Figen Batur

Günün içinden

17 Eylül 2011
Mehtabın uykuya etkisi nedir? Zamane sineklerine nasıl boyun eğdim? İtalyan yakışıklıların sırrı neydi? Hangi pembe-mor rengi unutmamak için değil arı, akreplerin sokmasına bile razıyım? Tekmili bu 24 saatin içinde...

GECE
Ay büyürken uyuyamam

Eylül mehtabının tadını çıkarmak isteyenler için ışıkları vaktinden önce söndürülmüş kalenin burcuna asılı dolunaya bakarken aklıma çok sevdiğim bir kitap adı düşüyor: ‘Ay Büyürken Uyuyamam’...
Necati Cumalı’nın hangi uykusuz gecede mehtaba bakarken kitabı için bulduğu bu şahane adı tekrar ediyorum usul usul...
Ay... Büyürken... Uyuyamam...
“Peki küçülürken uyuyabilir miydin usta” diye soruyorum içimden.
Gözümün önünde kıpırtısız uzanan gümüş deniz bir anda ürperiyor.

Yazının Devamını Oku

Geçip giden yazın ardından

10 Eylül 2011
Eylül sevdalısı çok insan tanırım. Bense uzatmaları oynayan bir güz korkağıyım. Şimdiden gelecek yazların hayalini kurarken, birbirinin tıpkısının aynı geçen yaz günlerimi de hatırlarım

Göz açıp kapayana kadar geçip gitti koca yaz.Hazret bu yıl gelmekte geciktiğinden mi, bendeniz ucundan yetiştiğimden mi neden bilmem, geçen yazlara oranla daha kısa sürdü gibi geliyor bu yaz.
“Havalar serinlemedi, güneş desen yakıcı, bittiğini de nereden çıkardın” diyecek olursanız, günler kısalmaya yüz tuttu ya, ufukta tek tük de olsa kara bulutlar belirmeye başladı ya, yaz bitmiştir benim için...
Bu da eşittir elde var hüzün.
Bir arkadaşım, aklımdan geçenleri bilirmiş gibi “Kim demiş, Eylül ‘hüzün’ demek diye” yazmış yolladığı mektupta.
“Gelecek baharların habercisidir Eylül” demiş, “pek severim” diye eklemiş.
Onun gibi Eylül sevdalısı çok insan tanırım.
Benim gibi güz korkağı çok insan tanıdığım gibi. Uzatmaları oynayan... Şimdiden gelecek yazların hayalini kuran...

Yazının Devamını Oku

Kavrulan Bodrum’dan soğuk Londra anıları

30 Temmuz 2011
Hava kırk derece. Yaprak kımıldamıyor ve üç gündür sadece balıkları değil, insanları da kıyıya vuran lodosla boğuşmakta herkes. Diğerlerinden farkım, yazmaya hem de Londra gibi soğuk ve gri günleri yazmaya çabalamam Gazete ekleri 33 kısım tekmili birden yazıya dar geldiklerinden, geçen haftadan devam. Peki geçen hafta noktayı nasıl koymuşum? Outset demiş bırakmışım, gezici lokanta demiş bırakmışım, Tate’deki Miro sergisini haniyse Miro’yu Miro kadar iyi tanıyan İngiliz küratörle gezişimiz demiş, bırakmışım. Ve muhtemelen yazıyı bitirip denize koşmanın heyecanıyla gelecek haftanın gelmesine daha çook var, heyecanı da ayrıntısı da nasılsa aklımda mıh, sonra yazarım demiş ve tek satır yazmamışım.
Gelecek hafta geldi işte... Geldi de, benim Londra seferimin üzerinden de neresinden baksan üç koca hafta geçti. Dakika dediğin bile bazen göz açıp kapayana kadar geçen bazen de bitmek bilmeyen bir zaman dilimi oysa. Şaka değil, üç koca hafta./images/100/0x0/55ea1d96f018fbb8f86c2eab
Coğrafya değişti, iklim değişti, yüzler değişti, gündem değişti! Yemekler, bir açılan bir kapatılan şemsiyeler, bir giyilip bir çıkartılan kazaklar, toplantılar, koşa koşa gidilip dönülen sergiler, alel acele alınan notlar, unutmam sandığın imgeler... Hepsi silik bir hayal şimdi. Tozlu bir bodrum katında aranmak gibi.
Bodrum’dayım. Hava kırk derece, üstü var altı yok. Yaprak kımıldamıyor ve üç gündür sadece balıkları değil insanları da kıyıya vuran lodosla boğuşmakta herkes. Benim de durumum bu... Diğerlerinden farkım, yazmaya hem de Londra gibi soğuk ve gri günleri yazmaya çabalamam.
Baktım olmuyor, burnuna begonvil dalları değen masandan kalk ve yağmuru hatırlamak için önce duşa, soğuğu hatırlamak için de klima serini odana gir ey gafil, diyorum kendi kendime.. Gözlerini kapa ve hatırla!

MEĞER MİRO PEK POLİTİKMİŞ

İşe yaradı: Önce Tate...
Miro’dan hafiften fenalık gelmişti aslında. Sevmediğimden değil ama üst üste ha bire Miro sergisi gezmiş olmaktan. Londra Meridien’cilerin hazırladığı programda Tate’te Miro sergisinin de gezileceğini öğrendiğimde ne yalan yüzümü ekşittim. Kalktık müzenin açılışına bir-iki saat kala Tate’in kapısına dayandık. Bizi kapıda dirsek kısımları deri kaplı, ceketi ve church ayakkabılarıyla dünyanın neresinde görürseniz görün ‘işte bir İngiliz’ diyeceğiniz ince uzun bir adam karşıladı. Ve sergiyi gezdirmeye başladı.
İlk resim, ressamın çocukluğunu geçirdiği çiftlik evi. Gerçeküstü akımının ortaya çıktığı dönem. Miro Paris’e gitmiş ve sonraları dünyayı sarsacak akımın da etkisiyle tuvalin başına oturup boyamaya başlamış. Buraya kadar Miro’yu biraz olsun tanıyanlar için anlaşılmayacak bir şey yok. Ne zaman ki İngiliz, koyu Londra şivesiyle evin damında sallanan Katalan bayrağını gösterip “lütfen renklerine dikkat edin” diyor; sarı ve kırmızının yani Katalan ruhunun simgesi iki rengin, ressamın neredeyse her tablosunda yer aldığını söylüyor, işin rengi değişiyor... Sergiyi bir tablodan diğerine yavaş yavaş dolaşırken, dönemin siyasi olaylarına, örneğin İspanya iç savaşına tavır almamakla eleştirilmiş sanatçının aslında ciddi bir muhalif olduğu çıkıyor ortaya. Serginin teması, tam da bu zaten. İki saatlik tur sona erdiğinde, nevi şahsına münhasır bu Katalan ressamı ilk kez kavradığımı düşünüyorum. Nereyi gezersen gez, bir bilenle gez dememişler boşuna, haklılar!

SAHA, SAHAYA BİENAL’DE ÇIKACAK

Gelelim Outset’e: Önce anlamakta zorlandım açıkçası.. Neydi Le Meridien’cilerin ağızlarından düşürmedikleri ve övünerek en büyük destekçilerinden olduklarını söyledikleri bu Outset? Tate Modern ve Londra’nın en afili çağdaş sanat fuarı Frieze ile bağlantısı ne? Candida Gertler ile tanışıncaya kadar da anlamadım zaten...
Candida, on küsur yıl önce bağımsız bir platform olduğunu söylediği Outset’i evinin oturma odasında kurmuş iyi mi Koleksiyonerler, sanatseverler ve profesyonellerden oluşan 100 kişilik bir grupmuş Outset. 30’u her yıl beşer bin pound bağış yapıyor ve para Tate Modern’e veriliyormuş. Müze de bu parayla daimi koleksiyonuna katmak istediği bir sanatçının eserini alıp sergiliyormuş. Hangi sanatçının eserinin alınacağına karışmıyormuş Outset’çiler. Onlar sadece müzeye ve müze aracılığıyla da genç sanatçılara destek veriyorlarmış.
Candida ve Tate Modern yöneticileriyle yemek yediğimiz o akşam 17 yıldır Londra’da yaşadığını öğrendiğim Berna Tuğlular ve eşiyle de tanışma fırsatı buldum. Dokuz arkadaşıyla çağdaş Türk sanatını desteklemek ve dünyaya tanıtmak amacıyla benzer bir vakıf kurmuş meğer. SAHA adını verdikleri ve Outset’in Türkiye ayağını oluşturacak vakıf, tıpkı Londralı benzeri gibi karşılık beklemeksizin çağdaş sanata yatırım yapan bağımsız bir kuruluş olacakmış. Yabancı ve Türk küratörlerin seçtiği genç sanatçıları aynı yolla destekleyeceklermiş. Tek farkı sanatçıları yurt dışında tanıtacak olması. SAHA’nın sahaya çıkması için en uygun tarihin İstanbul Bieanali olduğuna karar vermiş ve basın açıklamasını o tarihte yapmayı kararlaştırmışlar.
Böyle insanlarla tanıştıkça Çetin Altan’ın o ünlü ‘Enseyi Karartmayın’ı sözü geliyor aklıma.
Beş Avusturyalı gencin her şehirde bir mekanı düzenleyerek kurdukları gezici lokantayı anlatmaya gene yer kalmadı işte... Londra’nın doğusundaki bir garajın çatısını açıp, sadece sevdikleri ve güvendikleri üreticilerden aldıkları ürünlerle yaptıkları yemekler bir paragraftan daha fazlasını hak ediyor zaten.. Londra’nın ünlü musluk suyunu servis ederek başladıkları on yedi tabaktan oluşan mönü başlı başına bir yazı.
Yazarım yazmam, o ayrı...
Yazının Devamını Oku

Resepsiyonda 3D Boğaz enstalasyonu

23 Temmuz 2011
Le Meridien otellerinin son halkası 2011 bitmeden İstanbul’da açılacak. Otelin kapısından adım atanları üç boyutlu bir İstanbul Boğazı enstalasyonu karşılayacak. Bütün dünyada çağdaş sanatı destekleyen zincirin küresel marka müdürü Eva Ziegler “İstanbul Meridien gözbebeğimiz” diyor El kadar valizi hazırlamaya başlamadan hava durumuna bir göz atayım diyorum ki, o da ne? Gündüz 18, gece 12 ve gök gürültülü sağanak vermiyor mu? Hem de orada kalacağımız iki gün boyunca! Tam yaz geldi derken koşa koşa kışa gitmek diye buna derim işte...
Yüzümden düşen bin parça, nereden çıktı şimdi bu Londra diye söylene söylene yağmurluğu kaldırdığım dolaba yollanıyorum.
Bir bahane bulsam çark edeceğim ama yapamam. Davet sahibi belli: Dostun hası, arkadaşın eskisi... Nedeniyse 2011 bitmeden son halkası İstanbul’da açılacak olan Le Meridien oteli.
İki saatlik tavşan uykusundan sonra sabahın kör vakti havaalanına gittiğimde kafilenin geri kalanını salonda oturmuş, bencileyin gözde çapak, kahvelerini yudumlarken buluyorum. Bir tek Feride’nin içine cin kaçmış gibi. Bodrum’dan kalkıp gelen iki Ayşe’nin, Vatan’dan Aydın ve Sabah’tan Ferhangil’in durumu benden de beter: Sabahın üçünde yola koyulmuş beşteki uçağa yetişmişler. Bir-iki hoşbeşten sonra Feride’ye dönüp “Meridien’cilerin işi tok ağırlamak gibi zor” diyorum, ”Millet gider Mersin’e biz gideriz tersine misali onlar yaza gelirken biz seni kıramadığımız için kışa gidiyoruz. Mavi Ege yerine gri Londra. Üstelik insana nefes aldırmayan yüklü bir program eşliğinde ve de sadece 48 saatliğine...”
“Şikayeti kes” diyor; “Bak göreceksin bu geziye geldin diye en çok sen sevineceksin!”/images/100/0x0/55eb3021f018fbb8f8b10b00
Her zamanki gibi haklı çıkıyor.

SANAT DOLU BİR 48 SAAT

Ne 48 saatti ama! Nefes nefese, sanatla yatıp sanatla kalktığımız, ne yağan yağmura ne tokat gibi rüzgara aldırdığımız ve en hoşu da başka türlü asla tanıma fırsatı bulamayacağımız harika insanlarla tanışma fırsatı yakaladığımız bir 48 saat... Yaşamak iyi de yazmak o kadar kolay değil. Nereden başlamalı ki anlatmaya?
“Le Meridien, bildiğimiz büyük otel zinciri değil mi, otel davetinde sanatla yatıp kalkmak da ne ola” diye soracak olursanız, günümüzde otellerin artık bakanlıkların verdikleri yıldızlarla değil farklı alanlara yaptıkları yatırımlarla kendilerini diğerlerinden ayırdıklarını, Le Meridien’nin farkının da çağdaş sanata yaptığı yatırım olduğunu söylerim. Davet, otelin bu özelliğinin altını çizmek için olduğundan 48 saatlik program da çağdaş sanat çevresinde oluşturulmuş.
Picaddilly’deki otele adım attığımız andan dönüş saatine kadar dur durak bilmeksizin o galeriden bu galeriye, Tate Modern’de sergi gezmekten Outset’in kurucularıyla garajdan dönüştürülmüş geçici lokantada yediğimiz akşam yemeğine kadar, sanat sanat sanat...
Otele girdiğimiz anda bizi bekleyen Meridien’ciler arasında uzun boylu, alımlı ve fena halde şık bir kadın elini uzatıp “Ben Eva, hoş geldiniz” diyor. O kadar şık bir kolye ve bilezik takmış ki, gözümü onlardan alıp kulağımı açamıyorum. Eva, Eva da kim? Ve de kendisi ne iş yapar? Duyamadım işte... Odama çıkar çıkmaz gözlüklerimi takıp verdiği karta bakıyorum: Eva Ziegler yazıyor. Altında da Global Brand Manager.. Vay vay vay...
Odalarımıza yerleştikten sonra katıldığımız öğle yemeğinde Eva bize Meridien’lerin sanatla nasıl bir ilişkisi olduğunu açıklayan bir konuşma yapıyor. Bilindiği gibi Le Meridien otelleri Concorde uçaklarının lansmanı sırasında Air France tarafından kurulmuş bir Fransız zinciri. Fransızlar Atlantik’in iki yakasını üç saat gibi kısa sürede alan kanca burun uçaklarını dünyaya tanıtırken “Fransız şıklığının simgesi sayılacak bir otel zinciri de kuralım” demiş ve Meridien’leri açmışlar. Gel zaman git zaman, kanca burun piste çakılıp üretim durdurulunca Meridien’lerin de hafiften modası geçmiş ve otel dünyanın en afili otellerini bünyesinde toplayan Starwoods şirketi tarafından alınmış. Eva’nın devreye girmesi işte o zaman.

SANS ÖNCÜLÜĞÜNDE 100 KİŞİLİK EKİP

“Çok düşündük, uzun toplantılar yaptık ve sonunda otelin ayırıcı özelliğinin çağdaş sanatı destelemek olmasına; dünyanın dört bir yanındaki Meridien’lerin de bu anlayışla yenilenmesine karar verdik” diyor Eva. Bu karara vardıktan sonra çağdaş sanat dendiğinde milletin önünde ceket iliklediği ünlü kuratör Jerome Sans ile çalışmaya başlamış ve onun önderliğinde aralarında film yapımcıları, tasarımcılar, yazarlar, müzisyenler, şefler bulunan 100 kişilik yaratıcı bir ekip kurmuşlar. “Her Meridien, bulunduğu şehrin ruhuna uygun olarak yenilendi, yeni açılanlar da tamamen bu anlayışla düzenlendi” diye anlatmaya devam ediyor. Aklımıza hemen İstanbul’da açılacağın nasıl olacağı sorusu takılıyor elbette...
Ser verip sır vermek istemez bir edayla “Renginden kokusuna, girişinden odalarına, mutfağından duvarlarında eserlerini sergileyeceğimiz genç sanatçılara kadar İstanbul’u yaşatacak bir otel olacağına emin olun” diyor, gülümseyerek. Kapısından adım atanların üç boyutlu bir İstanbul Boğazı enstalasyonuyla karşılaşacakları bilgisi dışında fazla ayrıntı vermiyor. “İstanbul Meridien bizim gözbebeğimiz” diye devam ediyor konuşmasına. “O kadar özeniyor, o kadar özeniyoruz ki gelenlerin, görenlerin, kalanların nefeslerini kesmek istiyoruz” diye lafını noktalıyor.
Anlattıkları arasında ilgimi çeken, otelin çağdaş sanatı destekleme biçimi... Eser satın alan ve sergileyen bir sürü otel var aslında. Bu yeni bir şey değil. İstanbul’da en az üç otel biliyorum böyle. Le Meridien’in yaptığı genç sanatçıların eserlerini alıp sergilemek, otelin dekorunda kullanılan bütün unsurların sanatçılar elinden çıkmasına özen göstermek değil sadece. Tate Modern gibi İngiltere’nin ünlü modern sanat müzesinin en büyük destekçisi mesela. Otellerinde kullanmak ya da koleksiyonlarını genişletmek adına vermiyorlar bu desteği. Karşılık beklemeden çağdaş sanatın dünyadaki gelişimine katkıda bulunuyorlar.
Eva konuşmasını bitirdiğinde “Farklılık işte böyle yaratılır” diye aklımdan geçiriyorum. Hep bana hop banayla yaratılmaz.
Öyle olursa da kısır olur. Otel sahibinin sanat anlayışı neyse onunla sınırlı kalır. Hep birlikte kalkıyor ve Outset’in desteklediği, Türk sanatçıların da olduğu küçük bir sanat merkezini gezmek üzere yola koyuluyoruz. Outset ne mi?
Yerimiz bitti...
Tate Modern’deki Miro sergisini nasıl gezdiğimiz ve de en önemlisi, gezici lokantada Outset kurucuları ve Tate yöneticileriyle yediğimiz akşam yemeği haftaya...
Yazının Devamını Oku

Sanat eseri gibi bir müze Maxxi

9 Temmuz 2011
Yılın bu mevsiminde turist kaynayan Roma’da yapılacak en akıllı iş; rehber güzergahının dışına çıkmak ve Zaha Hadid imzalı Çağdaş Sanatlar Müzesi MAXXI’yi görmek. Zira müze binasının bizzatihi kendisi bir sanat eseri

Roma’da kaldığım dört gün sadece düğün şenlikleriyle geçmedi elbette. Her gidişimde yüzüme şapşal bir gülümseme yerleşmesine neden olan şehri de fırsat buldukça turladım.
Yılın bu mevsiminde turist kaynıyor Roma. Sadece tarihi eserler değil, turist yığılmasından nasibini alanlar: Dondurmacı dükkanlarının önü, kahvelerin terasları, lokantaların bahçeleri ve otellerin manzaralı köşeleri de istilaya uğramış.  Yapılacak en akıllı işin,
rehber güzergahının dışına çıkarak Zaha Hadid imzalı Çağdaş Sanatlar Müzesi MAXXI’ye gitmek olduğunu düşünüyorum. Müzedir serindir, sanattır iyi gelir. Günlerden pazar, hava 40 derece ve vakit siesta saati.
Piazza Poppolo’dan kalkan tramvaya binip Olimpiyat köyünün olduğu yerde ineceğim. Sonrası şansa kalmış. Olur da yolda birine rastlarsam, müzenin yerini sorarım. Olmadı yana şaşıla, dolaşa kaybola bulurum. “Tramvay biletleri gazete bayilerinde satılıyor”, diyor kem küm İtalyancamla elindeki bileti nereden aldığını sorduğum başka bir tramvay bekleyeni...
 Ahlaya poflaya gösterdiği yere gidiyorum ki, kapı duvar. Otele dönecek halim olmadığına göre, tek yol kaçak binmek. Gençlik günlerimde tek bilet almadan yıl geçirdiğim ve bir kez bile enselenmediğim Paris Metrosu’ndaki şans perimin yanımda olmasını dileyerek ilk tramvaya atlıyorum.

KİBİRLİ MİMARIN ESERİ

Haritada işaretli yığınla binadan ara ki müzenin adını bulasın. Oysa şehrin bu yeni gözdesinin tanıtımı her yerde. Tramvayda ense kökünden başlayan dövmesine bakıp, olsa olsa benim gibi müzeye gidiyordur dediğim genç bir adama işaret diliyle karışık İtalyancamla hangi durakta inmem gerektiğini soruyor ve ‘beni izleyin’ anlamında el hareketi yapmasıyla rahatlıyorum. Son durakta indiğimizde dövmeli solumda kalan sokağı gösteriyor ve dövmeyle müzenin ilişkisi olmadığını kanıtlarcasına, başka yere gidiyor. Buraya kadar geldik ya, buna da şükür! Mille Grazie!

Yazının Devamını Oku

Şimdi tek arzum evlenmektir kararım lakin münasip bir düğün nasıl yapayım

2 Temmuz 2011
Amerikan romantik komedilerinin evlenmeyi düşünen gençler üstündeki etkilerinin sanılandan daha ileri boyutta olduğunu düşünenlerdenim. Bir süre önce bir arkadaşım, oğlunun uzun süredir birlikte olduğu sevgilisine evlilik teklif etmeyi planladığını söylemişti. Onlar muratlarına erdi, bizler kerevetlerine çıktık daaaaa... Yaz, diyor arkadaşım, 17-19 Haziran arası Roma’dayız...
İşin ucunda Roma olunca genellikle nedenini niyesini sormam ama şeytan dürtüyor, “Hayrola” diyecek oluyorum.
Çocuklar evlenmeye karar verdiler diyor, cevap olarak.
Konuşmanın bundan sonrası tahmin edeceğiniz gibi “ayyy!”lar, “demeee”ler, “nasıl sevindim bilemezsin”lerle sürüp gidiyor.
Karşılıklı mutluluk gözyaşları akıttıktan sonra telefonu kapatıyoruz.
O gün öyle geçiyor.
Ertesi gün coşkunun yerini gerçeklik duygusu almış olmalı ki, tamam iyi de şunun şurasında düğüne iki aydan kısa süre var diye dertlenmeye başlıyorum. Arkadaşımı tanırım. Mükemmeliyetçinin önde gidenidir. Düğün dediğin de bin bir ayrıntısıyla adamı canından bezdiren zahmetli bir iş olduğuna göre, nasıl olacak da arka bahçende yapsan bile aksaklık çıkmadan geçmeyen düğün, hem dört dörtlük olacak hem de uzaktan kumandayla kotarılacak?
Kotarıldı. Hem de nasıl kotarıldı! Onlar muratlarına erdi bizler kerevetlerine çıktık daaaaa... Kolay iş değil./images/100/0x0/55ea9ef6f018fbb8f88bf600
Hiç değil.
Araştırılsa Amerikan romantik komedilerinin evlenmeyi düşünen gençler üstündeki etkilerinin sanılandan daha ileri boyutta olduğunu düşünenlerdenim ben... Çok değil bundan bir süre önce başka bir arkadaşım, oğlunun uzun süredir birlikte olduğu sevgilisine evlilik teklif etmeyi planladığını ama bunu nasıl ve nerede yapmayı bilmediği için kıvrandığını söylemişti. Salonu mumlarla mı donatsın, dolunayı mı beklesin, diz çöküp cebinden bir yüzük kutusu mu çıkarsın kafası karışık demişti.
Gerçekten de gençler arasında nasıl evlenileceği öyle önem kazanmış görünüyor ki, evlilik gibi zorlu bir akitten daha çok düğün üzerine kafa patlatıyorlar sanki.
Özellikle de genç kızlar düğünleri söz konusu olduğunda yapılacaklar listesinin ilk maddesi olan ‘nerede yapılacak’ı öyle umursuyorlar ki hayalleri sınır tanımıyor. Ve yurtdışında yapılan düğünler gitgide yaygınlaşıyor.
Hayaller, önce birkaç yakın arkadaş ve ailenin katılacağı küçük bir tören diye başlasa da sonuç gelip orta ölçekli bir davete dayanıyor, orası kesin.

GÖRKEMLİ BORGES ŞATOSU

Bir kez karar verildiği ve uzun uzadıya beklemeye iki tarafın tahammülü olmadığı için de en kısa sürede gerçekleşsin isteniyor: Önce bir şehir saptanıyor sonra bir tarih.
Son olarak da alınan karar şerh düşülmeme koşuluyla ailelere bildiriliyor.
Sonrası benim mükemmeliyetçi arkadaşım kadar becerikli değilseniz eğer, yeminle tufan!
Yok onun gibiyseniz eğer, kesinlikle masal.
Tamam da ne yaptı diye soracak olursanız...
Bilet, konaklama, ulaşım işlerini uzun yıllardır çalıştığı bir acenteye teslim etti önce. Teslim lafı onun için ne kadar mümkünse, o kadar...
Düğün için önerilen yerleri görmek için işinin gücünün arasında kalkıp üç kez Roma’ya gitti.
Herkes aynı otelde kalsın eğlensin kaynaşsın istediği ama yılın bu vaktinde Roma gibi turistik bir şehirde 120 kişiye aynı otelde yer bulmak imkansız olduğu halde, ne yaptı ne etti deveye hendek atlatıp yıldızı bol otellerden birinde yer ayarladı.
Bürokratik engelleri aştı.
Hotel de Russie’nin bahçesinde küçük bir evlilik öncesi tören, otelin havuzlu terasında düğün sonrası kahvaltı yapılmasına aklı yattı yatmasına da düğün nerede yapılacak diye günlerce uykusu kaçtı.
Sonunda buldu...
Yılda olsa olsa bir-iki davet için kiralanan ve ünlü Borgese ailesinden prenseslerden birinin Roma yakınlarındaki muhteşem şatosunu kiralamayı başardı.
Düğünün şatonun arka bahçesinde başlamasına ve burada arp çalınmasına karar verip harika bir arp sanatçısıyla kısa bir müzik şöleni için anlaştı.
Yemek şatonun kış bahçesinde yenecekti, tamamdı da yemekleri kim yapacaktı? Şato sadece mekanı kiralıyor başka hiçbir şeye karışmıyordu...
Arandı tarandı iyi bir katering firması bulundu, mönü hazırlandı, tadıldı. Yemek tamamdı, şaraplar seçilmiş yemek sonrası sunulacak içkiler belirlenmişti peki ama; çevre düzenlemisini kim yapacaktı? Roma kazan bizimki kepçe, gitti bu işi en iyi yapan firmalardan biriyle anlaştı.

HERKESE ÖZEL DANS AYAKKABISI

Ya müzik? Ya fotoğraf? Ya video?
Türkiye’den gelmelerine karar verdi, olur da terslik olursa diye İtalyan bir ekip daha buldu.
Peki ya dans? Topuklu ayakkabılarla Ortaçağ şatosunun zeminini bir arada düşünemediği için düğün öncesi herkesin odasına dans ayakkabıları ve yanlarında getirsinler diye üzerlerine kendi adları yazan işlemeli torbalar bıraktı..
Davetiyeleri, kimin hangi masada oturacağını gösteren kartları giderken alalım diye masalara bırakılan şeker kutularını saymıyorum bile... Olur da saçlarını yaptırtmak isteyen olursa diye kuaför ayarlamasını, makyaj yaptırtmak isteyen olursa diye makyöz bulmasını da anlatmıyorum.
Bunlar benim gözlemlediğim ayrıntılar... Varın gerisini siz düşünün!
Böyle düğünler biz davetliler için olsa olsa nimettir. Cennet gibi bir mekanda masal gibi bir düğüne katılır ve olağanüstü zaman geçiririz. Bizim için harika olan o zaman dilimi çoğu zaman düğün sahipleri için külfete dönüşür. Gelinle damat da dahil olma üzere, düğün öncesi o kadar yorulunur o kadar yorulunur ki eğlenmeye kimsenin mecali kalmaz.
Bir de Roma’da katıldığım düğün gibi düğünler var. Aksaklık olur ama fark edilmez, yorgunluk olur ama hissedilmez cinsinden.
Koca akşamın müthiş bir ahenk ve şıklık içinde akıp gittiği ve davetlilerle birlikte düğün sahiplerinin de gün ağarana kadar eğlenmeye devam ettiği...
Gene de böyle bir düğüne karar vermeden iki kere düşünmek lazım.
Para pul yetmez, mutlaka ama mutlaka becerikli olmak da lazım derim.
Onlar ersin muradına. Darısı diğerlerinin başına!
Yazının Devamını Oku

Düğünden düğüne koşarken

25 Haziran 2011
Bizim zamanımızda gençler ailelerinin gönlü olsun diye düğün yapardı. Şimdikiler bu işi epey ciddiye alıyor ama genellikle sakınan göze çöp batıyor Yaz geldi, hoş geldi sefalar getirdi.
Tek başına gelmedi, çıkınında düğünlerle geldi. Yaz ayları düğün ayları olup çıktığından beri bu böyle...
Gerçekten de gençler arasında yaz düğünleri o kadar revaçta ki, haziran-eylül arası o kadar çok düğün yapılıyor ki, insan hepsine gitmeye kalksa koca yazı bir düğünden diğerine sekerek geçirebilir.
Bizim gençliğimizde biraz da dönem gereği, genç yaşta evlenmek modaydı.. Üniversite biter bitmez, hatta çoğu zaman bitmeden aşık olup evlenmeye kalkılır, kırmızı panjurlu ev hayalleri kurulur ama kimsenin aklına düğün yapmak gelmezdi. Kimseden kastım gençler...
Düğün daha çok ailelerin dayattığı bir mecburiyetti ve mümkünse bulaşmamak en iyisiydi. Nikah salonunda iki şahit, birkaç yakın arkadaş ve aile fertlerinin katılacağı küçük bir tören yeter de artardı bile. Gençlerin isteği bu olsa da, kimi aileler mürüvvetlerini görmek istedikleri evlatları için düğün yapmakta direnirdi. Yaparlardı da: Şehrin büyük otellerinden birinin balo salonu kiralanır, gelin tarafı da damat tarafı da uzak akrabadan iş arkadaşına davetli listeleri hazırlanır, /images/100/0x0/55ea99d7f018fbb8f88a9f85öngörülen yemekli bir düğünse, ortasında olsa olsa küçük bir vazo çiçek duran masalar hazırlatılır, kokteyl olsun denmişse yurt dışından gelenlere viski ısmarlanır, bu arada gelinlik damatlık faslı tamamlanır, davetiye bastırılır, düğün gecesi gelip çattığında da aile fertleri kapıya dizilip, gelenlere ‘hoş geldiniz’ derdi.
Gelinle damat salona komparsitayla girip üstünkörü bir dans eder, pistten inmeleriyle de eller uyuşup yanaklar kızarana dek o masa senin bu masa benim dolaşır, herkesle tokalaşır ve yakınlar tarafından ‘bir yastıkta kocama’ temennisiyle öpülüp mıncıklanırlardı. Dolaşma faslı ışıkların kararmasıyla biterdi. Işıkların kararması pasta geliyor demekti ve bu iyiye işaretti. Pasta kesildikten sonra çok sürmez, düğün de biterdi...
Ailelerin mürüvvet dedikleri buydu işte.
Duvağına basıla basıla saçı yolunan gelinle aç karnına bir-iki kadeh yuvarladığı için midesi bulanan damat aynı otelde ayırtılan odalarına çıkar, üstlerini başlarını parçalayarak çıkarır, kendilerini yatağa atar ve mışıl mışıl uyurdu.
Gençlerin düğün gecesinden anladıkları da bu.

PERİ MASALI HAYALLERİ

Şimdi öyle mi ya? Yarım paragrafta anlatılacak bir şey mi şimdi düğün? Ne mümkün.
Uzun çok uzun bir süre alıyor hazırlıklar. Bu süre şen şakrak geçse neyse de, genellikle öyle olmuyor. Yorgunluktan mı, genç kızların düğün işine fena halde kafalarını takmalarından mı neden bilmem, genellikle gergin hatta hırlı gürlü geçiyor.
Gençler sinirli, anneler perişan, babalar helak... Ne o düğün yapılacak!
Akıllara durgunluk verecek, peri masallarını aratmayacak, dillerden düşmeyecek, mührünü son yılların en iyi düğünlerini arasına yazdıracak kadar özel ve güzel bir törenle evlenilecek ya, çırpınan çırpınana...
Peki ne oluyor sonunda? Sakınılan göze çöp batıyor.
Özenip bezenilen, aylar boyu hazırlanıp en ince ayrıntısına kafa yorulan düğünler; kazasız belasız bitsin de nasıl geçerse geçsin, denilen törenlere dönüşüyor çoğunlukla.
Bitsin... Sonra da hacı hacıyı Şam’da görsün.
Peki hepsi mi böyle, istisnası yok mu diyecek olursanız, var. Elbette var.
Bu yazıyı da rüya gibi bir düğün ertesinde Roma’dan yazıyorum zaten.
Cem ile Yıldız’ın düğünün ardından.
Şimdi yurt dışında evlenmek isteyen gençler olduğunu biliyorum, o yüzden bu istisnai düğünün ayrıntılarını haftaya bırakıyorum. Fotoğraflar elime geçsin diye. Anlatmak yetmez, görün de diye.

SADESİNİ Mİ İSTERSİNİZ GÜNGÖRMÜŞÜNÜ MÜ

Düğünler de çeşit çeşit: Temalısı, kırda yapılanı, şahitlerden biri valiyse diğeri belediye başkanı olanı, mecburen gidilen ve zerre eğlenilmeyeni, farklı olmak isterken acayip olanı, şaşaalısı, sadesi, tumturaklısı, hoppası, gün örmüşü, görmemişi, deniz altında kıyılanı, gökyüzünde kutlananı, sınır içinde kalanı sınır dışına taşanı. Saymakla bitmez...
Evliler kendi düğünleriyle karşılaştırıyor, evlenme hayali kuranlar ayrıntılara dikkat kesiliyor, beğenmediklerinin üzerini çizip beğendiklerini günü geldiğinde kullanmak üzere akıllarının bir köşesine yazıyorlar. Gelinlik iyi, duvak muhteşem, gelin çiçeği harika, nereden aldı acaba gibi sorular davetiyenin ucundaki kıvrımdan başlayıp müzik seçimine, düğün pastasından masa mumuna uzayıp gidiyor.
Yazının Devamını Oku

Gülümseten uçan vazolar

18 Haziran 2011
Nişantaşı Haaz’da dünyanın çeşitli yerlerinden nesneler, kitaplar, tasarımlar sergileniyor. Alt katta biraz oyalandım sonra üst kata çıktım. Uçuşan airvase’lerle yapılan enstalasyonu görmemle yerime çakılmam bir oldu Kelebekler gibi değil mi, diyorum benim gibi şaşkın bakışlarla uçuşan vazolara bakan genç kadına. “Bilmem. Hiç öyle düşünmemiştim. Neden?” diyor. “Nasıl ki uçuşan kelebeklere bakan insanların yüzünde önce hayranlıkla şaşkınlık arası bir ifade belirir, sonra da çocuklara özgü saf bir gülümseme kaplar; bu vazolar da tıpkı kelebekler gibi öyle güzel, öyle hafif öyle biricikler ki bakanların yüzlerinde de benzer bir ifade beliriyor” diyorum.
Lafımı noktalamadan merdivenlerden üst kata çıkan ayak seslerini duyuyoruz. Sözleşmiş gibi susuyor ve dikkat kesiliyoruz.
Bakalım dediğim gibi mi olacak? Elinde alışveriş torbalarıyla başka bir genç bir kadın beliriyor: Duraklıyor, başını kaldırıp havada süzülen vazolara bakmaya başlıyor. Kaşlarını kaldırıyor, gözlerini açıyor... Ve bingooo!/images/100/0x0/55eb5819f018fbb8f8bb33c8
Yüzüne kocaman çocuksu bir gülümseme yayılıyor. Haklıymışsınız, der gibi başını sallıyor öteki.
Sonra ikimiz de havaya bakmayı bırakıp masanın üzerindeki vazoları incelemeye başlıyoruz. O andan itibaren teşbih de sohbet de bitiyor. Hangisini alsam telaşı galebe çalıyor.

JAPONLARIN SİHİRLİ DOKUNUŞU

Tokyo’ya gitmeden ilk kez göreceğim şehri çözmeme yardım edecek ipuçlarını biraz olsun edinmek için ülkeyi iyi tanıdığını düşündüğüm Özlem Avcıoğlu’na gitmiş, adresler istemiştim. Özlem şehri bir mimari ve tasarım harikası olarak tanımlıyor ve 35 milyonluk Tokyo’yu neredeyse bina bina biliyordu. O güne dek tanımadığım bugünse en iyiler listemde rahatlıkla sayacağım onlarca mimar ve tasarımcıyı işte estetik duygusu yüksek bu arkadaşım sayesinde tanıdım.
Eşiğinden adım attığım her sefer içimden kuşlar havalandıran Sun Plaza’nın bodrum katında, bir bölümü dünya çapında tasarımcıların imzalarını taşıyan ürünlerin sergilendiği, diğer bölümü başını kaşımaya fırsat bulamayan çalışanlarıyla dolu bürosunda, tanıyıp tanıyacağım en dikkatli, en rikkatli, en mütevazı ve kuşkusuz en zevkli insanlardan Murat Patavi ile konuşurken, laf dönüp dolaşmış Japon sanatçılara özgü ‘sihirli dokunuşa’ dayanmıştı. Murat, tasarım denilen şeyin cetvelle çizilen kedi resmi gibi zor zanaat olduğunu söylemişti o gün. Ona göre bir tasarımı biricik ve zamansız kılan tam da buydu.

NE SIKINTI NE KASAVET

Sonra bu iki arkadaş birlikte çalışmaya karar verdiler. Ve Nişantaşı Işık Lisesi’nin tam arkasındaki sokağa taşıdıkları Haaz’da derledikleri nesne, kitap ve /images/100/0x0/55eb5819f018fbb8f8bb33cakeşfettikleri sanatçıların eserlerini sergilemeye başladılar. Uçuşan vazolarla karşılaşmaları da böyle olmuş. Milano’da fuar gezerken karşılarına çıkmış Torafu Architecs üretimi airvase’lar. Hemen Koichi Suzuno ve Shinya Kamuro ile tanışmış ve fuarın gözdesi ikiliyi İstanbul Haaz’a davet etmişler.
Ciğerimin söküldüğü bir gün, Amerikan Hastanesi’nden çıkıp nereye gideceğimi bilemeden yürürken, baktım karşımda Haaz. Girdim. Günün o saatinde ne Özlem orada ne Murat. Basit, hafif, iğne oyası ve o meşhur sihirli dokunuşa haiz uçuşan airvase’lerle yapılan enstalasyonu görmemle yerime çakılmam bir oldu.
Ne sıkıntı ne kasavet kaldı. Yüzüme aptal bir gülümseme yayıldı.

DİP VE ÖNEMLİ NOTLAR

* Sergi siz okuduğunuzda gitti biri kaldı ikisi hepi topu üç haftalığına. Ve elbet Haaz’da.
* Tasarımcılarını anlatmaya kalksam yazıya yer kalmaz. İkisi de genç, fazlasıyla genç... İkisi de Japonya’nın en iyi üniversitelerinden mezun, ikisi de yetenekli. Yaratıcı insanların bu şehrin büyüsüne kapılmaması mümkün mü? İstanbul’dan beslenen bir çalışma yapmak istediklerini söylüyorlar.
* Airvase’lar ilk bakışta basit mi basit, kağıdın kesilip biçilmesiyle ortaya çıkan bir ürün gibi duruyor. Ambalajlı hali bardak altlarını, tepsi süslerini andırmıyor değil. Ama ne zaman ki ambalajı açıyor ve tüy kağıdı çözmeye başlıyorsunuz, hayal gücünüz devreye giriyor. Ondan ötesi serbest atış: Eğebilir, bükebilir, uzatıp kısaltabilir ve istediğiniz kullanıma göre şekillendirebilirsiniz.
Yazının Devamını Oku