Figen Batur

Kırkpınar’a köfte yemeye gidilir mi

11 Haziran 2011
Benim için köftenin hası cızbızdır. Yuvarlak, şişman, içi sulu, dışı kıtır cızbız... Tercihen de evde yapılan, anneannemin elinden çıkan... İşte ağzıma attığım tam da o lezzette, o kıvamda!


“Kırkpınar’a köfte yemeye gidelim mi” diyor bir arkadaşım, ertesi gün nerede buluşalım diye konuşurken. Yanlış duydum herhalde diye düşünüp “Nereye gidelim mi” diye yeniden soruyorum. “Kırkpınar’a” diyor en sakin sesiyle. “Delirdi galiba” diyorum kendi kendime. Tamam, geçen hafta sonu öğle yemeği için bir arkadaşımızın Şile’deki evine gittik ama Şile’yle Kırkpınar bir mi?  Sesime alaycı bir ton yerleştirip, “Hayrola” diyorum; “Buradaki köftecilerin köküne kıran mı girdi, kalkıp Kırkpınar’a gidiyoruz yoksa baş pehlivan olmak gibi gizli bir hevesin mi var?” Kahkahayı patlatıyor, “Bakarsın gün gelir kispeti de çekerim ama bu günlük Beşiktaş’ta buluşalım yeter” diyor. Sayesinde Beşiktaş Çarşısı’nda Kırkpınar diye bir köfteci olduğunu öğreniyorum. Yine de niye Beşiktaş gibi trafiği alengirli bir yerde buluşmak istediğini çözemiyorum. Kem küm edeceğimi sezmiş gibi neden mutlaka oraya gitmemiz gerektiğini açıklıyor: “Müthiş
köfte yapıyorlar.”


Ertesi gün öğle vakti, sözleştiğimiz saatte Beşiktaş çarşının Akaretler’e yakın köşesindeki iki katlı küçük lokantaya damlıyorum. Girişin solunda yemeklerin sergilendiği bir tezgah ve arkasında karınca misali bir servis ordusu. Alt kattaki bütün masalar dolu olduğundan alçak tavanlı üst kata alıyorlar bizi. Burası da hıncahınç. Tam öğle yemeği paydosuna denk geldiğinden olacak, çalışanlar burada.
“Köftesi başka leziz ama istersen diğer yemeklerden de tadabilirsin, her gün Türk mutfağından farklı bir yemek yapıyorlar” diyor arkadaşım. Karnıyarık, dolma, börek, ne istersen... “İstemem” diyorum, “Senin gibi yediği hiçbir köfteyi yeterince iyi bulmayan biri, burada yapılanı müthiş diye övüyorsa eğer,  ben köfte yer gerisini pas geçerim.” “Yetmez” diyor emir verir gibi, “Bir de yoğurt yiyeceksin, bak gör bakalım İstanbul’da böyle yoğurt var mı? Tıpkı çocukluğumuzdaki, hani yoğurtçunun omzuna astığı tablalarla kapımıza gelen cinsten...”

MANDA YOĞURDU MU KALDI

Yazının Devamını Oku

Hamburg’da canlı kanlı bir Rihanna

4 Haziran 2011
İlk transatlantik seferim Hamburg’a kısmet oldu. Üstelik küçük bir ülke büyüklüğündeki bu gemide, soğuk Kuzey Denizi’nin tam ortasında sıcak bir Rihanna konseri izleme fırsatı da buldum

Bin kişilik grupla Hamburg Limanı’nın geniş yolcu salonunda kontrolden geçmeyi beklerken, arkamdaki cilveli Amerikalı kızlardan biri yanındakilere dönüp “Krem gemisi olur mu, bu olsa olsa creme de la creme gemisi” diyor kalabalığı göstererek.
Kızın iyinin de iyisi anlamına gelen Fransızca deyimi Amerikalılara özgü biçimde yayarak söylemesi gülüşmelere yol açıyor.
Önümde duran ve boynuna astığı kartta İsviçreli olduğu yazan iri kıyım genç, kızın şivesini taklit ederek “Kirazı da var üstelik” diye ekliyor.
Anlamadığını görünce de Rihanna diyerek kirazın anlamını açıklamaya girişiyor! Sen misin büyülü kelimeyi yüksek sesle söyleyen? Siyahi şarkıcının adını duyan herkes bir ağızdan ‘Rihanna’ diye bağırmaya ve alkışlamaya başlıyor. Alkışlar, bağırışlar, gülüşmeler arasında rıhtımda duran dev transatlantiğe doğru ilerliyoruz.
Birazdan Kuzey Denizi’ne yapacağımız kısa seferimiz başlayacak: Nivea gemisi yola çıkacak. Araştırmalara göre dünyanın en tanınan krem markası, kuruluşunun 100. yılını dünyanın dört bir yanından gelen tüketiciler, gazeteciler ve çalışanların bir araya geleceği bir deniz yolculuğuyla kutlamaya karar verip bu kısa yolculuğu markanın yeni yüzü Rihanna konseriyle şenlendirmek istemiş.
Gemiye bindiğimizde, hiç tanımadığım bir ülkeye gelmiş duygusu yaşıyorum: Ben gemi yolculuklarını, hele böyle yüzölçümü neredeyse Lihtenştayn gibi olan iki bin kişilik yüzer meretlerle yapılanları sevmem, dolayısıyla bu benim ilk transatlantik seferim. Salonumun on kat büyüklüğündeki hole adım atar atmaz, onlarca kat inip çıkan birkaç asansörü görmemle kamaramı nasıl bulacağım diye geriliyor ve gideceğim yönü gösteren bir gemi personelinin gelmesiyle rahatlıyorum. “A bre gafil” diyorum kendi kendime “Kaybolmak diye bir şey olur mu, Alman organizasyonu bu!”

KUZEY DENİZİ’NİN IŞIKLARI

Lacivert bir hamakla taçlanan balkonlu kamarama girmemle, bavulumu bırakıp kendimi havuzların bulunduğu güverteye atmam bir oluyor. Tam elli küsur ülkeden yüzlerce kişi ama biri var ki o özel, o biricik: Nivea’dan bir yaş küçük, çünkü doksan dokuzunda, çünkü markanın kurucu ailesinin en yaşlı üyesi. Oturduğu yerden gelenlere teşekkür eden kısa bir konuşma yaptıktan sonra yardımcısının koluna girmeden gidiyor ve resmi açılış sona eriyor. Sonrası eğlence. Sonrası kutlama. Sonrası şenlik...

Yazının Devamını Oku

Yaşı seksen, ruhu ergen sanatçı

28 Mayıs 2011
İstanbul’un en iddialı tasarım merkezi Nicol’ün davetlisi olarak şehrimizi onurlandıran yaşlı çınarın hayatını internet üzerinden arşınlamalıyım. Yapıyorum da... Google’a ‘Vladimir Kagan’ yazıyorum Doğru dürüst hazırlanmalıyım diyorum kendi kendime. Konuşacağım kişi şaka değil, tasarım dünyasının devlerinden.
İyi de vakit dar, kitaplarını edinmeye uğraşmaktansa Amerikalıların gösterdiği yoldan gitmek daha akla yakın: Onlar ‘just google him’ demiyorlar mı? Ben de öyle yapmalıyım; google’a ‘Vladimir Kagan’ yazıyorum.
İşte karşımda maddeler halinde yaptığı yapmadığı, olduğu olmadığıyla bir adam. Önce uzun uzun fotoğrafına bakıyor ardından okumaya başlıyorum.
/images/100/0x0/55eb4805f018fbb8f8b71174
Giyinip süslendim. Hafif, hafif değil fena halde gerginim. Gerginliğimin bir nedeni konuşmanın İngilizce yapılmasıysa, diğeri internetin binlerce bilgi sunmasına karşın kişinin karakteri hakkında tek bir ipucu bile vermemesi. Kagan’ın nerede doğduğunu, okuduğunu, kaç yılında evlendiğini, kaç çocuğu olduğunu biliyorum da kibirli midir, yukardan mı bakar, geveze midir, ağzından zorla mı laf çıkar en küçük bir bilgim yok. Hadi hayırlısı diyor, Nicol’e yollanıyorum.
Bir zamanların Bizans sarnıcı başka zamanların Ceneviz çarşısı bu büyülü mahzen her gelişimde aynı şeyi düşündürüyor: Türkiye’nin Ayşe Nur ve Adem Yılmaz gibi delilere ihtiyacı duyduğuna. Zamanın kemirdiği, küfün yiyip bitirdiği bir yerdi burası. Şaka değil onlardaki inat ve sabır. İki buçuk yıl süren restorasyon çalışmalarının insanda hal bırakmamasının yanı sıra cepte de büyük delik açtığı böyle bir işe kalkıştıkları yetmezmiş gibi, tuttular burayı dünyanın en önemli tasarımcılarının ürünlerinin sergilendiği bir galeri yaptılar.
Ortaköy’deki akıl almaz trafikten ötürü konukların biraz gecikeceklerini söylüyor Ayşe Nur. Gecikmiyorlar ama.. Ben kahvemi bitirmeden kapı açılıyor Erica Wilson ve Vladimir Kagan giriyor. 1927’de Almanya’da doğdunuz, 1938’de Amerika’ya göç ettiniz, Columbia Üniversitesi’nde mimarlık okudunuz ve ilk dükkânınızı 1946’da New York’ta açtınız. Kumaş tasarımcısı Erica Wilson ile evlisiniz ve üç çocuğunuz var. Ben bu bilgileri sıralarken Kagan ‘doğru’ diye başını sallayarak onaylıyor. Bunlar Wikipedia’dan öğrendiğim bilgiler, diye devam ediyorum. Ama sizi sizden dinlemek istiyorum.

İTİNAYLA DEVRİM BAŞLATILIR
/images/100/0x0/55eb4805f018fbb8f8b71176
Söylediği gibi konuşkan biri Kagan. Gece yarısına kadar değil ama üç saat boyunca o anlatıyor ben ağzım açık dinliyorum.
Ailenin en genci olduğundan hayli şımartıldığını, buyüzden de hep çocuk kaldığını anlatarak başlıyor söze. Çocuk kalmak herkesin harcı değildir ve çocuk dediğin merak böceğidir diye devam ediyor. O merak sayesinde başarılı olduğunu, seksen yaşını aştığı bugünlerde bile bir çocuğun gözleriyle baktığını söylüyor. Tasarım gözün değdiği her yerde. Firketeye de fermuara da aynı hayranlıkla baktığını ve adları bilinmeyen mucitlerini de tasarımcı olarak selamladığını söylüyor. “Hayata olumlu bakan, hâlâ şaşırma becerisine sahip, gülmeye bayılan biriyim kısaca” diye bitiriyor sözünü.
Bu arada kartvizitini uzatıyor. ‘Okusanıza’ dediğinde kartvizitinin bir anlamda sorumun cevabı olduğunu anlıyorum. Adı, telefon numarası ve mail adresinin üstünde: Meşguliyet babında eski araba, arsa, benzin, viski, duman, takma diş yazıyor. Altında da, devrim başlatılır, suikast hazırlanır, bar boşaltılır, savaşılır, vs... Eski arabalara, viskiye, kadınlara, gezmeye olan düşkünlüğüyle çizgi dışı hayatını özetleyen yaşı seksen, ruhu ergen bir sanatçının kartviziti de böyle olur...
“Tom Ford eserlerinizin sadeliği karşısında çarpıldığını söylüyor, sadece onu değil eserlerinizi gören herkesi çarpan bu sadeliğe nasıl ulaştınız” diye devam ediyorum. Biraz düşündükten sonra “Babam Bahaus akımından etkilenmiş öncü bir mimardı. Bahaus’un ‘Biçim işlevi izler’ düşüncesi gençken beni de etkiledi sanırım” diyor. “Sadelik süsün atılmasıdır ama çok attığın zaman da ortaya çıkan göz okşamaz. Tasarlarken az’ın çok olduğunu unutmam ama dengeyi de yabana atmam” dedikten sonra da kulağıma “Aslında antikalara bayılırım” diye fısıldıyor. Antikalara düşkünlüğü blogunda uzun uzun söz ettiği antika araba koleksiyonundan belli.
Sohbet tasarımlardan tasarımcılara, yazı geçirdikleri kasabadan New York sokaklarına, yarattıkları arasında en sevdiği parçanın tam karşımızdaki çelik koltuk olmasından Mies Van der Roehe’nin koltuğuna, en sevdiği mimarlardan Oscar Niemeyer’den Palm Beach’te her yıl düzenlenen tasarım fuarına uzayıp gidiyor. Gelirken Kagan’ın dev olduğunu düşünüyordum. Şimdi derya olduğunu biliyorum. “Son olarak” diyorum, “BM binasından Marilyn Monroe’nun salonuna dört bir yana yayılmış eserlerinizle tasarım dünyasının eğildiği isimlerindensiniz. Daha bu yıl tasarım Oscar’ı sayılabilecek Ulusal Tasarım Ödülü ile taltif edildiniz. Nasıl oldu da bu kadar renkli bir hayat evliliğinizi zedelemedi?”
Kagan, gülümseyerek bizi izleyen Erica Wilson’a dönüp baktıktan sonra gayet ciddi bir ifadeyle, “İşin sırrı çok kavga etmemiz” diyor. “Bir de çok eğlenmemiz.” “Haa bir de” diyor sonradan aklına gelmiş gibi “Birbirimize hiç mi hiç benzemeyiz.”
Kagan bir-iki gün daha İstanbul’da kaldıktan sonra New York’a dönecek...
Eserlerini görmek isteyenler tasarım müzelerine gidebileceği gibi; ünlü yılan yatağı, sallanan koltuğu gibi doğadan esinlenerek tasarladığını söylediği parçaların sergilendiği Nicol’e de uğrayabilir. Hayatını merak edenlerse blogunda mizahi bir dille yazdıklarına göz atabilir.
Yazının Devamını Oku

Paris gündeminden sıcak sıcak

21 Mayıs 2011
Paris kafeleri IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn’ın karıştığı skandalın söylentileriyle kaynıyor. Kafamı dağıtmak için Fransız modasının son durumuna odaklanıyorum. Sonuç: Vitrinler orta sınıf Amerikan zevkine teslim Yirmi yıldan fazladır Saint Germain kahvelerini dolaşarak gazete satan Ali, kucağında tuttuğu tomardan çektiği mürekkebi kurumamış bir adet Le Monde’u sallayarak Les Deux Magots’nun kaldırıma taşmış, sıkışık masalarında oturanların ilgisini çekmek için bağırıyor: Sonnnn dakika! Sonnn Dakika! Karaderili kat hizmetlisi IMF başkanına tecavüz etti!
Hemen ardından tomardan bir adet Figaro çıkarıp bağırmaya devam ediyor: Skandal! Skandal! Skandal! Dominique Strauss-Kahn zenci bir hizmetçiye tecavüz etti! Sıra Liberation’da: “Komplo mu Gerçek mi? DSK tecavüze mi yeltendi?”
Son yirmi dört saattir Fransa’yı esir alan skandal ve Fransız basınının keskin tarafgirliğiyle gırgır geçiş şekli müşterilerin kıkırdamasına yol açıyor.
Haksız da sayılmazlar. Le Monde tırnak içinde solcu, Figaro tırnak içinde sağcı, Fransızların deyişiyle Libe ise siyaseten dürüst olma iddiasında bir gazete ya, /images/100/0x0/55ea969ef018fbb8f889c7d5kimse bundan daha iyi özetleyemez aynı haberi veriş şekillerini. Le Monde ilk günün şaşkınlığını üstünden atamamış, haberi başkanlık seçimlerinin Sarkozy karşısındaki en güçlü aday adayını yerle yeksan etmeden duyurmaya çalışırken, belli ki dile de dikkat kesilmiş. Zenci yerine karaderili, hizmetçi yerine kat görevlisi. Figaro her zamanki gibi vurdumduymaz. İşin ucu Sarkozy’ye dokunmasın da gerisi palavra.

I LOVE AMERICA

Libe iki iskemle arasına oturup poposunu hangisine kaydıracağını bilmeyenler gibi. Rahatsız ve temkinli. Yan masada oturan kır saçlı adamlardan biri Le Monde diğeri Figaro alıyor. Üçüncünün yüzündeyse müstehzi bir ifade. Belli ki uzun süredir gazete okumuyor. Konuşmalarına kulak kabarttığımda hepsinin Jussieu Fakültesi’nin emekli profesörleri olduğunu anlıyorum.
“Eee ne diyorsun bu işe” diye soruyor Le Monde alan Figaro alana. “Sen ne diyorsun peki?” diye soruyor Figaro alan Le Monde alana. Beriki serçeleri beslemeye devam ederken, ikisinin de vereceği cevapları merak ediyormuş gibi kaşlarını kaldırıyor.
Le Monde alan, “Burnuma bir pislik kokusu gelmiyor değil” diye başlıyor. “Bizimkinin kadın düşkünü olduğu zaten aşikar da, kaçacakmış, iki ülke arasında suçluları iade anlaşması yokmuş, palavra! Ayrıca biz Fransızlar tersi ispat edilene kadar herkesin masum olduğuna inanırız. Ne o öyle kelepçe takmalar filan? Amerikan adaletiyse herkes suçlu olabilir ve kişi suçsuzluğunu ispatla yükümlüdür diye başlar işe. Ne malum bir komplo kurulmadığı? Unutma, herhangi bir otelde değil Fransız Sofitel Oteli’nde geçiyor hikaye. Ya kadın DSK’nın üstüne atladıysa -baksana adam duştan çıkmış çıplakmış- ya orasına burasına iki tırmık attıysa?”
Figarocu, “Ne zamandan beri DSK üstüne atlanacak adam olup çıktı?” diye soruyor gülerek. “Arasan tarasan milyar verip tehdit etsen, o köhne zamparanın üstüne atlayacak kadın bulamazsın bir kere. Ayrıca ilk vakası da değil, unutma.”
İkisinin arasında ‘suçluydu değildi’ sohbeti sürerken, serçe besleyen kalkıp iki masa ötede oturan iki geçkin Amerikalı kadının masanın önünde yerlere kadar eğiliyor ve şaşkın bakışlarına aldırmadan ellerine birer öpücük konduruyor. Ali’ninkini de bastıran bir sesle ‘I Love America’ diye bağırdıktan sonra da, arkadaşlarına hoşçakal bile demeden çekip gidiyor.

DEUX MAGOTS’NUN TADI NASIL KAÇTI

Kalkıyor ve biraz ileride La Hune kitapçısının önündeki gazete bayiinin önünde durup gazete manşetlerine göz atıyorum. Bakalım diğerleri ne yazmış? Üç aşağı beş yukarı aynı terane. Bir tek feminist bir gazete aklı başında bir başlık atmış: Doğru ya da eğri ortada bir kurban olduğu kesin, diyerek. Doğru.
Ortada bir kurban olacağı kesin: Adı gizli Gineli.

ORTA SINIF HÜKÜMRANLIĞI

Bir saat sonra başka bir kahvenin terasında kendimi DSK skandalını tamamen unutmuş halde, moda dünyasında olup bitenler üzerine kafa patlatırken buluyorum. Sermayeyle modanın iç içeliği bilinen bir şey. Bilinmeyen ya da perde arkasında dönense sermayenin artık yaratıcılıktan ziyade para getirene odaklandığı. Yani orta sınıfa.
İşte Sandro! Kimdir, necidir bilmiyorum ama bildiğim son iki yılda Paris’in hemen her köşesinde siz deyin yüz ben diyeyim iki yüz, Sandro adlı butiğin bittiği. Ne satılıyor diye soracak olursanız, sıradan bir sürü ıvır zıvır. Kaşesi yok, yaratıcılık sıfır. Alın size Vanessa Bruno. Kim olduğu belli de yaptığı ne? Sıfır bile değil, altında. Isabelle Marant da onlardan.. Aynı dönem ve sınıftan. Zadig Voltaire bir gram üstte olsa da, minik hırkacıkların arkasına işlediği taşlı kanatlar dışında özelliği ne?
Gelelim babalara. Christian Lacroix bitti. Galliano, sen misin içip içip Yahudi düşmanlığı yapan, sadece Dior’un tasarımcılığı elinden almasıyla kalmadı; Galliano adlı kendi markasına bile hükmedemez hale geldi. Gaultier! O kadar yenilikçi ve fırlamaydı ki, Fransız modasının en tutucu markası Hermes’in dümeni bile verilmişti eline. Hem bu dümen geri alınmış hem de hisseler açısından, Galliano gibi kendi markası üzerinde bile söz hakkı olmayacak bir durumdaymış. Paris ya orta sınıfa yönelik ortalama zevke ya da Amerikan egemenliğine teslim.
Michael Kors diye sıradan bir modacının Faubourg Saint Honore’de dükkan açmasına ne demeli? Olsa olsa bir Nisan şakası denirdi, beş yıl öncesi...
Yazının Devamını Oku

Paris hiç değişmez derler, yanlış!

14 Mayıs 2011
Dışarıdan bakıldığında değişmez gibi görünür şehir. Ama değişir. Zamana kim direnebilmiş ki o dirensin? O da değişir. Ama içten içe. Ama usul usul... Paris bitmez...
Ne zaman bu şehre gitsem hem karşıma yazacak bin tane şey çıkar hem de duygularım kabarır.
Ne birini görmezden gelebilirim ne diğerini. Kıyamam, atamam, yazı uzar tefrikaya dönüşür. Bu sefer de olan bu...
O yüzden bu hafta gene Paris...
Gençliğimin geçtiği şehir olduğundan mıdır, güzelliği midir aklımı başımdan alan bilmiyorum.
Bildiğim Paris’i sevdiğim. Vazgeçemediğim.
Söz konusu Paris olunca çocuğunun hatasını gören, söyleyen ama başkası söyleyince köpüren annelere benzetiyorum bazen kendimi...
Sadece güzellikten mi ibaret bu telli şehir? Değil elbet... Taksi şoförlerinin nobranlığı bile uzun bir eleştiriyi hak eder cinstendir mesela, sıradan bir lokantaya gitmek için on beş gün beklemek zorunda kalmak, Fransızların burunları yere düşse eğilip almamaları, kendi dillerini konuşmayanları yok saymaları, tezgahtarların en sakin adamı bile çileden çıkarma becerisi, evsiz berduşların hali pür melali, Parislilerin bitmek bilmez şikayetleri say say bitmez...
Bütün bunlar ve daha nicesi yabancı birini çileden çıkarabilir./images/100/0x0/55ea5556f018fbb8f8791760
Haklıdır da çileden çıkan.
Ama gel gör ki ne kadar çileden çıksa ne kadar haklı olsa da Paris’i kötüleyen karşısında beni bulur. Benim kitabımda Paris’in canına okuyacak her kimse o kişi önce Paris’i bilmeli daha da ötesi sevmelidir, diye yazar.
Diğerlerine laf düşmez diye düşünürüm.
Babalanırım!
Dışarıdan bakıldığında hiç değişmez gibi görünür Paris. Dört kuşak Parisli, doğduğu evi yerli yerinde bulur, çocukluğunun kokularını istese de kaybetmez. Köşedeki pastane olsa olsa sahip değiştirir ama çehre değiştirmez.
Sokak adları değişmez, köşe başlarına alışveriş merkezleri dikilmez, meydanlar doğuştan muhalif Fransızların protestolarının merkezleri olma özelliğini gururla korur. Bastille Meydanı’nın her ciddi yürüyüşün başlangıç noktası olma sebebi 1789’dan bu yana tam da budur.
Dışarıdan bakıldığında değişmez gibi görünür şehir.
Ama değişir.
Zamana kim direnebilmiş ki o dirensin?
O da değişir.
Ama içten içe.
Ama usul usul.

COLETTE VE ECLAIREUR BİTTİ ŞİMDİ VARSA YOKSA MERCI

Claudine ile birlikte Beaumarchais bulvarına gidiyoruz.
Bölgelere ayrılmış şehrin geniş kaldırımlarıyla ünlü bu bölgesi çok değil, bundan beş yıl öncesine kadar orta sınıfın mesken tuttuğu kendi halinde bir mahalleydi. Gerek Paris’in en eski ve şimdilerde en gözde semti Marais ile komşu olması, gerek genç sanatçılarla ‘bobo’ tabir edilen burjuva/bohem gençlerin, fiyatların diğer bölgelere göre daha makul olması yüzünden eskinin bu kendi halinde mahallesine akın etmesinden ötürü 11. Mahalle kısa zamanda şehrin yükselen değeri olup çıkmış.
Gittiğimiz yer, Beaumarchais Bulvarı 111 numarada yeni açılmış bir mekan.
Claudine gülerek “Artık Colette, Eclaireur gibi afili mağazaların modası geçti” diyor. Şimdi varsa yoksa Merci.
Anlattığına göre bir grup genç işadamı bir araya gelerek, geliri çeşitli sivil toplum örgütlerine dağıtılmak üzere açmışlar Merci’yi.
Bulvardan içrek bir 19. yüzyıl apartmanın üç katına yayılan mekana ne demeli bilmiyorum. Kütüphane, lokanta, kadın-erkek-çocuk giysileri satılan butik, ev eşyası satılan dükkan, moda belirleme merkezi... Ne? Herhalde hepsi..
Tedavülden kalkmış kırmızı tosbağa bir arabanın girişin hemen yanına eski günlerin otostoplu yolculuklarını yad etmek adına öylesine bırakıldığı mekanda, insanı geniş salonun bir ucundan diğerine gerilmiş ve babadan görme tahta mandallarla asılmış çoraplar, atletler ve şapkalarla dolu bir çamaşır ipi karşılıyor.

GENÇ, ZÜPPE VE EĞLENCELİ

Sağda, arkasında altı kişi duran ve kişiye özel kokular yapılan bir stand, karşıda çeşitli CD’ler ve eski günlerden yadigar 33’lükler satan bir diğeri... Merdivenlerden çıkıldığında, karşınıza hemen hepsi bildik markaların ürünlerinden özenli bir gözün seçtiği giysilerle dolu bir butik çıkıyor. Aşağısıysa alengirli mutfak edevatı satılan bir alan ve restoran.
Açık mutfak, kare masalar, burnundan kıl aldırmaz garsonlar... Mekanın bence en sürprizli yanı, cam kapıların ardındaki duvar diplerine ekilmiş leylaklarıyla cenneti andıran küçük bahçe. Bahçenin yanı çiçeklere, ortası sebzelere ayrılmış. Domatesler, biberler, kabaklar... Bildiğiniz sebze bahçesi işte. Tek farkı bir ikebana güzelliğinde düzenlenmesi.
Merci’nin tek lokantası bu değil. Caddeye bakan bir ucu da heybetli bir kütüphane olan ikinci lokantası daha var.
Müşterilerin yaş ortalaması fena halde genç.
Fena halde züppe.
Bir o kadar da eğlenceli.
Yemekler insana parmak yedirten cinsten olmasa da namuslu.
Fiyatlara gelince, insana tırnak yedirtir cinsten.
Ama gidilir mi gidilir.. En azından bir kahve içilir..

LACROIX’NIN YENİ ŞAHESERİ

Çaktırmadan değişen şehrin yeni adreslerinden biri de Rue de Tournelle’deki Japon tasarım mağazası Noriem. Nori, Japonca’da paylaşma anlamına geliyormuş. Genç Japon tasarımcıları bir araya getiren de kendini hala moda merkezi olarak gören şehirde dükkan kiralarının el yakması olmuş: Miyake ve Yamamoto gibi mimariden beslenen ve her koleksiyonu ses getiren modacıların tasarımlarından hoşlanmayanlara göre değil Noriem. Ama Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek gerek; alınmasa da bakılacak giysi ve aksesuarlarla dolu dükkan.
Noriem çıkışı Claudine beni sokağın hemen ilerisindeki çıkmazda yer alan başka bir butiğe götürüyor. Kapı girişinde 158 gr yazıyor ve vitrin gene etiketlerinde 158 gr yazan rengarenk boya şişeleriyle dolu.
Beton ve ahşap kullanılarak dekore edilmiş mağazaya girdiğimizde dükkan sahibi genç çiftle karşılaşıyoruz. Her ikisi de kimyager. Burayı bundan dört yıl önce boyama atölyesi olarak açtıklarını ve kısa sure sonra gelen talep üzerine moda alanına kaydıklarını anlatıyorlar. Yaptıkları şu: Rengi atmış, lekelenmiş ya da kullanmaktan bıktığınız bir giysinizi getiriyor ve raflarda duran bin bir renkten birini seçiyorsunuz. Sizin için boyuyorlar. Ama düz bir boyama değil yaptıkları, öyle bir teknik kullanıyorlar ki giysiler sadece renk değil doku da değiştiriyor görsel olarak. Örneğin eski jeaniniz gidiyor, yerine görenlerin duman rengi deri olduğuna kalıbını basacakları yeni bir pantolon geliyor. Dükkanda ayrıca aynı teknikle boyayıp sattıkları bir koleksiyon da mevcut.
Claudine ‘Bu kadar butik gezmek yeter’ diyerek açıldığı günden beri Parislilerin diline dolanan Notre Dame Oteli’ne götürüyor beni bu kez.
Parisli modacıların en haslarından Christian Lacroix’nin imzasını taşıyan yeni bir otelmiş Notre Dame. Yeteneğine şapka çıkarsam da fazla heyecanlanmıyorum modacının adını duyduğumda, daha önce Rue de Poitou’da yaptığı oteli gezmiş ve pek de beğenmemiştim ne yalan.
Dost hatırına zaten çiğ tavuk yerim, söz konusu Claudine olduğunda değil çiğ tavuk yemek el ele tutuşup cehenneme bile giderim. O yüzden gıkımı çıkarmıyorum.
Kıs kıs gülmesinden anlamalıydım... Otele adım atmamla yerime çakılmam bir oluyor. Bildiğim hiçbir otele benzemiyor burası. Özel dokuma halılar, özel dokuma duvar kağıtları, renklerin en göz alıcısıyla döşenmiş koltuklar, kanepeler... Hemen her odasından görünen katedrale selam babında, hemen her ayrıntının 13. yüzyıldan iz taşıdığı düş ötesi bir dekorasyon... Anlatılacak değil, görülecek ve kim bilir belki de kalınacak değil gezilecek cinsten bir otel... Olur da Paris’e yolu düşecekler olursa mutlaka gidip görülmeli derim.
Dediğim gibi Paris bitmez.
Dışarıda pırıl pırıl bir hava şehir çağırıyor yine; bakarsınız gelecek hafta gene buradan bildiririm.
Yazının Devamını Oku

Şampanya Urla şarabını nasıl alt etti

7 Mayıs 2011
Fransa’nın Reims şehrinde dünyanın en büyük şampanya üreticilerinden biriyle tanışıyorum. Paris’te güneşli bir kafede yudumladığım ikinci kadeh şaraptan sonraysa, geçen hafta yazmayı vaat ettiğim Urla şaraplarıyla ilgili yazımı başka zamana bırakmaya karar veriyorum.

Urla şarabı beklesin diyorum, iki satırdan birinin üzerini çizdiğimi fark edince, burada oturup Urla yazılmaz, yazılamaz. Luxembourg bahçelerinin tam karşısındaki Cafe Rostand’ın terasında yazı yazmaya çabalıyorum. Hem de uzun süredir yazmadığım usulde: Kağıt kalemle...
Paris uzun zamandır rastlamadığım kadar tadından yenmez halde. Her elimi kaldırışımda gülümseyerek masaya seğirten garsona bakılırsa, asık suratlı olmalarıyla nam salmış Fransızların bile neşesi yerinde. Önümde bir tomar kağıt, Reims’teki şampanya tadımı sırasında aşırdığım uçları sivriltilmiş iki kurşun kalem, 1900 yılından beri böyle Nisan görmediği söylenen Paris’te sırtımı güneşe vermiş, bir yandan baharın tadını çıkarıyor bir yandan serin şarabımı yudumluyor, bir yandan da geçen haftadan yadigar Urla yazısını tamamlamaya çalışıyorum.
İkinci kadehe denk geliyor Urla’yı başka haftaya bırakma kararım. “Urla’nın şarapları başka bir yazı hak ediyor” diyorum kendi kendime.
Urla’dan dönmemle kendimi Reims’te bulmam bir oluyor. Paris’in iki buçuk saat kuzeyinde Fransız krallarının taç giyme törenine ev sahipliği yapmış gotik katedraliyle ünlü, orta ölçekli bir Fransız şehri.
Bu ülkeyi iyi kötü bilirim ama bu benim Reims’e ilk gelişim.

KİBİRLİ VE TUTUCU BİR ŞEHİR

Şehri çevreleyen Vernezay gibi irili ufaklı kasabalara gitmişliğim hatta konaklamışlığım var ama nedense Reims’i hep teğet geçmişim. İyi de etmişim. Topraktan beslenen her küçük taşra kenti gibi, Reims de içe dönük, kibirli ve tutucu. Şampanya bölgesinin en büyük şehri olması zengin etmiş ama sevimli kılmaya yetmemiş anlaşılan. Hayat şehrin göbeğindeki meydanda akıyor. Mağazalar, kafeler, lokantalar, pasajlar ve her Fransız şehrinin alamet-i farikası sayılabilecek atlı karıncaların hepsi ya meydana ya da çevreleyen sokaklara konuşlanmış.

Yazının Devamını Oku

Urla’da zaman

30 Nisan 2011
Rumlardan kalma taş evlerle dolu, Arnavut taşı kaldırımlı bir yer olarak düşlemişim Necati Cumalı’nın Urla’sını. Ah Urla viran Urla / Ömrümü yedin bitirdin, diye yazmış usta. Ne zaman ki arborotoriuma gideceğim, Urla öteki yüzü gösterecek. O zaman ‘viran’ lafı peşimi bırakacak, hüzün uçup gidecek... Gözünü sevdiğimin Ege’si.
Dağ taş çiçeğe kesmiş. Yeşilin bini bir para.
Katırtırnakları, kazayakları, papatyalar, gelincikler... Tarlada.
Ebegümeçleri, şevketibostanlar, tilkişenler, enginarlar... Pazarda.
Sözüm söz gidiyorum demiştim ya, sözümü tuttum: Urla’ya gittim, Tansu’ya. Ömrüme ömür katmaya.
Cuma sabahı, Atatürk Havalimanı. Uçak kalktık demeye varmadan iniyoruz anonsu. Göz açıp kapayana kadar Çiğli’deyiz.
Gözde çapak, afyon patlamamış, kargalar bile kalkmamış olmalı bu saatte. Sabahın körü.
Havaalanından çıkmamla, derin bir ohhhh çekiyorum: Nasıl çekmem, içime çektiğim gökyüzü.
Eve varıp biraz soluklandıktan sonra, yerli halkın her hafta sonu yaptığını yapıyor ve Urla Pazarı’na gidiyoruz. Cuma sabahları eski Urla’daki pazar, cumartesi ve pazar günleri iskelede kuruluyor. Pazarın namı öyle büyük ki, haftasonları İzmir’den de akınla insan geliyormuş buraya.
Bundan iki yıl kadar önce bir Akhisar ziyareti dönüşü uğramıştım Urla’ya.
Dalyan’daki kahvelerden birinde oturup kahve içmiş, Seferis’in evini aramış, kapalı olduğu için gezememiştim. Hava fena sıcaktı. Önümde uzun yol vardı, öğle saatlerinin rehavetine kapılmış kasabada in cin top oynuyordu, iki adım atmaya gör, ter basıyordu. Fazla uzatmamıştım. Urla’yı karşıdaki yarımadada uzanan ve bir zamanlar karantina olarak kullanılan devlet hastanesi, iki ana beş ara sokak, bir cami, kıyıya yakın birkaç eski depo, ayakta kalmayı başarmış birkaç eski konak olarak hafızama kazımış yoluma devam etmiştim.

ESKİ URLA’YA UĞRAMADAN OLMAZ

Eski Urla’ya giderken hiçbirimiz konuşmuyor, yolun iki yanında uzayıp giden bereketli topraklara bakıp İstanbul’da hasret kaldığımız baharın tadını çıkarıyoruz. Çelebi denilen yüzyıllık zeytin ağaçlarının gölgelerinde otlayan oğlaklar, bölgeye hafiften Toscana havası veren servi ağaçları, mora çalan enginar tarlaları, çimen yeşili, çiğdem sarısı, gelincik kırmızısı...
Kasabaya gelmemizle dalıp gittiğimiz rüyadan uyanmamız bir oluyor. Adı da Eski Urla ya, nedense Rumlardan kalma taş evlerle dolu, hanı hamamı ayakta, Arnavut taşı kaldırımlı bir yer olarak düşlemişim Necati Cumalı’nın Urla’sını.
Oysa karşıma çıkan tipik bir Anadolu kasabası: Girişte sanayi, meydanda belediye binası, yanında bir-iki banka, onların yanında başka bir devlet dairesi ve kötü yapılaşma örneği farklı renklere boyanmış birkaç apartman. Tüy dikmek için de tabela, tabela, tabela...
Hay Allah demeye kalmadan pazar yerine varıyoruz: Ben sokak arasına yayılmış bir pazar yeri beklerken, karşıma Bodrum’dakine benzer üstü kapalı bir hal çıkıyor. Hayalkırıklığımı, sıcaktan ötürü diye bir bahaneyle savuştursam da biraz önce gözüme kaçan estetik yoksunluğunu açıklamama imkan yok. Hani göz önünde güzel bir örnek olmasa neyse de, o da var. İnsanlar burada yüzyıllarca belli tip evlerde yaşamış, bağla bahçeyle uğraşmış, iskeledeki depolara bakılırsa sıkı ticaret yapmış, denizin nimetlerinden yararlanmış. Dönüp bakmak, yüzyıllardan süzülüp gelen bilgeliği kullanmak varken, kafanın dikine gitmek neden?

FİDANLARDA RENK RENK BAHAR

Pazarın girişindeki fidanları görmemle kasvet yerini sevince bırakıyor. Şimdi ekim zamanı ya, yer gök fidan. İster biber ek ister domat, ister mor salkım ister erengül. Sebzeden çiçeğe bin bir fidan, küçük naylon poşetlerde ekilmeyi bekliyor. Paşa gönlün bilir der gibiler, canın ne çekerse bahçene, ne isterse al.
Fidancıda biraz oyalandıktan sonra pazara, daha doğrusu ot cennetine giriyoruz. Gerçekten de önümüz arkamız, sağımız solumuz göz alabildiğine ot. Sandık sandık, tezgah tezgah, ot dolu pazar.
Cahil cesareti, her tezgahın önünde durup satılanın adını soruyor, dışarlıklı olmanın şımarıklığıyla hepsinden tadıyoruz: Turp otu kekre, hardal otu acı, nane yeminle on çeşit, kekik desen öyle. Bunlar bildiklerimiz. Bir de yöreye, daha doğrusu Ege’ye özgü olanlar var: Soyulup su dolu leğene konmuş şevketibostanlar, İstanbul’da bulunmayan yumruk büyüklüğünde enginarlar, arapsaçları, kayakorukları... Semizotunu boynu bükük, ebegümecini solgun yaprak, rezeneyi salkım saçak biliriz ya biz, yalan. Pazarda karşımıza çıkanların hepsinin başları dik, yaprakları diri, renkleri canlı...
Üstelik de üç paraya.
Elim kaşınıyor, nasıl alıp götürürüm hesabı yapıyorum ama olacak iş değil. Vazgeçiyorum.

BEĞENDİK ABİ’NİN ŞÖHRETİ

Peynir tezgahlarında tulum tada, zeytin tezgahlarından kırma çala bir saat geçirdikten sonra acıktığımızı fark ediyoruz. Hadi diyoruz şimdi tam vakti, gidip yemek yiyelim. Gideceğimiz yer belli: Urla’nın en iyi esnaf lokantası olduğu söylenen Beğendik Abi.
Tuhaf adlı lokanta eski Urla’nın göbeğinde, Arasta’nın yanı başında. Girer girmez, lambri duvarlara yapıştırılmış gazete kupürleri gözüme takılıyor. Oooo kimler gelip geçmemiş ki? Mehmet Yaşin, Ahmet Örs, Vedat Milor... Damak tadını bilen ve bu konuda kalem oynatan herkes yememiş içmemiş buraya, Handan Hanım’ın lokantasına gelmiş anlaşılan.
Girişin solundaki uzun tezgahta günün yemekleri sıralanıyor. Açgözlülük ediyor ve neredeyse sergilenen her yemekten bir porsiyon istiyoruz. Ana yemek olarak ciğer sarması, Urla Güveci, terbiyeli şevketibostan, iç pilavlı oğlak tandır atıştırmalık olarak iki çeşit ot ve mevsim salatası, yoğurtlu semizotu, ıspanak balığı, enginar dolması, alengirli adı olan ve mücvere benzer bir yöre yemeği, gene alengirli adı olan harika bir patlıcan, tam tamına on iki çeşit.
Bir tanesi bile ehh denecek türden olmaz mı yarabbi, hani şöyle bir çatal alıp bırakılan cinsten? Sofraya gelen her tabak o kadar leziz o kadar nefis ki, kelimenin tam anlamıyla hepsini silip süpürüyoruz. Üstüne de bir tane dışı incecik baklava yufkası içi tatlı lor, hafif mi hafif bir tatlı, çatlayacak hale geliyoruz.
Hesabı istediğimizde şaşkınlığımız daha da artıyor. Dört kişi bunca yemeye yetmiş lira ödüyoruz.

ZAMAN AHESTE AKIYOR

Şimdi Arasta’yı gezmeye geldi sıra...
Arka sokaklara girdikçe kasabanın ruhu da ortaya çıkıyor sanki. Meydanın sevimsizliğinin yerini kimi yenilenmiş kimi kaderine terk edilmiş taş konaklarıyla eskinin yaşanmışlığı alıyor. Ege demek ahestelik demektir ya, aheste aheste dar sokaklarda dolaşıyor ve kendimizi Necati Cumalı’nın müze olan evinde buluyoruz.
Büyük ve bakımlı bir bahçenin ortasında mütevazi bir taş ev. Minik bir salon, bir merdiven, küçük bir çalışma ve yatak odası. Yazarın birkaç kişisel eşyası bir vitrinde sergileniyor. Duvarlarda Nalınlar’dan Susuz Yaz’a kadar, sergilenmiş oyunlarının afişleri. Kitaplıkta kitap ve okul defterine yazdığı belli, bir düzine şiir taslağı. Koparılıp çerçevelenmiş bir sayfada inci gibi bir el yazısıyla yazılmış, mürekkebi ha uçtu ha uçacak bir şiire ilişiyor gözüm: Ah Urla viran Urla / Ömrümü yedin bitirdin, diye yazmış usta. Dışarıdaki bahara inat içime hüzün çöküyor.
Ertesi gün kalabalık bir grupla Can Ortabaş’ın çiftliğine gidene kadar ‘viran’ lafı peşimi bırakmayacak. Ne zaman ki Urla şarap bağlarıyla binbir çeşit süs bitkisi yetiştirilen arborotoriuma gideceğim, Urla’nın öteki yüzü gösterecek yüzünü.
Hüzün uçup gidecek.
Ama o mevzu haftaya.
Yazının Devamını Oku

14’e sevin 16’ya üzül 12’yi göreme

23 Nisan 2011
On gündür kulağımda bir uğuldama, arayanlara ‘başım çekül’ gibi diye yakınıyorum. Biri “tansiyonunu ölçtürdün mü” diye sordu. “Yoo” diyorum. O gamsız ‘Yoo’nun arkası şöyle geliyor: Olur mu diye azarlanma, eczanenin yolunu tutma, doktora görün tavsiyesi, Acıbadem Acil, iki kutu hap, haptan önce ölç yaz, haptan sonra ölç yaz, aç karnına ölç yaz, tok karnına ölç yaz, yatmadan ölç yaz, kalkınca ölç yaz...

Bu hafta ne yazacaksın diye soruyor Tansu telefonda...
Ne yazmamı bekliyorsun diyorum, bir haftadır sokağa çıktığım yok. Evde oturuyor, televizyon izliyor, nette dolaşıyor, gazeteleri okuyorum... İzlediklerim, okuduklarım içinde Allah için ‘life style’ denen türe uygun tek bir şey yok.
“Bu saydıklarından çıksa çıksa ‘hell style’ çıkar” diyor gülerek. “Gazete yerine roman okusan, televizyon yerine film izlesen, evde oturacağına Urla’ya gelsen o tansiyon gram kıpırdamazdı. İnat ettin gelmedin, şimdi ne yazacağım diye düşün bakalım...”
Umarım haklıdır... Tansiyon denen ve uzun yıllar sadece yaşlılarda görüldüğünü düşündüğüm meret benim ataletimden ötürü fırlamıştır.
Vah vahlı bir sesle bugün tansiyon, yarın siyatik diyorum.
“İkisinden de kurtulmanın yolu belli” diyor; “Gidip bir bilet alıyor ve atlayıp Urla’ya geliyorsun!”
Kapatıyor.

Yazının Devamını Oku