Sabah denizde yüzüp gelmiş biri için Londra’nın soğuğu tam karakış

Telefonda Ali Erten.
Hızlı hızlı anlatıyor.
Mutluluk sesine sinmiş.

Kolay değil: Bundan bir buçuk yıl önce Antalya’da sessiz sedasız başlayan Ney, rüştünü ispat etmiş Londra’ya davet edilmiş. Hem de öyle kıyı kenar bir semte değil, West End’e, eğlence dünyasının zirvesine. 9-21 Kasım arası 15 gösteri ile Londra izleyicisinin karşısına çıkacaklarmış.

O sevinmesin de kim sevinsin?

Bu işe nasıl gönül koyduğunu ve nasıl çalıştığını biliyorum.

Antalya’ya gitmiş, şovu orada izlemiştim. Daha o günlerde, Ney’in varlığından kimsenin haberi yokken bile hedefinin Londra’ya gitmek olduğunu söylemiş, ben de bunu Ali’nin sınır tanımaz hayal gücüne vermiştim.

Boşuna ‘Düşlemek gerçekleştirmenin yarısıdır’ dememişler; Ali bir yandan gösterinin dört dörtlük olması için ter döker, bir yandan her toplulukta olan sorunlarla cebelleşirken, Londra’ya gitmenin de yollarını ararmış meğer.

Kolay olmamış.

MÜZİKAL BAŞKENTİ WEST END

Elini kolunu sallayarak gidene Londra’da salon yok. Önce şov beğenilecek, sonra onu orada pazarlayacak kişi bulunacak, bu kişi mutlaka o dünyanın kudretli isimlerinden tercihen de bir Yahudi olacak, tanıtım İngiliz seyircisine göre yapılacak, biletlerin dörtte üçü şov başlamadan satılacak... Buraya kadarı bile inanılmaz güç.

Ama iş bununla da bitmiyor. Şov sahnelendikten, kırmızı perde indikten sonra esas zorluk başlıyor. Malum, İngiliz seyircisi dünyanın en zor beğenen seyircisi, eleştirmenleri ise notu en kıt eleştirmenleri.

Onun için tiyatro ve müzikallerin başkenti West End. Onun için oraya gelen topluluğa yarı final oynamış gözüyle bakılıyor, onun için orada başarı kazanana alkıştan taç takılıyor, onun için Londra’da başaran dünyada başarıyor.

Ali, ilk yarıyı tamamlamış insanların haklı gururuyla anlatıyor ve ısrarla beni Londra’ya çağırıyor.

Ali’nin yüreği bayram yeri gibidir. Coşkusu sirayet eder.

Eder de, Londra uzak, Londra puslu, Londra soğuk, Londra sisli...

Ama öte yandan, gidersem bu Londra’ya ilk gidişim olacak. Bunca yıl ne zaman gitmeye kalksam bir iş çıkmış gidememişim. Ve bunu kime söylesem, okuma yazma bilmediğimi itiraf etmiş gibi bir tepkiyle karşılaşmış, sinirlenmişim.

Vakit bu vakittir dedim ve Bodrum’dan kalkıp Heatrow’a indim.

Akşam alacası. Ahmak ıslatan. Kış.

Sabah yüzmüş biri için karakış.

BEN DONUYORUM İNGİLİZ KIZLAR YANIYOR

Sağdan soldan devşirdiğim, üst üste giydiğim ince kazaklar bana mısın demiyor. Soğuk içime işliyor.

Filmlerde gördükçe güldüğüm o meşhur kara taksilere binmek için bekliyorum. Önümdeki İngiliz kız kışa yaz muamelesi yapmaya ahdetmiş, soğuktan kızarmış parmaklarını açıkta bırakan bantlı sandaletler giymiş Üstelik bağrı ve göbeği de açık.

Sonraki günler bunun hiç de şaşılacak bir şey olmadığını, yan yana masalarda kürk mantolu madonnalarla, stilettolu bayanların oturduğunu görecek ve İngilizler için hava durumu değil, ruh durumu geçerli diye ilk toplumsal gözlemimi gerçekleştireceğim.

Bununla da kalmayacak, iki güne varmadan, önüme gelene bu halkın söylendiği gibi soğuk ve kakavan, uzak ve yukarıdan olmadığını, onları doğal ve vakur bulduğumu anlatacağım.

Ve vakur olan her şeyi sevdiğim için İngilizleri sevdiğimi...

Bu ülkenin neden bunca eksantrik çıkarttığının sırrına varacağım: İngiltere’de herkese kendi gibi olma hakkı yüzyıllar önce verilmiş ve herkes bu hakkın hakkını vermiş.

Hangi şehrin sokaklarında melon şapkası, kadife paltosuyla köhne vosvosuna binen ak saçlı adamlara; kraliyet arabası bellediğin Bentley’lerden inen deri pantolon, silme dövme, tiftik saç rockçulara; şapkasındaki kuş uçtu uçacak duran, fırfırlı eteğini savura savura yürürken kırıtmayı da unutmayan ninelere; kapıcıların lordlara, lordların uçuklara, orospuların leydiye, leydilerin kimi zaman orospuya benzediği insanlara rastlanır?

Ve hangi şehrin sokaklarında bu insanlara sıradan insan muamelesi yapılır?

MÜZELER BİR SONRAKİ SEFERE

Yağmur aralıksız yağıyor ama aldıran kim?

Dört gün boyunca sabah gözümü açtığımla kendimi sokaklara attım. Kah Ali ile, kah tek başıma Londra’yı arşınladım.

En çok yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm.

Chealsea, Knigtsbridge, Soho, Picadilly, Covent Garden nedir bildim.

Ne British Museum, ne National Gallery, ne Victoria Albert, ne Tate... Yanlarından bile geçmedim.

Onlar için kendime ayrı bir takvim belirledim.

Ali ile birlikte Peacock Theatre’a gittim.

Peacock Theatre, Ney’i ağırlamaya hazırlanıyor.

Portugal Street’te 1000 kişilik bir salon. Yanı başında yılların Phanthom of the Opera’sı sahneleniyor.

Lobinin duvarlarını rengarenk ‘Ney, Flames Of Passion’ yazılı afişlerle donatmışlar.

Birlikte salona girdik. Boş kırmızı koltuklar, seyircilerini bekliyorlar.

Gözlerimi kapadım, üç hafta sonrasını hayal ettim.

Kuliste koşuşturmaca. Herkes bağırmakta, Ali’nin ve bu şovu hayata geçiren herkesin beti benzi atmış, genç dansçıların dizleri titriyor...

Perde açılıyor, salona hüzünlü Ney sesi yayılıyor.

Ve şov başlıyor.

Bir saat sonra perde indiğinde...

Kahin değilim, ne olacak bilemem ama kendi hesabıma ben, içimden kuşlar havalandırdım.

Ve hepsini ayakta alkışladım.

BURAM BURAM İNGİLİZ KOKAN BARLAR SOKAK ARALARINDA

Çok güzel yerlerde yemek yedim. Nobu’da, San Lorenzo’da, Patara’da.

Nobu, bir şubesi de New York’ta olan ve Londra’nın en iyi Japon lokantası olarak bilinen lokantası. Park Lane’de Hilton’un bitişiğinde. Çok pahalı ama aldığı parayı da hak eden bir lokanta. Ben ki Japon yemeği sevmem. Uzun yıllardır yediğim en iyi balığı orada yedim. Ve her tabağı uzun uzun seyrettim desem.

Patara, iyi bir Thai. Beauchamps Street’deki San Lorenzo çok iyi bir İtalyan. Aman dikkat, kredi kartı geçmiyor ve asla rezervasyonsuz müşteri kabul edilmiyor.

Özellikle pazar sabah kahvaltıları için Bakery & Spice biçilmiş kaftan. Fulham Road’daki Sophie’s Place soluklanmak için şık bir mekan.

Ve elbette ünlü Pub’lar... Belki eskiden olduğu gibi her köşe başında değiller artık. Gene de adları ‘Duke of’ diye başlayan ve buram buram İngiliz kokanlara da, İrlanda’nın yeşilini, müziğini ve bana sorarsanız kasvetini taşıyanlara da sokak aralarında rastlanıyor.

Benim yaptığımı yapar, yağmurdan kaçmak için içeri girerseniz, bir bira, bir bira daha derken, doluya tutulacağınızı biliniz. Bağıra çağıra şarkı söyleyen çakır keyif müşterileri izlemek için bile gitmeye değer.
Yazarın Tüm Yazıları