Köyden çıkıp Mercedes’i, Rolex’i olanı vardır da özel hocadan sanat tarihi dersi alanı yoktur

Bunca yıldır görmediğim Londra’yı sadece bir hafta yazacağımı beklemiyordunuz umarım.

Geçen haftadan devam. Ama bu kez Londra’dan çok orada yaşayan birinden, yirmi dokuz yıldır Londra’yı mesken tutan bir Türk’ten söz edeceğim: Hüseyin Özer’den.

Bilmem Hıncal Uluç okur musunuz? Ben, Hüseyin Özer’in adıyla ilk kez Hıncal’ın yazılarında karşılaştım. Kendisi ile de Londra’da.

Hüseyin Özer, ünlü Sofra lokantalarının sahibi.

İşin doğrusu sıkı bir okuru olmama karşın Hıncal Uluç’un önerdiği her filme gittiğimi, sevdiğini söylediği her kitabı okuduğumu söyleyemem.

Ama beğendiği her lokantanın izini sürerim. Önerdiği lokantalar herkesin beğendiği sıradan lokantalar değildir çünkü. Kazık yemeden, iyi yemek yenilen yerleri bulup çıkarır. Anlata anlata bitiremediği Hünkar öyledir, tanıdığım ender gurmelerden Güven Osma’nın Harbiye’nin arka sokaklarında açtığı küçük lokanta öyledir.

Sofra’yı da az buz övmedi. Tarlabaşı’nda bir şubesinin açıldığını da yazdı. Yazdı da ben bir türlü punduna getirip gidemedim. İşte bazen olmayınca olmaz ya, kısmette Regent Street’teki lokantaya gitmek ve bugüne kadar yemediğim külbastıyı orada yemek varmış.

Hem de Londra’ya ayak bastığım ilk gece.

YEMEKLER HEM TÜRK HEM DEĞİL

Şimdi hemen, dünyanın en iyi lokantalarının olduğu Londra’da başka işin mi yoktu da külbastının peşine düştün demeyin. Elbette öyle olmadı.

Hüseyin Özer aynı zamanda Ney dans gösterisinin sponsoru. Ben de oraya Ney’in davetlisi olarak gitmişim. Programda akşam yemeğini Özer’de yemek var.

Özer, Hüseyin’in Sofra adını koymadığı ilk lokantası.

Ali (Erten) ile buluşmak için kaldığım otele iki adım mesafedeki lokantaya yollandım.

İçerisi hınca hınç dolu.

Duvarları kırmızıya boyalı orta ölçek bir yer.

Giriş bölümü bar, arka tarafta beyaz örtülü masalar. Müşterilerin hemen hepsi İngiliz. Kapıda kuyruk yok, günlerden perşembe. Bar bölümü masaların boşalmasını bekleyenlerle dolu.

Ali ile önce bir içki içtik sonra yemeğe geçtik.

Uçakta yediğimi, tok olduğumu söylememe rağmen ısrarlara dayanamadım ve mezelerden tattım: Tarama, börek, biraz imambayıldı. Ardından da sözünü ettiğim külbastı. Mezeler alışık olduğumuz gibi küçük küçük tabaklarda gelmiyor. Büyük dikdörtgen tabaklar içine tadımlık yerleştirilmiş.

Hem bildiğim tatlar, hem değil. Nasıl Çin’de yenilen yemek Avrupa’da yenilen Çin yemeğine benzemezse bu da öyle. En iyi Türk yemekleri evlerde pişer denir ya, Özer’de yediklerim de bizim ev yemeklerimizin Avrupalı damak tadına uyarlanmışı gibi.

Servis Türklere emanet. Sonraları hepsinin Londra’da okuyan gençler olduğunu ve Hüseyin Özer’in lokantalarında sadece Türk öğrencilerinin çalıştığını öğreneceğim.

Hüseyin Özer’e gelince... Onunla ertesi akşam tanıştım. Ve doğruya doğru, ben bu güne kadar ona benzer birini tanımadım.

Gözünüzün önüne Piyale Madra’nın çizimlerini getirin. İri burunlu, dik saçlı, bizlerin Mao yaka diye vaftiz ettiği beyaz mintanı, şık kadife takımı, yerlere kadar inen uzun Miyake yağmurluğu ile farklılığının altını çizen pırıl pırıl bir adam. Güleç, cömert, konuşkan.

Hikayesi Sindirella hikayesi... Tokat’ın küçük bir köyünde doğmuş. Çocuk denecek yaşta Ankara’ya gelmiş. Adı sanı olmayan lokantalarda çalışmaya başlamış. Sokaklarda, bodrumlarda geçen yeniyetmelik. Okumaya meraklıymış ama yol göstereni yokmuş. Eline para geçer geçmez kendini Ulus’taki bir kitapçıya atar, raflardaki kitaplara ne alacağını bilmeden uzun uzun bakarmış. İlk aldığı kitap, okudukça sayfaları dağılıveren bir sözlük. Bunu diğer kitaplar ve İngilizce-Türkçe sözlük izlemiş. Nedeni o günlerde adam olmak için İngilizce bilmek gerektiğine ve günü geldiğinde İngiltere’ye gideceğine gönülden inanması.

NE ÖĞRENDİYSE PARA HARCAYARAK ÖĞRENDİ

Salaş yerlerden iyi lokantalara, ayak işlerinden, mutfak çıkmazlarına, Ankara’dan İstanbul’a derken dediğini yapıyor, bir öğrenci kafilesi ile birlikte Sultanahmet’ten kalkan bir otobüse atlayıp cep delik cepken delik Londra’ya geliyor. Geliş o geliş. Yirmi dokuz yıl geçmiş. Mayfair’de küçük bir dönercide başladığı iş hayatı yirmi dokuz yıl sonra, dokuz Sofra lokantası ile devam ediyor. Londra’nın en iyi semtlerinde açtığı, İstanbul ve Ankara’ya da uzandığı dokuz lokanta ile.

Evet iyi bir aşçı. Belli ki çok çalışkan. Ve bence çok da iyi bir pazarlamacı.

Oysa o hiçbir şeyi pazarlama adına yapmadığını, sadece doğru bildiğini uyguladığını söylüyor. Kapının önünde uzayıp giden kuyruktakilere bedava şarap dağıtması da, tabağındaki yemeği bitirmediğini gördüğü müşteriden para almaması da, her masanın üzerine telefon numarasının yazılı olduğu ve şikayetlerinizi bana bildirin mealinde bir kart bırakması da doğru bildiğinden şaşmaması. ‘Biz böyle gördük’ diyor.

Buraya kadarı kimi zaman karşılaştığımız, kimi zaman dinlediğimiz, kimi zaman filmlerde izlediğimiz hikayelere benziyor. Ama sonrası farklı.

Aynı koşullardan gelen, çok çalışıp biriktiren, işini büyütüp sonunda zengin olan insan vardır da; zenginliğin banka hesaplarının kabarmasından çok hayatımızın renklenmesi olduğunu düşünen, hep iyiyi hep mükemmeli hedefleyen, ‘Ne öğrendiysem para harcayarak öğrendim’ diyen çok insan yoktur.

PR’INI KRALİYET AİLESİNİN GELİNİ YAPIYOR

Kırk yıl önce Tokat’ın köyünden çıktığı yoluna şimdi sülün avına çıkarak, polo oynayarak, hafta sonlarını soylu arkadaşlarının Londra dışındaki evlerinde geçirerek devam eden, kusursuz İngilizce konuşan, birbirlerine dokunmaktan haz etmeyen püriten İngilizlere sarılan, yeni açtığı lokantasının halkla ilişkilerini kraliyet ailesinin gelinine teslim eden, müşterileri ile dost olmayı beceren ve sık sık Sean Connery ile içki içeni yoktur.

Mercedes’i, Rolex’i, kışlık ve yazlık evleri olanı vardır da, kendine özel hoca tutup sanat tarihi dersi alanı yoktur.

Okul açanı vardır da, öğrenci yetiştireni yoktur.

Rekabeti seveni vardır da, rekabet benzerler arasında keyiflidir diye rakibini destekleyeni yoktur.

Yola çıkan çok Hüseyin vardır da, onun kadar yol alanı yoktur.

Gerçekten de onun hikayesi hikayeden çok masal gibi.

Bütün masallarda iyiler, kötüler, acılar sevinçler, alınacak dersler vardır ya...

İnsanı sonunda inanılmaza inandırır ya...

Hepsi bir varmış bir yokmuş diye başlar ve hepsi de onlar ermiş muradına diye biter ya.

Biz de öyle yapalım, yazıyı ‘Hüseyin ermiş muradına’ diyerek bağlayalım.
Yazarın Tüm Yazıları