diye geçirdim ama fırsatını bulup açılışa gidemedim.

Hem yanılmış hem yanılmamışım.

ÖNCE HOŞ, SONRA BOŞ GİDEREK NAHOŞ

Sıkıldığı doğru. İşi olmayan erkeğin işi bitik diyor da başka bir şey demiyor. Sabah kalktığında insanın yapacak bir şeyi olmamasının önce hoş, sonra boş giderek nahoş olduğunu söylüyor. Anlattığına bakılırsa ne uzak diyarlara yapılan yolculuklar, ne uzun süredir görüşülmeyen arkadaşlarla felekten çalınan bir gece, ne de tekneye atlayıp bilinmeyen denizlere açılmak ona yetmiş. Hiçbiri içindeki sıkıntıyı gidermemiş. İş hayatına dönmeye ve Hati’yi yeniden açmaya karar vermiş. Bunda yanılmamışım.

Yanıldığım; Hindistan yollarına düşmemiş olması. Bu kez dünyayı turlamış. Gitmediği ülke, gezmediği yer kalmamış gene güzel, gene nadide, gene süzme parçalar toplamış. Yanlarına da burada yaptırttığı malları koymuş. Fulya’ya gelip Otim’in önünden sağa saparak yolunuza devam ediyor Pazar Sokak’taki Bareli İş Hanı’nın ilk katında yaklaşık altı yüz metrekarelik kocaman bir dükkana giriyorsunuz. Bana sorarsanız orası, Barış’ın dünyası.

Yazının başından beri bir Barış’tır gidiyor. Barış dediğim Barış Küce. Eski basketçi, eski tekstilci, sevenleri için tarife gelmeyen, sevmeyenleri için ne yapacağı kestirilmez biri.

Ankara’nın, ünlü Kolej takımında oynardı. Uzun siyah saçlarını savura savura sahaya çıktığında önce bir sessizlik olur, ardından kadınlar korosunun maç boyu sürecek tezahüratı başlardı. Ondan daha yakışıklı oyuncular yok muydu? Ondan daha iyi oyuncular? Herhalde vardı. Ama bir ikisi hariç hiçbiri onun kadar tezahürata yol açmazdı.

Sadece Kolej’de ve milli takımda oynadığı, çok popüler olduğu yıllardan söz etmiyorum. Barış bugün de eski Barış. Onda az insanda rastlanan bir özellik vardır. Çok kişi bu özelliğe şeytan tüyü diyebilir. Bana da soracak olursanız bir tür şeytan tüyü. Ama ben onun ‘duende’si var demeyi yeğlerim. Duende ne demek diye soracak olursanız size anlatamam. Duende’nin başka hiçbir dilde bir karşılığı yok çünkü. İspanyollar kimselere benzemeyen ama herkesi fetheden insanların ‘duende’si olduğunu söylerler. İşte Barış’ta da o tarifi olmayan şey var.

Ankara’dan sonra sıra İstanbul’a geldi. O yıllarda pek de rastlanmayan bir biçimde şimdi hatırlamadığım başka bir takıma transfer oldu. İstanbul onu iş dünyasıyla tanıştırdı. Aklına koymuştu, kıraç Ankara’ya renk getirecekti. Önce Tiffany&Tomato’yu sonra da Limon’u açtı. Genç insanlar için genç giyim markaları yarattı.

Sonra karanlık zamanlar. Tekstil işini bırakması, başıboş dolaşması o günlere rastlar. Sonra da dediğim gibi Hati dönemi.

Yazdıklarımı okuyunca Barış’ı zerre kadar anlatamamış olduğumu görüyorum. Bütün bu yazılanlardan zamanında popüler bir basketçi olan, kızların kalbine taht kuran, önce tekstil, arada mola, şimdilerde de mobilya işine dalmış başarılı bir adam portresi çıkıyor.

Oysa değil. Barış bu kadar değil.

Nasıl demeli?

O sanki egzotik ülkelerden gelmiş, renkli bir kuş gibi. Sesi başka, duruşu başka, pençesi başka bir kuş.

Kafeste duramayan.

Uçarsa konamayan.

Dönüp dolaşıp aynı dallara konan bir kuş.


HATİ: Pazar Sokak 2-4, Bareli İş Hanı. Dikilitaş-Beşiktaş.

Tel: 0212 266 68 01-02-03
Yazının Devamını Oku

O sanki egzotik ülkelerden gelmiş, renkli bir kuş gibi, sesi başka, duruşu başka, pençesi başka bir

27 Mart 2004
Bu hafta işim zor diye düşünüyordum. İki nedenle. Ev anneannemin deyişiyle ‘kalk gidelim’ halinde.Yerde kitaplar, hurçlara doldurulmaya çalışılan kışlıklar, yirmi yıldır atılması gerektiği halde bir türlü kıyılıp atılamamış yığınla eşya. Hepsi sağa sola saçılmış yerleştirilmeyi bekliyor. Gelen gidenin haddi hesabı yok. Kapıdan giren bacadan çıkıyor. Gerçekten de bacadan çıkıyor, çünkü çatı aktarılıyor. Bu hengame içinde ne zaman giyineceğim, ne zaman Barış’la buluşup yemeğe gideceğim? Üstelik evdeki işler bitene kadar çile çekmeye karar vermişim: İçmeyecek, yemeyecek, erken yatıp erken kalkacak, yürüyüşe çıkmak yerine işçilerin başında duracak ve son çivi çakıldıktan, son boya vurulduktan sonra hafiflemiş olarak ‘yaza merhaba’ diyeceğim. Ama haftada bir de olsa arkadaşlarımla buluşmam gerek. İş iştir, savsaklamaya gelmez.Hayatta en çok -Tansu dışında- masada oturup diyet kola içen, yağsız salata siparişi verenlere içerledim. Çile dediğin gizli çekilir. Çilekeşin yeri evidir. Ortalığa çıkmaz, karşındakilerin tadını kaçırmaz, mağarana girer, zamanın dolmasını beklersin.Ama Barış’ı da görmek gerek. Birlikte öğle yemeği yemektense iki hafta önce açılışını yaptığı yeni dükkanına uğrasam, ne var ne yok baksam, Kutup fotoğraflarımızı çekse, erken saatte eve dönüp yazımı bitirsem olmaz mı? Olur.Sayfanın üst köşesinde Gusto yazdığına, Gusto da bir tür hayatın incelikleri demek olduğuna göre pekala olur. Hem belki de bundan böyle yer kısıtlaması olmaksızın yazacağım için yelpazeyi genişletebilirim. O zaman Komet’le lüfere çıkmak da, Üsküdar Bit Pazarı’nda dolaşmak da mümkün.Zaten tebdil-i- mekanda da ferahlık vardır. Bu kararı uygulamak için beklemeye gerek yok dedim, hemen Barış’ı arayıp yemek işinden vazgeçtiğimi, saat beş gibi HATİ’ye uğrayacağımı söyledim.LİMON’DAN SONRA HİNT FURYASIBarış, otuz yıl tekstil işiyle uğraştıktan, çok emek verdiği ve Türkiye’de marka haline getirdiği Limon’u devrettikten sonra evde oturmaktan sıkılmış, araştırmış soruşturmuş en yakın arkadaşlarına bile söylemeden Hindistan’ın yolunu tutmuştu. O yıllarda İstanbul nedense bir Hint furyasına tutulmuş, neredeyse her köşe başında Hindistan’dan getirilen malların satıldığı büyüklü küçüklü dükkanlar açılmıştı. Kumaşlar dolaplar, sehpalar, yataklar hatta Kama Sutra salıncakları sıra sıra dizilmiş alıcıları bekliyordu.Barış Hint seferinden gerçekten de bu işi bilenlerin ‘süzme’ dediği mallarla döndü ve gene o yılların gözde semtlerinden Çukurcuma’da Hati’yi açtı. Bilenler bilir, Hati diğer dükkanlara benzemeyen bir dükkandı. Orada aradığınızı değil aramadığınızı bulur, alırdınız.Sonra gene başa gelenler yüzünden -ki bu başa gelenler sözünün mecazi hiçbir anlamı yoktur, gelenler Barış’ın ve yakınlarının gerçekten de başına gelir- orayı da kapatmış, bu kez çalışmayıp hayatın tadını çıkartmaya azimli, ikinci kez kendini emekli etmişti.İki hafta önce eve bir davetiye geldi. Bir açılış davetiyesi. Üstünde kocaman harflerle Hati yazan ve benim kapandığı için gerçekten üzüldüğüm dükkanın yeni adresinde ikinci kez açılacağını duyuran bir davetiye.İçimden Barış gene sıkılmış Hindistan yollarına düşmüş olmalı diye geçirdim ama fırsatını bulup açılışa gidemedim.Hem yanılmış hem yanılmamışım.ÖNCE HOŞ, SONRA BOŞ GİDEREK NAHOŞSıkıldığı doğru. İşi olmayan erkeğin işi bitik diyor da başka bir şey demiyor. Sabah kalktığında insanın yapacak bir şeyi olmamasının önce hoş, sonra boş giderek nahoş olduğunu söylüyor. Anlattığına bakılırsa ne uzak diyarlara yapılan yolculuklar, ne uzun süredir görüşülmeyen arkadaşlarla felekten çalınan bir gece, ne de tekneye atlayıp bilinmeyen denizlere açılmak ona yetmiş. Hiçbiri içindeki sıkıntıyı gidermemiş. İş hayatına dönmeye ve Hati’yi yeniden açmaya karar vermiş. Bunda yanılmamışım.Yanıldığım; Hindistan yollarına düşmemiş olması. Bu kez dünyayı turlamış. Gitmediği ülke, gezmediği yer kalmamış gene güzel, gene nadide, gene süzme parçalar toplamış. Yanlarına da burada yaptırttığı malları koymuş. Fulya’ya gelip Otim’in önünden sağa saparak yolunuza devam ediyor Pazar Sokak’taki Bareli İş Hanı’nın ilk katında yaklaşık altı yüz metrekarelik kocaman bir dükkana giriyorsunuz. Bana sorarsanız orası, Barış’ın dünyası.Yazının başından beri bir Barış’tır gidiyor. Barış dediğim Barış Küce. Eski basketçi, eski tekstilci, sevenleri için tarife gelmeyen, sevmeyenleri için ne yapacağı kestirilmez biri. Ankara’nın, ünlü Kolej takımında oynardı. Uzun siyah saçlarını savura savura sahaya çıktığında önce bir sessizlik olur, ardından kadınlar korosunun maç boyu sürecek tezahüratı başlardı. Ondan daha yakışıklı oyuncular yok muydu? Ondan daha iyi oyuncular? Herhalde vardı. Ama bir ikisi hariç hiçbiri onun kadar tezahürata yol açmazdı.Sadece Kolej’de ve milli takımda oynadığı, çok popüler olduğu yıllardan söz etmiyorum. Barış bugün de eski Barış. Onda az insanda rastlanan bir özellik vardır. Çok kişi bu özelliğe şeytan tüyü diyebilir. Bana da soracak olursanız bir tür şeytan tüyü. Ama ben onun ‘duende’si var demeyi yeğlerim. Duende ne demek diye soracak olursanız size anlatamam. Duende’nin başka hiçbir dilde bir karşılığı yok çünkü. İspanyollar kimselere benzemeyen ama herkesi fetheden insanların ‘duende’si olduğunu söylerler. İşte Barış’ta da o tarifi olmayan şey var.Ankara’dan sonra sıra İstanbul’a geldi. O yıllarda pek de rastlanmayan bir biçimde şimdi hatırlamadığım başka bir takıma transfer oldu. İstanbul onu iş dünyasıyla tanıştırdı. Aklına koymuştu, kıraç Ankara’ya renk getirecekti. Önce Tiffany&Tomato’yu sonra da Limon’u açtı. Genç insanlar için genç giyim markaları yarattı.Sonra karanlık zamanlar. Tekstil işini bırakması, başıboş dolaşması o günlere rastlar. Sonra da dediğim gibi Hati dönemi.Yazdıklarımı okuyunca Barış’ı zerre kadar anlatamamış olduğumu görüyorum. Bütün bu yazılanlardan zamanında popüler bir basketçi olan, kızların kalbine taht kuran, önce tekstil, arada mola, şimdilerde de mobilya işine dalmış başarılı bir adam portresi çıkıyor.Oysa değil. Barış bu kadar değil.Nasıl demeli? O sanki egzotik ülkelerden gelmiş, renkli bir kuş gibi. Sesi başka, duruşu başka, pençesi başka bir kuş.Kafeste duramayan. Uçarsa konamayan.Dönüp dolaşıp aynı dallara konan bir kuş.HATİ: Pazar Sokak 2-4, Bareli İş Hanı. Dikilitaş-Beşiktaş.Tel: 0212 266 68 01-02-03
Yazının Devamını Oku