“Kırkpınar’a köfte yemeye gidelim mi” diyor bir arkadaşım, ertesi gün nerede buluşalım diye konuşurken. Yanlış duydum herhalde diye düşünüp “Nereye gidelim mi” diye yeniden soruyorum. “Kırkpınar’a” diyor en sakin sesiyle. “Delirdi galiba” diyorum kendi kendime. Tamam, geçen hafta sonu öğle yemeği için bir arkadaşımızın Şile’deki evine gittik ama Şile’yle Kırkpınar bir mi? Sesime alaycı bir ton yerleştirip, “Hayrola” diyorum; “Buradaki köftecilerin köküne kıran mı girdi, kalkıp Kırkpınar’a gidiyoruz yoksa baş pehlivan olmak gibi gizli bir hevesin mi var?” Kahkahayı patlatıyor, “Bakarsın gün gelir kispeti de çekerim ama bu günlük Beşiktaş’ta buluşalım yeter” diyor. Sayesinde Beşiktaş Çarşısı’nda Kırkpınar diye bir köfteci olduğunu öğreniyorum. Yine de niye Beşiktaş gibi trafiği alengirli bir yerde buluşmak istediğini çözemiyorum. Kem küm edeceğimi sezmiş gibi neden mutlaka oraya gitmemiz gerektiğini açıklıyor: “Müthiş
köfte yapıyorlar.”
Ertesi gün öğle vakti, sözleştiğimiz saatte Beşiktaş çarşının Akaretler’e yakın köşesindeki iki katlı küçük lokantaya damlıyorum. Girişin solunda yemeklerin sergilendiği bir tezgah ve arkasında karınca misali bir servis ordusu. Alt kattaki bütün masalar dolu olduğundan alçak tavanlı üst kata alıyorlar bizi. Burası da hıncahınç. Tam öğle yemeği paydosuna denk geldiğinden olacak, çalışanlar burada.
“Köftesi başka leziz ama istersen diğer yemeklerden de tadabilirsin, her gün Türk mutfağından farklı bir yemek yapıyorlar” diyor arkadaşım. Karnıyarık, dolma, börek, ne istersen... “İstemem” diyorum, “Senin gibi yediği hiçbir köfteyi yeterince iyi bulmayan biri, burada yapılanı müthiş diye övüyorsa eğer, ben köfte yer gerisini pas geçerim.” “Yetmez” diyor emir verir gibi, “Bir de yoğurt yiyeceksin, bak gör bakalım İstanbul’da böyle yoğurt var mı? Tıpkı çocukluğumuzdaki, hani yoğurtçunun omzuna astığı tablalarla kapımıza gelen cinsten...”
MANDA YOĞURDU MU KALDI
Bin kişilik grupla Hamburg Limanı’nın geniş yolcu salonunda kontrolden geçmeyi beklerken, arkamdaki cilveli Amerikalı kızlardan biri yanındakilere dönüp “Krem gemisi olur mu, bu olsa olsa creme de la creme gemisi” diyor kalabalığı göstererek.
Kızın iyinin de iyisi anlamına gelen Fransızca deyimi Amerikalılara özgü biçimde yayarak söylemesi gülüşmelere yol açıyor.
Önümde duran ve boynuna astığı kartta İsviçreli olduğu yazan iri kıyım genç, kızın şivesini taklit ederek “Kirazı da var üstelik” diye ekliyor.
Anlamadığını görünce de Rihanna diyerek kirazın anlamını açıklamaya girişiyor! Sen misin büyülü kelimeyi yüksek sesle söyleyen? Siyahi şarkıcının adını duyan herkes bir ağızdan ‘Rihanna’ diye bağırmaya ve alkışlamaya başlıyor. Alkışlar, bağırışlar, gülüşmeler arasında rıhtımda duran dev transatlantiğe doğru ilerliyoruz.
Birazdan Kuzey Denizi’ne yapacağımız kısa seferimiz başlayacak: Nivea gemisi yola çıkacak. Araştırmalara göre dünyanın en tanınan krem markası, kuruluşunun 100. yılını dünyanın dört bir yanından gelen tüketiciler, gazeteciler ve çalışanların bir araya geleceği bir deniz yolculuğuyla kutlamaya karar verip bu kısa yolculuğu markanın yeni yüzü Rihanna konseriyle şenlendirmek istemiş.
Gemiye bindiğimizde, hiç tanımadığım bir ülkeye gelmiş duygusu yaşıyorum: Ben gemi yolculuklarını, hele böyle yüzölçümü neredeyse Lihtenştayn gibi olan iki bin kişilik yüzer meretlerle yapılanları sevmem, dolayısıyla bu benim ilk transatlantik seferim. Salonumun on kat büyüklüğündeki hole adım atar atmaz, onlarca kat inip çıkan birkaç asansörü görmemle kamaramı nasıl bulacağım diye geriliyor ve gideceğim yönü gösteren bir gemi personelinin gelmesiyle rahatlıyorum. “A bre gafil” diyorum kendi kendime “Kaybolmak diye bir şey olur mu, Alman organizasyonu bu!”
KUZEY DENİZİ’NİN IŞIKLARI
Lacivert bir hamakla taçlanan balkonlu kamarama girmemle, bavulumu bırakıp kendimi havuzların bulunduğu güverteye atmam bir oluyor. Tam elli küsur ülkeden yüzlerce kişi ama biri var ki o özel, o biricik: Nivea’dan bir yaş küçük, çünkü doksan dokuzunda, çünkü markanın kurucu ailesinin en yaşlı üyesi. Oturduğu yerden gelenlere teşekkür eden kısa bir konuşma yaptıktan sonra yardımcısının koluna girmeden gidiyor ve resmi açılış sona eriyor. Sonrası eğlence. Sonrası kutlama. Sonrası şenlik...
Urla şarabı beklesin diyorum, iki satırdan birinin üzerini çizdiğimi fark edince, burada oturup Urla yazılmaz, yazılamaz. Luxembourg bahçelerinin tam karşısındaki Cafe Rostand’ın terasında yazı yazmaya çabalıyorum. Hem de uzun süredir yazmadığım usulde: Kağıt kalemle...
Paris uzun zamandır rastlamadığım kadar tadından yenmez halde. Her elimi kaldırışımda gülümseyerek masaya seğirten garsona bakılırsa, asık suratlı olmalarıyla nam salmış Fransızların bile neşesi yerinde. Önümde bir tomar kağıt, Reims’teki şampanya tadımı sırasında aşırdığım uçları sivriltilmiş iki kurşun kalem, 1900 yılından beri böyle Nisan görmediği söylenen Paris’te sırtımı güneşe vermiş, bir yandan baharın tadını çıkarıyor bir yandan serin şarabımı yudumluyor, bir yandan da geçen haftadan yadigar Urla yazısını tamamlamaya çalışıyorum.
İkinci kadehe denk geliyor Urla’yı başka haftaya bırakma kararım. “Urla’nın şarapları başka bir yazı hak ediyor” diyorum kendi kendime.
Urla’dan dönmemle kendimi Reims’te bulmam bir oluyor. Paris’in iki buçuk saat kuzeyinde Fransız krallarının taç giyme törenine ev sahipliği yapmış gotik katedraliyle ünlü, orta ölçekli bir Fransız şehri.
Bu ülkeyi iyi kötü bilirim ama bu benim Reims’e ilk gelişim.
KİBİRLİ VE TUTUCU BİR ŞEHİR
Şehri çevreleyen Vernezay gibi irili ufaklı kasabalara gitmişliğim hatta konaklamışlığım var ama nedense Reims’i hep teğet geçmişim. İyi de etmişim. Topraktan beslenen her küçük taşra kenti gibi, Reims de içe dönük, kibirli ve tutucu. Şampanya bölgesinin en büyük şehri olması zengin etmiş ama sevimli kılmaya yetmemiş anlaşılan. Hayat şehrin göbeğindeki meydanda akıyor. Mağazalar, kafeler, lokantalar, pasajlar ve her Fransız şehrinin alamet-i farikası sayılabilecek atlı karıncaların hepsi ya meydana ya da çevreleyen sokaklara konuşlanmış.
Bu hafta ne yazacaksın diye soruyor Tansu telefonda...
Ne yazmamı bekliyorsun diyorum, bir haftadır sokağa çıktığım yok. Evde oturuyor, televizyon izliyor, nette dolaşıyor, gazeteleri okuyorum... İzlediklerim, okuduklarım içinde Allah için ‘life style’ denen türe uygun tek bir şey yok.
“Bu saydıklarından çıksa çıksa ‘hell style’ çıkar” diyor gülerek. “Gazete yerine roman okusan, televizyon yerine film izlesen, evde oturacağına Urla’ya gelsen o tansiyon gram kıpırdamazdı. İnat ettin gelmedin, şimdi ne yazacağım diye düşün bakalım...”
Umarım haklıdır... Tansiyon denen ve uzun yıllar sadece yaşlılarda görüldüğünü düşündüğüm meret benim ataletimden ötürü fırlamıştır.
Vah vahlı bir sesle bugün tansiyon, yarın siyatik diyorum.
“İkisinden de kurtulmanın yolu belli” diyor; “Gidip bir bilet alıyor ve atlayıp Urla’ya geliyorsun!”
Kapatıyor.