Paylaş
Geçenlerde sevgili Reha Muhtar yaklaşan Sevgililer Günü’nün içine saldığı sıkıntılar üzerine bir yazı yazdı. Yazıda; geçen yıllarda başından geçen bir hikayeyi anlatıyor, lafı ortada aşk olmadığında maşukun durumunun acınası haline getiriyordu. Her hafta futbol hakkında yaptığı televizyon programının tam da Sevgililer Günü’nde yayınlanacak olmasını kurtarıcı olarak gördüğünden dem vurup, “Futbol hiçbir zaman sadece futbol değildir” yollu bir deyişle bitiriyordu...
Yazıyı okuduktan sonra, gelip geçen hiçbir özel günün beni sıkıntıya gark etmediğini fark ettim.
Ne anneler, ne babalar, ne öğretmenler ne de sevgililer günü...
İnsanın sevdiğini tek bir gün hatırlamasındansa hiç hatırlamamasının daha iyi olduğunu düşündüğüm; ana-baba öğretmen ya da sevgili aynı şeymiş gibi bu tür günlerde ortaya hep aynı mallarla aynı duyguların saçılmasına sinirlendiğim, sevginin dışa vurumunun kırmızı güller ve kalp şeklinde balonlar eşliğinde olmasını komik bulduğum için olsa gerek, hepsini sahte ve sıkıcı buldum...
Ama bir özel gün var ki, ne yaptıysam olmadı. Hafife alamadım, görmezden gelemedim, burun kıvıramadım...
O da doğum günleri.
Sadece kendi doğum günüm de değil, hem kendiminki hem sevdikleriminki. Soruyu sordum sormasına da cevabını bilemedim: Kutlanmalı mı es mi geçilmeli?
GÜNLERCE SÜREN HAZIRLIKLAR
Gençliğimde doğum günüm yaklaşırken aklımda ve gönlümde hummalı bir faaliyet başlardı. Önemli iki soru; canımın nasıl bir kutlama çektiği ve kimlerle kutlayacağımdı. Günlerce düşünürdüm. Mekanları tarar, listeler hazırlar, olur a unutan olursa diye günler öncesinden dostları aramaya başlardım birer birer... Mazeret bildiren, gelmeyen, eli boş gelenin vay haddine... Genellikle eve gelsinler isterdim. Oturulsun, yenilsin içilsin, eğlenilsin.
Başkalarının doğum günü için de aynı şey. Gene haftalar öncesinden bir karıncalanma, ne yapsak ne etsek nasıl kutlasak kaygısı. Ortak dostları seferber edip, doğum günü çocuğunu mutlu etme telaşı.
Bu böyle uzun yıllar sürdü. Başkaları için yaptığım sürpriz partilerin sayısını hatırlamam mükün değil. Ama sanırım yıllar içinde kendi doğum günlerimi organize etmekten sıkıldım..
Sonraları, biraz da iş gereği Paris’te kutlamaya başladım doğum günlerimi. Ekmek arası köfte misali, fuar arası eğlence.
Hayatımda olanlar, kalanlar, sevdiğim herkes sağolsun kalkıp Paris’e geldi yanımda olmak için.
Ortağım ve yakın arkadaşım Claudine orada yaşayan arkadaşlarımı, buradan gelenleri, henüz tanımadığım ama tanışınca seveceğimi düşündüklerini bir araya getirdi evinde, her birini dün gibi hatırladığım doğum günü partilerimde.
Sonra dünya döndü devran değişti, fuarlara katılma nedenim bitti.
KUALA LUMPUR’DAN KERALA’YA
Sonra başladı başımı alıp gitmeler.
Doğum günü benimkine yakın bir arkadaşımla dolaşmaya başladık önce...
Güdük Şubat kendini göstermeye görsün Fadik’le bavullarımızı kapar kendimizi uzaklara atardık. Buz gibi bir havada elimizdeki mataradan fırt fırt yudumlar alarak yürüdüğümüz Çin Seddi’nde de kutladık doğum günümü, Bangkok’ta kendin pişir kendin ye tarzı nahoş bir lokantada da... Roma’nın en afili otelinde de Barcelona’nın arka sokaklarında da... Kerala’da, Kuala Lumpur’da, Katmandu’da, Strasbourg’da, Atina’da ama şık bir mekan ama açık hava, bazen baş başa, bazen yol arkadaşlarıyla kutladık yaş günlerimizi.
Sonra onun hayatı değişti, ben yola tek başıma devam ettim.
Yeni yaşıma Udaipur’da elde kadeh göle bakarken de girdim, bir milonga salonunda tanımadığım biriyle dans ederken de...
Sanırım jübilemi geçen yıl Londra’da yaptım.
Kadehimi meğer bir dönemin kapanmasına kaldırmışım.
4 Şubat benim doğum günüm ve ilk kez es geçmek istiyorum bu tarihi.
İçimden ne kutlama yapmak geçiyor ne alıp başımı uzaklara gitmek...
Aman kimse duymasın aman bir şey yapılmasın... İçimde öyle bir duygu.
İlk kez canım bir şey yapmak istemiyor.
Ben durayım, dünya dursun istiyorum.
Bu yıl doğum gününde ne yapacağız diye sorduğumda “Amaaan kızım” diyen annemi...
İlk kez anlıyorum.
Paylaş