Neden Barcelona dönüşü bavulumda her biri diğerinden büyük dört ayakkabım vardı?
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Hep onun gibi olmak istedim...
Fadik bir bavul hazırlar; içinde hem yok yoktur hem de gereksiz tek şey bulunmaz. Üstelik o bavuldaki gömlekler kırışmaz, ceketler buruşmaz, dağda taşta yürünse bile ayakkabılar toz tutmaz ve hiçbiri ayağını sıkmaz.
Jilet gidilir, jilet dönülür.
Ben ise istisnasız her yolculuk öncesi işe batarım. Gidilmesi gereken yerler, yemekler, yetiştirilecekler derken bir iki saat ya uyur ya uyumam, bavul yapma işi son dakikaya kalır; yolculuk kısaysa çok, uzunsa az eşya alınır, keten götürülecek yere moher taşınır.
Bu kez önlemimi aldım, Barcelona öncesi Fadik’i aradım. Niyetim, o ne götürecekse aynısını götürmek ve döner dönmez atılacak eşya almak zorunda kalmadan üç gün geçirmek. Öyle de yaptım.
Peki ne oldu?
Daha ilk gün bünye aslına rücu etti ve üç günlük Barcelona yolculuğu, bavulda her biri diğerinden büyük dört ayakkabı ve ayakta şıpıdıklarla bitti.
Bunun neresi jilet gibi?
Bir kez daha anladım ki insan istese bile Fadik gibi olamaz ve Barcelona mokasenlerle dolaşılamaz! Çünkü büyük. Çünkü bir şehri tanımanın en iyi yolu yürümektir diye bellemişiz. Çünkü İstanbul’da bu alışkanlığımızı yitirmişiz. Çünkü bende kısa zamana çok şey sığdırma inadı ve kendini bilmeme istidadı var!
Gerçekten de Barcelona, ne Madrid ne Roma...
Geniş, yaygın bir şehir.
Şehri tam ortasından ikiye bölen Gran Via ve yukarıdan aşağıya kat eden Diagonal caddelerinin ucu bucağı yok. Her ne kadar bütün yollar eninde sonunda şehrin en büyük meydanı Catulunya’ya çıksa da özellikle katedral civarındaki lam elif sokaklarda kaybolmak işten değil. Üstelik Gaudi’nin ya da Miro’nun eserlerini görmek için merkezden uzaklaşmak ve her ikisi için de tepelere tırmanmak gerekiyor.
Limanı dolaşmadan, "geleceğin Barcelona’sı" denilen semte gitmeden; 4 bin 500 penceresi ile Barcelona’nın her yerinden görülen ve Fransız mimar Jean Nouvel ile genç İspanyol meslektaşlarının Gaudi’den esinlenerek yaptıkları kurşun biçimli cam kuleyi yakından görmeden, içinde yer alan modern heykelleri ile kule çevresindeki parkı gezmeden ve elbette her zamanki gibi daha yola çıkmadan listesi yapılmış lokantalarda yemek yemeden dönülmeyeceğine göre, üç gün bu şehir için oldukça kısa bir süre.
Ama programı öyle yaptık bir kere.
Üç gün Roma dedik, gittik.
Üç gün Barcelona, onu da hallettik.
Şimdi sırada bekleyen ise Venedik. Ona da üç gün verdik.
Sonra heves kuşu yorulacak ve umarım yaz uykusuna yatacak. Aksi takdirde ne bende, ne de Fadik’te adım atacak takat kalmayacak.
PROGRAM BİRAZ DOLU MU NE?
Barcelona’ya çiseleyen yağmurlu bir günde indik. Otelimiz çok iyi. Belki de en iyisi. Pek şatafatlı, her tarafa yakın Palace Hotel.
Odalara bavulları bırakmamızla kendimizi sokağa atmamız bir oldu.
Zaten programımız da öyle. Sagrada Familia katedralini, La Rambla’yı gezecek, akşam on gibi Portofumeiro lokantasına gideceğiz. Ertesi sabah ilk iş Picasso müzesi gezilecek, öğle yemeği Reial meydanındaki Les Quinze’de yenecek, öğleden sonra Modern Sanatlar Müzesi’ne gidilecek.
Ve koşturma arasında vitrinlerde göze çarpan ayakkabılar denenecek. Hani turlarda serbest zaman denir ya öyle.
Akşam yemeği, bilet bulunursa gitmeyi umduğumuz Cesc Gelabert’in ödüllü dans gösterisi Pisst Pisst’den sonra otele yakın olan Casa 1848’de.
Sonraki gün ise şehrin sembolü Gaudi’ye ayrıldı. Sabah bir araba gelecek ve bizi Barcelona’nın bu dáhi mimarının eserlerinin bulunduğu bölgelere götürecek. Parc Guell, Sagrada Familia, Gran Gracia üzerindeki her birinin adı farklı Casa’lar... Öğle yemeği La Rambla de Catulunya’daki şehrin en hoş bistrosu Granpan’da. Öğleden sonra ise programda Fundacion de Miro ve liman gezintisi var. Gene yer bulunursa şehir dışındaki El Bulli’ye gitmeyi ve ünlü şef Antonio’nun yemeklerini yemeyi umuyoruz.
Pazar sabahı erkenden sözünü ettiğim heykellerin yer aldığı Parque de Diagonal Mar’a ve Antoni Tapies Vakfı’na gitmek var programda.
Sonra? Sonrası belli... Sızlayan ayaklar uzatılacak ve dönüş yolculuğu süresince bir güzel uyunacak.
RAPOR VERİYORUM: HER ŞEY YAPILDI
Cesc Gelabert, El Bulli ve Tapies dışında hepsi yapılmıştır.
Ve umarım, ayakta şıpıdıkla dönülme nedeni anlaşılmıştır!
Barcelona, bir gezgine kuşkusuz bundan çok daha fazlasını vaat eden bir şehir.
Ama inanın bizim gibi üç günlük turistler için bu programı iyi kötü yerine getirmek bile başarı sayılır.
Hem sonra unutmayın, programda olmadığı halde yapılanlar da var: Merkezi güney Fransa’da bulunan ve bilinen bütün gerçeküstü akımı ressamlarının yapıtlarını barındıran Maeght Vakfı ve bütün İspanyol şehirlerinde karşınıza çıkan ünlü mü ünlü El Corte İngles mağazası da gezildi, görüldü.
Şimdi geriye baktığımda el yordamı ve arkadaş desteği ile doğru bir program yaptığımızı düşünüyorum. Arada sırf benim merak böcekliğimden zaman kaybettirenler de olmadı değil. Örneğin o kurşun kule civarına gidilmese de olurmuş. Zaten her yerden görülen mereti yakından görmek elbette fena değil ama ona ayrılacak zamanda, zamanımızın en iyi İspanyol ressamlarından biri addedilen Tapies’in Vakfı’nı gezmek daha iyi fikirmiş.
Buna karşılık El Bulli’de yer ayırtmaya uğraşmak yerine Cesc Gelabert’in dansına odaklanmak gerekirmiş. Ne de olsa yemek dediğin iyi kötü her yerde yenir ama Katalanlar tarafından zarafet ve duyarlık bileşkesi olarak adlandırılan birinin dansını memleketinde izlemek herkese nasip değildir.
Nereden bileceksin?..
ŞANS TURİSTTEN YANADIR UNUTMAYIN
Şimdi sadede gelelim: Hem gidiş hem dönüşte uçağın lebalep dolu olduğuna bakarak bizim gibi pek çok kişinin de yolunun bu aralar Akdeniz’in bu güzel şehrine düştüğünü; yine hem gidiş hem dönüşte yanımda oturan gençler gibi pek çoğunun da oraya ya bir fuar, ya bir konferans, ya da bir toplantı için gittiğini gördüm.
Turla gidenler için sorun yok. Paket zaten hazır... Ama dediğim gibi, iş ya da keyif için yolu oraya düşen başıboşlar için birkaç küçük not yazmakta fayda var. Belli mi olur; bakarsınız bu küçük notlar birileri için ipucu olup çıkarlar.
O zaman gördüklerimizi anlattık, yediklerimiz içtiklerimiz de bize kalmasın diyelim ve küçük notlarımıza geçelim:
Picasso deyip geçilmemeli, mutlaka müzesine gidilmeli. Hem ressamın bizzat hibe ettiği ilk dönem resimleri başka yerde görme imkanı yok, hem de müze binası ayrı güzel.
Gaudi, şaka değil, Barcelona’yı Barcelona yapan mimar. Onsuz, güzel bir liman kenti olacakken, onunla dünyanın görülesi yerlerinden biri olan şehirde uzak muzak demeden Gaudi imzası taşıyan her binaya gidilmeli. Beğenilse de beğenilmese de bir mimarın bir şehrin gelişiminde oynadığı rol yerinde görülmeli. Yaşadığı ev, bitmeyen katedral; kısaca Gaudi’nin izi sürülmeli.
Plazza Reial’a uğranmalı. Yemek yenmese bile bir köşede bir kadeh sangria yuvarlanmalı.
Diğerleri keyfe keder ama taksi şoförüne adres bile vermeyi gerektirmeyecek kadar ünlü balık lokantası Portofumeiro’ya zaman bulup gidilmeli ve tercihen girişteki bara konuşlanmalı. Hem barmenle sohbet, hem gelen gideni izlemek için şahane. Fiyatlar da makul, adam başı 45 euro civarında.
Limandan Catulunya meydanına uzanan yaya bulvarı La Rambla bizim İstiklal ise, Catulunya ve civarı Nişantaşı. Birinde, sırtınızda arkanızdakinin nefesi, ite kaka yürüyor, arada ilginç butikler görüyor; diğerindeki dükkanlara ise zil çalıp giriyorsunuz. Şaşırtıcı olan her ikisinde de şık malların bulunması ve fiyatların üç aşağı beş yukarı aynı olması.
Unutmayın İspanya güzel ve ucuz ayakkabı cenneti! Giderken ikinci bir valiz de bunun için götürülmeli.
Miro’nun içindeki çocuğu yeniden keşfetmek için Miro Vakfı’na gidilmeli. Ama bunun için taksi değil, metro tercih edilmeli. Yeşil Hat metrosuna binip Paralel durağında inildiğinde insanı ikinci macera bekliyor. Füniküler trene binip tepeye çıkıyor ve Barcelona’ya tepeden bakıyorsunuz.
Galiba en doğrusu ne o ne bu ne şu... İsterseniz bu notlara boş verin; bir şehri tanımanın en kestirme yoluna sapın: "Aramakla bulunmaz, meğer ki rastgele" deyip zarınızı atın. Şans turistten yanadır, unutmayın!