Geçen haftaki yazımda Büyükada yemekleri üzerine yazılmış, orada yaşayan kentsoylu Bilgütay Ailesi’nin sofra adabını anlatan bir kitaptan söz etmiştim.Bu kez aynı coğrafyanın öbür yüzünü anlatan başka bir kitabı tanıtırsam resim biraz daha tamamlanacakmış gibi geldi.Önce Sevin Okyay yazdı. Ya da ben ilk kez onun köşesinde okudum. Şaşırdım ve öve öve bitiremediği kitabın adını aklıma kazıdım: Sofranız Şen Olsun. Şaşırdım, çünkü Sevin çok şeydir de lezzet avcısı değildir. O, aynı anda güç bir metni teklemeden çevirirken, karşısındaki ile Beşiktaş’ın hali pür melalini konuşabilir. Caz hastası, kitap kurdu, sinema delisidir. Ve kimsenin sırrına varamadığı bir tempoda üretirken, yemek yemeyi unutabilir. Eğer Sevin bir yemek kitabını övdüyse, bunda bit yeniği var demektir. Davranıp kitabı alamadan Yıldırım Türker’in yazısı geldi. Yıldırım, zehir zemberek bir yazı yazmış: Ermeniler, daha doğrusu onlara reva görülenler üzerine. Yazı, aynı övgü ve öneri ile bitiyor. Yıldırım da Takuhi Tovmasyan’ın Aras Yayınları’ndan çıkan kitabını mutlaka okuyun, diyor. Etti mi iki. Ertesi gün kitap elimdeydi.MUHABBET YEMEKLERİİlk sayfayı açtım ve son satıra geldiğimde ikisinin de Tovmasyan’ın kitabını neden bu kadar sevdiklerini anladım. Kitap, son zamanlarda okuduğum en sahici kitap. Bir yemek-anı kitabı. Doğma büyüme Yedikuleli olan Takuhi Tovmasyan, yayalarından yani ninelerinden öğrendiğini söylediği yemek tarifleri aracılığıyla bir dönemi ve İstanbul Ermenilerinin gündelik hayatlarını anlatıyor. Bunu da lafı eğip bükmeden kendine özgü bir mizahla yapıyor. Okurken kah gülüyor, kah ağlıyorsunuz. Ve onunla birlikte yemek yemenin özellikle de sofra muhabbetlerinin hayatın can damarı olduğu evlere konuk oluyorsunuz.Kitabı bitirdiğinizde ağzınızda kalan tadın ne olduğunu anlamanız uzun sürebilir. Ben bilemedim. Genzim yanıyordu. Acıydı. Damağımda da bal tadı.Yazar, aile albümünden seçtiği fotoğrafları da koyduğu kitaba ‘Kimi evde yemek, yaşamak için yenir. Kimi evde yemek için yaşanır. Bizim evde ise yemek, muhabbet olsun diye yenirdi. Sofra muhabbet için kurulur, yine muhabbetle kaldırılırdı’ diye başlıyor. Zeytinyağlılar-tereyağlılar diye bir ayrım yapmadığını, Trakya ya da Anadolu yemekleri diye bir başlık atmadığını, verdiği tariflerinin ne kadarının Ermeni, ne kadarının Rum, Türk, Arnavut, Çerkez, Patriyot, Çingene olduğunu bilmediğini, bildiği tek şeyin bütün bu tarifleri Çorlulu Akabi ve adını taşıdığı Takuhi yayalarından öğrendiğini söylüyor. İşte o andan itibaren, topikten midye dolmasına midye dolmasından, fırında palamuda çoğunu bildiğimiz, kimini bilmediğimiz tarifler arasından geçerken karşımıza önce 50’li yılların Yedikule’si sonra yavaş yavaş Akabi ile Takuhi Hanımların geldiği 30’lu yılların Çorlusu ve Birinci Dünya Savaşı’nın kanlı günlerinde İstanbul’a göç eden bir ailenin yaşlı genç fertleri çıkıyor. Her biri birbirinden renkli.HAYATINI DA YAZMIŞYazarın patates salatası tarifini verirken yazdığı gibi; ‘daha bitmediiii!’Yedikule’de sırf onlar mı yaşıyor? Atına bağladığı tel dolaplarda ciğer satan Arnavut ciğerci, Bakırköy sokaklarını mesken tutan balıkçı Hayg Çavuşyan ve kardeşi, Beykoz’daki Surp Nigoğayos Kilisesi’nin sevgi yemeğinde midye dolmasının püf noktasını cemaat kadınlarına öğreten Papaz Efendi, Çatalca’da Jamanak Gazetesi’nin tek abonesi Digin Ağavni, işveli Ersinya, adını işteki başarısından alan Alev Usta. Uç uca diziliyor ve bize alçakgönüllü insanların yüce gönüllü dünyasını anlatıyorlar. O dünyada acı, elem, yitirişler var. Ölenler var. Gidenler, dönmeyenler var. Bir o kadar da neşe, kahkaha, muhabbet var. Kitap bütün bu duyguları verdiği için ağızda farklı tatlar bırakıyor. Takuhi Tovmasyan, ailesini, geçmişini, gördüklerini, dinlediklerini, yaşadığı semti, gittiği kiliseyi, yaptığı yemekleri kısaca onu o yapan şeyleri yazıyor. Konuşur gibi. Sanki aynı sofranın etrafına oturmuşuz da laf lafı açmış gibi. Kimi zaman neşeli kimi zaman hüzünlü ama hep sahici. Kitap, mezelerin şahı topik tarifiyle başlıyor dedim. İrmik helvası tarifiyle de sona eriyor. Her yapılışında sevilenlerin canları için dua okunan irmik helvası tarifiyle. Ve okuyunca dağlandığınız Mardik hikayesiyle. Tovmasyan, hikayeyi ve irmik helvasının yapılışını anlattıktan, helvanın ılık ılık yenmesinin harika olduğunu söyledikten sonra ‘Helvayı nasıl isterseniz öyle yiyin, ister ılık, ister soğuk. Kimin canı için yaparsanız yapın, ister büyükannenizin, ister büyükbabanızın, ama sizden ricam, Mardik amcamı da anmayı unutmayın’ diyor. Sizi bilmem ama bundan böyle ben, irmik helvası yerken ya da kavururken Mardik’i anmadan geçemem. O Mardik ki, Takuhi Tomasyan’ın yüzünü görmediği amcası. Ve hepimizin vicdan sızısı.Kalabalık ailenin renkli fertleriAkabi Yaya, anneanne. Genç yaşta kocasını kaybedince siyahlara bürünen, ölene dek terk etmek zorunda kaldığı Çorlu’yu unutamayan yaya. Fotoğraflarında çatık kaşlı. Takuhi Hanım, babaanne. Varlık Vergisi kapıya dayanınca varı yoğu olan Yedikule Kale kapısındaki gazinosunu satmaktan başka çare bulamayan, satmakla kalsa iyi, inme inip yatalak olan Ğazoros Efendi’nin karısı. Garbis, Ağavni ve Madrik’in analığı Bedros ve Sarkis’in anası; gazinonun baş aşçısı. Fotoğraf çektirmeye hevesli ama yorgunluğu duruşundan belli.Baba Bedros Tavmasyan, Çuhacı Han’da mıhlayıcı. Gönül insanı. Tek gözünü, rokelaya gömdüğü yüzüklerin, küpelerin üstüne mıhladığı taşları incelemekten Çuhacı Han’da kaybeden, öbür gözü sevdiklerine doyamadığı için açık giden baba. Doğma büyüme Yedikuleli. Bağa gözlükleri, kravatı ve yeleği ile haza beyefendi.Anne, Mari; evin direği. ‘A be Bedros, bir teneke balığı mahalleye mi yedireceğiz?’ diye sitem etse de, balığı kılçığından arındıran, iki eli kanda olsa da kocasını kırmayıp kırk katlı Pintikarı böreği açan Mari. Mağrur duruşlu, kırılgan gülüşlü. Sarkis amca, Lusi yenge, Partuh dayı. Hepsinin hikayesi farklı... Sonra büyük büyük babalar, sonra büyük büyük anneler ve elbette onların eşleri, dostları.