Ruhunu bir tek dansa sattı

‘Tribeca’ya mı!?’

‘İstersen başka bir yere de gidebiliriz. Karar vermek için yarına kadar vaktin var. Seni görmeyeli uzun zaman oldu. Yemeğimizi şıpın işi yemeyelim. Hem Tribeca dediğin yerde pizza yeniyor değil mi? Gel hamur dışında bir şey yiyelim. Bu yazıların en hoş yani sevdiklerinle buluşmak ve güzel yemekler yemekse, en korkunç yanı da çifter çifter gelen kilolar. Dört ayda sekiz kilo almış biri olarak, mönüsünde daha çok otun ve balığın olduğu bir yeri seçmeni yeğlerim.’ Vs. vs. vs...

Resmen vıdı vıdı ediyorum. Oysa ne fark eder. Önemli olan Pıtırcık ile buluşmak ve tabiri caizse kaynatmak. Ertesi gün aradığında üç beş yer daha önerdi. Hepsi de Tribeca benzeri hızlı yemek yenilen yerler. O zaman Tribeca’nın günahı ne? Zaten nereye gideceğimizi ona sormak abes. Artık mesleki mi, genetik mi bilmem, Pıtırcık hayatı boyunca kırklı kilolarda seyretti. Belki de elli. Üzerine çıkmadığına bahse girerim. Hep öyle incecik, dal gibi.

Birbirimizi hep çok sevdik ve hep ayrı düştük. Bayram, seyran, düğün, cenaze dışında çok az görüşebildik. Ben buradayken o orada olurdu. Ben dönerdim o giderdi. Büyük sülalelerin değişmez kaderi işte. Herkes birbirini sever ve herkes ayrı yollara gider. Sonra kah mutlu kah mutsuz bir nedenle bir araya gelinilir ve özlemek neymiş bilinir.

‘Akşam sekizde tamam mı?’ ‘Tamam.’

38 ÇEŞİT SALATA

İşi sağlama almalı, gidip yer ayırtmalı. Ramazan ayların sultanı olmasına sultanıdır da en cilveli sultanıdır: Şaşırtır. Bir bakarsınız lokantalar sinek avlar, bir bakarsınız boş masa olmaz. Bir ay boyunca kapananlar ve bu süreyi bakım onarıma ayıranlar da cabası.

Tribeca benim oturduğum semtte: Yeniköy’de. Yürüyerek Kapalı Bakkal Sokak’a gittim ve akşam için iki kişilik masa ayırmalarını rica ettim. Tribeca’ya daha önce de gitmişliğim var. Hem de epey önce. Neredeyse açıldığı günlerde. Pazar sabahları evde oturmaktan sıkıldığımız ya da kahvaltı hazırlamaya üşendiğimizde gitmiştik. Ben birkaç kez, oğlum birçok kez. Sahiplerinin Amerika’da okuduktan sonra oradaki tatları buraya getirmeye karar verip İstanbul’un ilk bagel fırınını kurduklarını ve İtalyanların bile hakkını verdikleri güzellikte incecik hamurlu New York pizzalarından yaptıklarını biliyorum.

İlk gidişimde, o güne kadar hiç tatmadığım ünlü bagellarından yemiş ve açık söylemek gerekirse dededen kalma simidi bin kez tercih ederim demiştim. Buna karşılık pizzalarına bayılmıştım. Müthiştiler. Hani dilimi ağzınıza götürürken dimdik duranlardan. Müşterileri arasında çok Amerikalı olduğunu görmüş, İstanbul’da yaşayan Amerikalılar nihayet kendilerine göre bir yer buldular diye düşünmüştüm. Rahat rahat oturabilecekleri, çocukları ve köpekleri ile gelebilecekleri, özledikleri New York havasını soluyabilecekleri bir yer.

Ama akşam yemeği için hiç gitmemiştim. Kısmette Pıtırcık’la gitmek varmış.

Sekize buçuk kala kapıdan girdiğimde Pıtırcık dışında bekleyenler vardı: Tribeca’nın halkla ilişkilerini yapan Contact Plus’tan Orkide Gökhan ve Berna Eser. Tanıştık. Gencecik ve hevesliler.

Biraz sonra Tribeca’nın sahiplerinden Hikmet Abdullah Ongan da yanımıza geldi. İşletmenin nasıl kurulduğunu, krizlerle nasıl boğuştuğunu, nasıl kurumsallaştığını, ‘casual dining’ diye adlandırdıkları hızlı, leziz ve ucuz akşam yemekleri ile kendilerine nasıl sadık müşteriler edindiklerini anlattı.

Evet, bagel ve pizza ile başlamışlar ama her yıl yemek yelpazesini genişletmişler. Otuz sekiz çeşit salata var mesela. Et yemekleri, Singapur soslu yengeç böreği, kızartılmış soğan dilimleri gibi farklı tatlar da cabası. Tüm yemekler onlar tarafından yapılıyor, deneniyor ve hepsinin onayını aldıktan sonra mönüye ekleniyormuş.

Laf lafı açtı. Bir süre sonra Hikmet Abdullah’ın Türkiye’nin ilk Müslüman lokantacısı Abdullah Efendi’nin torunun çocuğu olduğu ve bambaşka alanda eğitim aldığı halde neden bu zorlu işe bulaştığının sırrı ortaya çıktı: Genetik.

ŞİMDİ BALE ÖĞRETİYOR

Pıtırcık hálá ortada yok. Burnumda tütüyor ama bir türlü gelmiyor diye en sitemkar suratımı takınmaya hazırlanırken geldi: Bahar gibi.

O öyledir. Gerçekten bahar gibidir. Bir kez tanımaya görün; onu her düşünüşünüzde aklınıza baharın çağrıştırdıkları gelir. Tazelik, körpelik, umut. Eğer benim gibi iyi tanırsanız daha da fazlası; yetenek, zarafet ve kelimenin gerçek anlamıyla güzellik.

Aile büyüklerinin ailedeki çocukların doğumuyla ilgili hikayeleri vardır ve ne zaman adınız geçse o hikaye anlatılır ya, Pıtırcık için de böyle bir hikaye vardır. Pıtırcık, Akkerman ailesinin üçüncü çocuğu olarak doğduğunda hem sevince, hem düş kırıklığına neden olmuş. Sevinmişler çünkü iki oğlandan sonra beklenilen kız gelmiş. Burulmuşlar, çünkü bu çıtı pıtı kız ailenin diğer fertlerine inat, mavi mavi değil, kara kara bakarmış. Çocukluğu, bir de ağabeylerinin gözleri gibi gözleri olsa, nasıl afet-i-devran olacağının vahvahlanmasını dinleyerek geçti.

Bir de kendisinden büyük erkeklerle büyüyen bütün kızlar gibi sokak aralarında top oynamakla, Ankara yakınlarındaki aile çiftliğinde dağlarda bayırlarda koşmakla. Sekiz yaşında baleye başladı. O yıllar kız çocuklara bale, erkek çocuklara enstrüman çalmanın öğretilmesinin elzem olduğu yıllar. Kimsenin ondan balerin olmasını beklediğini sanmam. Olsa olsa, dansın getirdiği kıvraklığa kavuşması ve yavaş yavaş ördek yavruluğundan çıkıp kuğuya dönüşmesi beklenmiştir. Ama o dansı sevdi. Ve konservatuvara gitmediği halde Ankara Devlet Opera ve Balesi’ne girdi. Sonra ver elini İstanbul. Çok geçmeden Almanya’dan Bonn Operası’ndan aldığı teklifle buraları bıraktı, gitti Almanya’ya yerleşti. Yıllarca orada dans etti.

Baleye hep haksızlık edilir. Nankör meslek denilir. Oysa öyle değil. Evet, belki bir yaştan sonra sahneye çıkamıyorsunuz ama dansı sevmeye görün, hayatınız boyunca onu bırakmıyorsunuz. Pıtırcık da bırakmadı. Almanya’dan döndükten sonra İstanbul’a yerleşti ve bale dersleri vermeye başladı. Yakın bir zaman önce de Emel Alper’in sahibi olduğu İstanbul’un en eski Bale Okulu olan Akatlar’daki Akademi Dans Okulu’na ortak oldu. Klasik bale eğitiminin yanı sıra, Caz Dans, Çağdaş Dans, Salon Dansları, Yoga, Güzellik Yogası, Oryantal, Hint Dansları gibi geniş bir yelpazede ders verilen okula. Kendisi klasik bale eğitimi veriyor. Diğer dersler de alanlarının en yetkili isimlerine emanet.

Tuttuğu her işi başardığı gibi hocalıkta da çok başarılı olacağından eminim. Ne mi tuttu? Eğer sadece bale alanında yetenekli olduğunu düşünürseniz, yanılırsınız. Şimdi burada saymaya kalksam, yerimin yetmeyeceği filmlerde, dizilerde oyunculuk yaptı. Tomris Giritlioğlu’nun filmlerinden Yavuz Turgul’un Aşk Filmlerinin Dayanılmaz Yönetmeni’ne kadar birçok projede yer aldı.

Ama insanı tek bir tutku biçimler, insan ancak tek tutkusuna hükmeder derseniz size katılırım. O da zaten öyle yaptı: Farklı alanlarda da dolaştı ama ruhunu bir tek dansa sattı.
Yazarın Tüm Yazıları