Uğruna yemek kitabı yapılan aile büyüğü Sabahattin Bilgütay

Ada! İyi de nedir ada? Denizle çevrili kara parçasıdır diyerek işin içinden çıkmak mümkün ama olur mu? Ada dediğin bu mu?

Ada hem budur, hem ötesidir. Anıdır, şarkıdır, aşktır, yalnızlıktır. Gençliktir, yaşlılıktır. Bazen vardığımız bazen kaçtığımızdır. Onun için şairlerin dilinden düşmez. Onun için romanların göbeğine kurulur. Sanatçı dediğin, adaya ve adanın çağrıştırdıklarına vurgundur.

Kimi zaman ufkun ötesindedir, kimi zaman burnumuzun dibinde. Cim karnında nokta olanları da vardır, kıta diye adlandırılanları da. Issızları olur, bozu, çorağı, incesi, uzunu olur. Adlarını bazen coğrafya belirler bazen tarih. Bazen insanlar, bazen hayvanlar. Binlerce yıl hüküm sürenleri de vardır bir patlamayla yitip gidenleri de. Üç keçi için savaşın eşiğine getirenleri de.

Adalar... Yakın, uzak adalar. Bir kez bulaşmaya görsün herkes kendi adasında yaşar.

Bir de adalılar vardır. Her biri birbirinden farklı.

Adada doğmak bir şeydir, adada kalmak başka bir şey.

Adaya gitmek bir şeydir, adaya yerleşmek başka bir şey.

Sürülmek bambaşka bir şey.

İstanbullu olup da ada anısı olmayan yok gibidir.

AİLE BOYU BASIN TOPLANTSI

Salı sabahı işte böyle birinin, Selin Kutucular’ın, bir ada tutkununun dedesi anısına yazdığı Büyükada Yemekleri kitabının tanıtım kahvaltısına gittim. Feriye Lokantası’na. Aslında keşke tanıtım Büyükada’da yapılsaydı diye düşünmedim değil. Öte yandan biliyorum, benimki ham hayal. Yağmurlu bir İstanbul sabahında kim gözündeki çapakları silmeden kalkar da ada vapuruna biner, buradan oraya gider?

Kapıdan girer girmez dal gibi genç bir kadın geldi, yüzünü kaplayan gülümsemesiyle hoş geldiniz dedi. Hemen ardından daha olgun biri. Belli, annesi. Aynı gülümseme, aynı duruş. Vakur ama yukarıdan değil, içten ama mesafeli. Yabancılar arasında olmanın tedirginliğinin ne demek olduğunu bilen ve bunu bir bakışla, daha tokalaşırken silmeyi beceren iki kadın. İki de adam. Biri Selin’in kuşağından, diğeri biraz daha yaşlı, kır saçlı. Belli ki onlar da eşi ve babası. Diğer masalarda oturanlara baktım. Zeynep Göğüş dışında, tanıdığım iki kişi var. Diğerleri yabancı.

Böyle toplantılar genellikle sevimsiz olur. Nereye oturacağınızı, ne konuşacağınızı bilemezsiniz. İçeri girer girmez tek isteğiniz vardır: Gitmek. Birbirlerini tanıyanlar masaları parseller, koyu sohbetlere dalar. Siz dudağınızın kenarına iliştirdiğiniz gülümsemeyle, vesikalık fotoğrafa durursunuz. Zaman da durur. Uygun bir bahane bulmak için kıvranırsınız. Sonunda çıktığınızda içinize çektiğiniz hava değil gökyüzüdür. Rahatlarsınız.

Zeynep çağırmasa, isterse Michelin’in Samanyolu yıldızlı şeflerinden birinin daveti olsun, gitmezdim. Ama Zeynep gel demiş ve Selin’le tanışmamı istemişse, bir bildiği vardır dedim. Zaten o beni nereye çağırsa giderim.

Bir sabah kahvaltısında sunulacak ne varsa, uzun masada hepsinden var. Reçeller, peynirler, kurabiyeler, pastalar; tarifleri Selin tarafından verilmiş ve Feriye Lokantası’nın şefine emanet edilmiş.

Köşedeki piyanoda biri bir şey çalıyor. İleriki masada yaşlı bir hanımefendi, zayıf parmaklarıyla tempo tutuyor. Hüzünlü gibi. Ya da bana öyle geldi. Çıktıktan sonra, kitabı karıştırınca onun Selin’in Miniannesi olduğunu anlayacağım. Anısına kitap yazılan dedenin, Sabahattin Bilgütay’ın ölene kadar büyük bir aşkla sevdiği zevcesi.

Selin Kutucular’ın dedesi Sabahattin Bilgütay, Cumhuriyeti Cumhuriyet yapanlardan. O efsane kuşaktan. 1916’da Büyükada’da doğmuş. Aile, Selanik göçmeni. Mübadele yıllarında varlarını yoklarını arkalarında bırakıp adaya gelmişler. Yerleşmişler. Sabahattin Bey ilkokula adada başlamış. O yıllarda adanın en iyi okulu olan ve sınıflarındaki bir kızın okulda Hırıstiyanlık propagandası yapıldığını söylemesi üzerine kapatılan Fransız okuluna.

Okulun kapanması üzerine de mecburen Şişli Terakki’ye yollanmış. Annesi Zübeyde Hanım adanın ebesiymiş. Bir gün hastalanmış ve apar topar ada iskelesine yanaşan bir tekneyle İstanbul’daki bir hastaneye kaldırılmış. Ama gidiş o gidiş. O gün bu gün ada halkı Zübeyde Hanım’ı ölüme taşıyan o teknenin yanaştığı İskele kapısını kullanmazmış.

Öksüz kalan Sabahattin Bilgütay’a Ankara yolu görünmüş. Oradaki akrabalarının yanına taşınıp hukuk fakültesine başlamış. Okul bitince de o yıllarda eğitimli ve idealist bütün gençlerin yaptığı gibi devlet memuriyetine girmiş. Ve evlenmiş. Sonra ver elini İstanbul. Burada emniyette görev almış sonra da Fatih Kaymakamlığı yapmış. 6-7 Eylül olaylarına dek bu görevde kalmış. İstanbul’un kara lekesi olan o günleri Sabahattin Bey de yarasız atlatamamış. Dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar ile araları açılmış ve böylece küskün bir aydının sürgün günleri başlamış.

60 İhtilali’ne kadar. Her ne kadar İhtilal ona yeniden Şişli Belediyesi ve Çatalca Nükleer Santralı Başkanlığı’nın yolunu açsa da, üstelik İhtilalin başı askerliğini yaptığı sırada komutanı olan Celal Bayar olsa da, bu darbenin sonuçlarını hayatı boyunca kabul etmemiş. Adnan Menderes ve arkadaşlarına kesilen ceza içini yakmış, kabullenmemiş.

SEVGİ DOLU BİR AİLE PROJESİ

51 yaşında emekliliğini istemiş ve çok sevdiği Büyükada’ya yerleşmiş, her saçağı ayrı güzel bir yalıya. Emeklilik, çoğu erkekte olduğu gibi içine kapanmasına, dünyadan el etek çekmesine neden olmamış. Evini dostlarına, hatta mangal kokusuna dayanamayıp içeri giren ada gezginlerine açmış. Sofrası her daim kalabalıkmış. Üşenmez, gider yıllardır tanıdığı manavdan sebzeleri seçer, bakkaldan gerekli malzemeyi alır, evdeki kadınların ‘Kim yiyecek’ yakınmalarına aldırmaz bir de Haylayf’a uğrarmış. İstediği kadar bol yemek olsun masa dediğin şarküteri ile taçlanırmış. Bir de elbette saydam porselenler, ince kristaller, keten örtüler, nakışlı peçetelerle... Çok okur, çok bilir, çok dinler, çok gezermiş. Öğrendiklerini sevdikleriyle paylaşmış. Kırgınlıklarını anlatmaz, neşesini bulaştırırmış. 2003 yılına kadar Ada’daki evinde mutlu mesut, çocukları, torunları ve torun çocuklarıyla yaşamış.

Hani her ölüm erken ölümdür derler ya, bu yaşlı çınarın ölümü de onu sevenlerin içinde büyük bir boşluk açmış. Adını yaşatmak için ne yapabileceklerini düşünmüşler. Sonunda ana-kız onun sevdiği yemeklerin tarifini içeren bir yemek kitabı yapmaya karar vermiş, ismini de Büyükada Yemekleri/Dedemin Sofrası koymuşlar. Anne, Zübeyde Terzioğlu mutfağa girmiş, Selin Kutucular yardım etmiş. Adadan komşuları ve dostları olan Annie Pertan yapılan yemeklerin düzenlemesini yapmış, Caroline Erel fotoğraflamış.

Kitap özenle seçilmiş; her okuyanın kolaylıkla anlayıp uygulayabileceği bir dille yazılmış 150’den fazla tarif içeren bir yemek kitabı. Ama ayrıca bir yaşam kültürü kitabı da. O tarifleri uygulamak belki kolay. Ama özenli sofralar kurmak, o sofranın etrafına küçük büyük bütün aileyi toplamak ve bu keyfi dostlarla paylaşmak zor. İşte bu, sanki bu geçmişte kaldı.

Zaman hoyratlaştı.

Ve Necatigil’in dediği gibi durup ince şeyleri anlamaya kimsenin vakti kalmadı.
Yazarın Tüm Yazıları