Oysa bilmez değilim; İstanbul dişlerini geçirmeye görsün, ne yapar ne eder dönüşü erteler.
İSTANBUL’DA YOLLAR TENHA, ORTALIK SESSİZ
Rekabet kızıştıkça, iyileşeceğine THY kötüye mi gidiyor ne? İçine saydam iki dilim peynir sıkıştırdıkları bayat sandviç verdiler. Yanında su. Vermeseler de olurdu.
Zaten orta sıralarda oturmanın derdi budur: Sabah uçuşlarında, sıra size gelene kadar bir iki spor gazetesi dışında gazete, akşam uçuşlarında sudan başka içecek kalmaz.
İndik. Gideli bir ay değil de bir yıl olmuş gibi.
Hava serin. Ne de olsa gece yarısı diye avunmaya çalışıyorum.
Islatmayan, sinsi bir yağmur yağıyor.
Yollar tenha. Ortalık sessiz.
Sonra ev. Evim.
Kara yüzünü yüzüme dikmiş.
Işıksız pencerelere bakınca gel de Çile’nin şairini hatırlama.
Gel de ‘Gözlerine mil çekilmiş bir ámá gibi evler’ diye mırıldanma.
Kış boyu parktaki bankı mesken tutan berduş ortalarda yok. Sağda solda kartonları da görünmediğine göre belli ki gitmiş.
Yoksa? Başka şey olamaz. Gitmiştir. Koca İstanbul’da yaşayacağı başka park mı yok? Uyuyacağı başka bank mı? Eminim gitmiştir.
Ve umarım bu gidiş asude mahallemizin sakinleri yüzünden değildir.
LÜFER MEVSİMİ GELMİŞ
Kokumu alan kulağı küpeli kara köpek sığındığı kuytudan fırladı. Kuyruk sallayarak hoş geldin der gibi bir-iki havladı.
Balıkçılar ölgün ampulün aydınlattığı tezgahlarının başında gecenin son müşterilerini bekliyorlar.
Kırmızı tablaların çoğu boş. Dolu olanlarına çingenelikten terfi etmiş palamutlar ve Boğaz’ın göz bebekleri lüferler yerleşmiş. Tazelikleri yirmi adımdan bile belli.
Gece ağır. Havada iyot kokusu.
Eşiği aştım.
Karanlığı sevmem. Sessizliği sevmem. Sıkı sıkıya kapalı perdeleri, üstleri örtülü kanepeleri, tamtakır buzdolaplarını sevmem. Örtüsü bozulmamış yatakları, mum yanmayan salonları, çiçeksiz vazoları, yemek pişmeyen mutfakları sevmem.
Bir umut, kendimi hep iyi hissettiğim arka odaya geçtim.
Masa toplu, her şey yerli yerinde.
Ortada unutulmuş bir iki dergi. Neden sakladığımı çözemediğim bir iki gazete ilavesi.
Raflarda kitaplar. Yanımda değiller diye hayıflandığım kitaplar. Kış uykusuna yatmışlar.
BEN GÜNEŞLİ HAVALARI SEVERİM
Bir de faturalar. Ödenmiş, ödenecek, ödenmesi gerekli faturalar; abuk sabuk el ilanları ve indirim kuponlarıyla karışmış, onlarla uğraşacağım zamanı bekliyorlar. Bekleyedursunlar.
Gece daha da karardı. Yağmur hızlandı.
Balkona çıktım. Karanlıkta bile seçilen koyu bulutlara baktım.
Ve sabah ipil ipil yağan bir yağmura uyandım. Gün boyu söylendim.
Fransızlar gibi havadan şikayet ettim.
Yok bu mevsimde bu kadar yağmur normal mıymış, yok hava bu kadar serin olmalı mıymış?
Herkese, konuştuğum herkese mızırdandım.
Benden başka şikayetçi yok gibi.
‘Bilirsin bu havaları severim’ciler. Kendilerini güz çocukları olarak vaftiz edenler. ‘Sıcak olacağına varsın yağsın’cılar. Yağmur sonrasından, yağmur sonrası kokusundan dem vuranlar.
TEZ VAKTE BODRUM’A GERİ DÖNMELİ
Anlaşıldı, yalnızım. İş başa düştü demek. Ya kasvetimle başa çıkacak, ya bu çamur duygusunda boğulacağım.
Ya da, ki bu en iyisi, içimin mevsiminin kaydığını kabul edecek, halledilecek işleri halledip, halledemediklerime boş verip, en kısa zamanda güneşe döneceğim.
Ama gitmeden İstanbul’da olmanın tek nimetinden faydalanıp kocaman bir lüfer yiyeceğim.
Olur a belki koca lokantada benden başka kimse olmaz. Ardına kadar açtıkları cam kenarına ilişirim.
Ortaya mis gibi zeytinyağı ile çıtır ekmek gelir. Bir şişe de buz gibi şarap.
Hava değişir. Bulutlar aralanır, yakmayan güneş burnunu çıkarır. Boğaz suları ancak bu ay görülen o müthiş ışıkla yıkanır.
Lüfer geldiğinde, ilk lokmadan önce koca bir yudum içerim.