İki kardeş, iki girişimci düşlerini gerçek kılan iki deli

Ebru Çerezci ve Güvenç Kıraç. İki kardeş. İki girişimci. Herkesin dudak büktüğü alanlarda seyreden, zorluklardan yüksünmeyen ve sonunda hayallerini hayata geçiren iki hayali. Düşlerini gerçek kılan iki deli.

Ebru tasarlıyor Güvenç pazarlıyor

Ebru 1971’de doğmuş. ODTÜ’de Endüstri Tasarımı okumuş. Master’ını yaparken büyük şirketlerde tasarımcı olarak çalışmış. Osmanlı ve Anadolu sanatı ile ilgisi eskiye dayanıyor. Çok okumuş, çok araştırmış, yetmemiş, yememiş içmemiş ücra kasabalarda yaşayan çömlekçilerden, İstanbul’da saklanan cam ustalarına, çininin kahverengini tutturabilen çılgın çiniciye kadar yaşayan büyük zanaatkarları arayıp bulmuş.

Hiref’teki bütün tasarımlar onun elinden çıkma.

Güvenç Kıraç 1965 doğumlu. Siyasallı.

İş hayatına Şişecam’da başlamış, uluslararası pazarlama bölümünün başındaymış. Sultanların Dansı projesinin başkan yardımcısı iken ve hayatı kültür ile pazarlama arasında beşik gibi sallanırken her işi bırakmış ve 2003’te Ebru ile Hiref serüvenine atılmış. Kardeşinin tasarladıklarını o pazarlıyor.

GÖRMEK GEREK

Hiref, Türk el sanatlarını dünyaya tanıtmak üzere kurulmuş bir şirket.

Ama yaptıkları eskiden yapılan işlerin birebir kopyası değil. Onlardan esinlenen ama çağdaş tasarım anlayışı ile yeniden şekillenen nesneler üretiyorlar.

Yaptıklarını anlatmak, yazmakla mümkün değil. Görmek gerek. Katalogları elime geçtiğinde o kadar heyecanlandım, o kadar gönendim ki, önüme gelene gösterdim. Ve kime gösterdiysem aynı tepkiyi aldım. Hepsi şaşırdı, hepsi heyecanlandı, hepsi istendiğinde bizim diyarda da bu kadar güzel işler yapılabileceğini görüp umutlandı.

Birlikte yemek yediğimiz gecenin ertesi, Güvenç Amerika’ya gidiyordu.

Bu yazıyı yazarken, ayağının tozuyla gelmiş, aradı. Aklınıza gelen bütün müzeler, MoMA’dan, çağdaş tasarım sergileyen müzelere dek hepsi yapılan işlere bayılmış. Ebru’nun Amerika’da çağdaş tasarım alanında çok ünlü olan bir yarışmaya katılmasını önermişler ve World Crafts Council’in (WCC) gelecek yılki uluslararası toplantısını İstanbul’da yapmayı önermişler. Hiref aynı zamanda WCC - Dünya El Sanatları Zanaatkarları Konfederasyonu’nun da üyesi.

Benden bu kadar. Merak eden İstanbul’daki ofislerine uğrayabilir, orada sergilenen nesneleri görebilir ve fiyatları inanılmaz makul tutulmuş çanaklardan, vazolardan, bakırlardan birini alabilir.

HİREF’İN ORTAKLARI EBRU ÇEREZCİ VE GÜVENÇ KIRAÇ

II. Bayezid 15. yüzyıl sonlarında Topkapı Sarayı’nda dönemin en ünlü zanaatkarlarını bir araya toplayan bir vakıf kurar: Ehl-i-Hiref. Sultanın himayesindeki bu ustalar alanlarının en önemli isimleridir. Onlar, en renkli ebruları çeken, dövdükleri lengerlere musiki katan, gümüşlere uçtu uçacak kuşlar konduran, ipeğin hasından halı, zümrüdün irisinden kama, kumaşın simlisinden kaftan yapan, abanozun karasını, mermerin beyazını seven, titremeyen elleriyle Vav çeken, tükenmeyen nefesleriyle billur biçimleyen, kısaca incelmiş zevkleriyle Osmanlı sanatını yaratan ustalardır.

1573’teki kayıtlara bakılacak olursa İmparatorluğun dört bucağından tam 983 zanaatkar sultanın himayesinde sanatlarını icra etmektedir. Ve yaptıkları her iş, attıkları her imza, dönemin beğenisini belirlemekte, Payitaht’ta yapılacak her saray, kurulacak her medrese, yükselecek her minare onların mahir ellerine teslim edilmektedir.

Kısaca Ehl-i-Hiref mensubu olmak demek, ustaların ustası olmak demektir.

Usta olmak zengin bir düş gücü gerektirdiği kadar, zengin gönüllü olmayı da gerektirir. Hiçbir usta, sanatının kendisiyle ölmesine izin vermez, çömez yetiştirir.

Çömez büyür kalfa olur. Kalfa büyür ama her zaman usta olmaz. Olamaz. Çile çekmekten usanmaz, kanını terine azık eder, sabrın sonunun selamet, mükafatının icazet olduğunu bilirse, ustası da bir gün ona zamanın geldiğini söylerse, işte ancak o gün, gördüklerine kendi gördüğünü, öğrendiklerine kendi bildiğini katar, işte ancak o zaman, kendi imzasını atar.

Osmanlı’da el sanatları yüzyıllar boyunca böyle devam etmiş.

Buraya kadarı bildiğimiz hikaye. Peki sonra?

Sonrası başka hikaye.

Yirminci yüzyıl kendi dayatmalarıyla geldi.

Kendi hızı, kendi hesabı, kendi zevki, kendi işlevi ile bizi kuşattığında hepimiz el sanatlarını artık belleğin tozlu raflarına kaldırmıştık.

Buna direnenler yok muydu? Elbet vardı. Kapalıçarşı’nın yaşlı sadekarları, Edirnekapı’nın oymacı Mehmet Ağası, el tezgahlarında ömürlerini düğümleyen birkaç kadın, çininin kırmızısını arayan koca Sıtkı, Çeşm-i-bülbülün mavisine vurgun Burhan, bakıra altın değeri kazandıran Gaziantepli Mehmet, sonra Maraş, sonra Denizli, sonra Antakya, Samandağ, oralarda, uzaklarda birileri...

Ama git gide daha az. Ama git gide daha yalnız. Ama git gide daha yorgun birileri.

El vermek isteseler de, el verecekleri gençleri bulamayan yaşlı kurtlar.

Baba mesleğini öğrenmektense gurbette kavrulmayı yeğleyen oğullar. Çabalarının karşılığını alamayan, o yüzden ömürlerini geniş zamanlar isteyen inceliğe yatırmaktansa, dar zamanların hoyratlığında geçirmeyi seçenler...

Böyle böyle derken, el sanatları da, onları yaratanlar da unutulmaya başlandı. Evlerden, gündelik hayatın kullanımından çıktı.

Turistlere yönelik mağazalarda bulunan harcı alem mallar, müze girişlerindeki hafif küflü dükkanlarda satılan replikalar da olmasa, hepten yok olup gitmek üzereydi ki; iki kişi, biri erkek biri dişi, adını Hiref diye takdis ettikleri bir şirket kurdular ve Türkiye’nin dört bir yanında icra-i sanat eyleyen Hiref ehillerini buldular. Onlara yeni imkanlar sundular ve onların becerileriyle kendi düşlerini yoğurdular.

ESKİ İSTANBUL’UN MESİRE YERİ

Nerede ne yediğimize gelince. Onlar seçti ben gittim.

Halat’a, Haliç’teki Koç Müzesi’nin rıhtımındaki güzel lokantaya. Sütlüce’de Koç Müzesi açıldığında oraya gidenler, müzenin ilginçliği kadar yan tarafta, Paris’teki küçük brasserieleri hatırlatan lokantayı anlatıyor, gerek özenle seçilmiş ama iddialı olmayan dekoru, gerek ciğer salatalı mönüsüyle çok özel olduğu söylenen Cafe du Levant’dan söz ediyordu. Ben de o sıralar sık sık gitmiştim. Gerçekten de dedikleri kadar vardı, Cafe du Levant Haliç’teki çiçekti.

Şimdi aynı ekip, aynı yerde, bu kez rıhtımın üzerinde Halat’ı açmış. Hani, eskiden, çoook eskiden, Haliç mesire yeri imiş ve keyfini bilen İstanbullular da ne yapar ne eder yollarını oraya düşürürlermiş ya, arada geçen kokulu yılları saymazsak, şimdi Haliç yine o eski günlerine dönmüş. İster inanın ister inanmayın, muhteşem İstanbul manzarası karşısında pırıl pırıl sulara bakarak enfes yemekler yiyorsunuz.

Mutfak, Akdeniz mutfağı. Her damak tadına ve her keseye uygun seçenek var. Boğaz lokantalarının tekdüzeliğinden, Nişantaşı’nın mondenliğinden sıkılanlar için Halat, ideal.

HİREF: Hüsrev Gerede Caddesi 71, D.3, Teşvikiye, İstanbul. Tel: 0212 258 56 08, www.hiref.com.tr

HALAT: Koç Müzesi Rıhtımı, Sütlüce. Tel: 0212 297 58 54
Yazarın Tüm Yazıları