Paylaş
Urla şarabı beklesin diyorum, iki satırdan birinin üzerini çizdiğimi fark edince, burada oturup Urla yazılmaz, yazılamaz. Luxembourg bahçelerinin tam karşısındaki Cafe Rostand’ın terasında yazı yazmaya çabalıyorum. Hem de uzun süredir yazmadığım usulde: Kağıt kalemle...
Paris uzun zamandır rastlamadığım kadar tadından yenmez halde. Her elimi kaldırışımda gülümseyerek masaya seğirten garsona bakılırsa, asık suratlı olmalarıyla nam salmış Fransızların bile neşesi yerinde. Önümde bir tomar kağıt, Reims’teki şampanya tadımı sırasında aşırdığım uçları sivriltilmiş iki kurşun kalem, 1900 yılından beri böyle Nisan görmediği söylenen Paris’te sırtımı güneşe vermiş, bir yandan baharın tadını çıkarıyor bir yandan serin şarabımı yudumluyor, bir yandan da geçen haftadan yadigar Urla yazısını tamamlamaya çalışıyorum.
İkinci kadehe denk geliyor Urla’yı başka haftaya bırakma kararım. “Urla’nın şarapları başka bir yazı hak ediyor” diyorum kendi kendime.
Urla’dan dönmemle kendimi Reims’te bulmam bir oluyor. Paris’in iki buçuk saat kuzeyinde Fransız krallarının taç giyme törenine ev sahipliği yapmış gotik katedraliyle ünlü, orta ölçekli bir Fransız şehri.
Bu ülkeyi iyi kötü bilirim ama bu benim Reims’e ilk gelişim.
KİBİRLİ VE TUTUCU BİR ŞEHİR
Şehri çevreleyen Vernezay gibi irili ufaklı kasabalara gitmişliğim hatta konaklamışlığım var ama nedense Reims’i hep teğet geçmişim. İyi de etmişim. Topraktan beslenen her küçük taşra kenti gibi, Reims de içe dönük, kibirli ve tutucu. Şampanya bölgesinin en büyük şehri olması zengin etmiş ama sevimli kılmaya yetmemiş anlaşılan. Hayat şehrin göbeğindeki meydanda akıyor. Mağazalar, kafeler, lokantalar, pasajlar ve her Fransız şehrinin alamet-i farikası sayılabilecek atlı karıncaların hepsi ya meydana ya da çevreleyen sokaklara konuşlanmış.
Bizim, yani beş kadın ve grubumuzun nazar boncuğu Ali Esad’ın burada bulunma nedeniyse Mumm. Çoğu zaman Mam, kimi zaman Mağmm diye okunan ve doğru okunuşu bildiğimiz ‘mum’ olan şirketin Türkiye pazarına girmesi vesilesiyle Reims’deyiz. Bu tür davetlerde hep olduğu gibi iki günlük programımız şampanyayla başlayıp şampanyayla bitecek gibi.
Paris’ten bir minibüse doluşup kuzeye doğru yol alıyoruz. Yorgunluktan ve düş kırıklığından kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Yorgunluğun sebebi belli: Sabahın köründe yola koyulmuşuz. Düş kırıklığının nedeniyse gri hava.
Birbirinden cetvelle çizilip ayrılmış gibi duran kimi yeşilin en filizlisi, kimi sarının en çiçeklisi tarlalarla çevrelenmiş yolda ilerlerlerken içimizden biri, ‘İnsan Avrupa’ya geldiğini tarlalara bakarak bile anlayabilir’ diyor. Sohbet tahmin edeceğiniz gibi Avrupalı ineklerin mutluluğuna kadar gidiyor.
BİLDİĞİMİZ ŞATOLARDAN DEĞİL
Sonunda Maison de Cordon Rouge’a varıyoruz. Şato denilence aklımıza surlar, burçlar ve hendekler gelir öncelikle. Burada özellikle de şarap üretilen bölgelerde, şato bizim bildiğimiz gibi değil. Zamanında kral tarafından bölge ileri gelenlerine bahşedilen topraklardaki büyücek evlere de şato deniyor. Cordon Rouge’cular büyük bakımlı bahçedeki 18. yy.’dan kalma üç katlı eve şato demiyorlarsa eğer, nedeni evin çevredeki diğerler şatolardan daha az gösterişli olması değil, şirket kurucusu Georg Hermann Mumm’un asil olmaması.
Eve giriyor ve her odayı ayrı ayrı inceliyoruz: “Buraya bir kadın eli değdiğine kalıbımı basarım” diyor Banu. Haklı. Ev diğer şato-evlere benzemiyor: Eski ile yeninin dozunda bir harmanı karşımıza çıkan. Odalara yerleşme, mahzen ziyareti ve akşam yemeği... Odada, mahzende ve yemekte değişmeyen tek şeyse burada bulunmamızın esbabı mucibesi şampanya: Flütte, şişede, baş aşağı dikilmiş halde kilometrelerce alana yayılan mahzenlerde...
Ertesi sabah ilk işimiz şampanya tadımı. Thomas tadıma geçmeden önce, “300 yıllık tarihi olan köpüklü şarabın geçmişine kısa bir bakış atalım” diyor ve söze, “Bilindiği gibi köpüklü şarabın mucidi papazlar” diye başlıyor. Yani Dom Perignon. Biraz da şans eseri keşfedilen köpüklü şarap, başta kralın metresi Madame de Pompadour olmak üzere saray kadınları arasında o kadar seviliyor ki, şampanyanın namı kısa sürede Fransa sınırını aşıp dönemin diğer saraylarına ulaşıyor ve kısa zamanda her kabarcığı insanı mutlu eden bu yeni içki Avrupa saraylarının gözde içkisi oluyor.
KEYİFLİ BİR GÜN BENİ BEKLİYOR
Cordon Rouge’un tarihiyse 1875’e dayanıyor. Almanya’dan gelerek bölgeyi mesken tutan ve şampanya üretimiyle uğraşan Georg Hermann Mumm, Fransa’nın en önemli nişanlarından Legion d’honneur’ün kırmızı kurdelesine atfen ‘Cordon Rouge’ dediği ve kırmızı bir kordonun süslediği etiketle piyasaya sürüyor ürününü.
1879’da 500 bin şişe olan üretim 1913’te 3 milyon şişeye ulaşıyor. Mutlu günler Fransa’daki tüm bağları yerle bir eden ‘pylloxera’ salgınına dek sürüyor. Afet her üretici gibi Mumm’u da vuruyor. Ta 1949’da Reane Lalou’nun işin başına geçip bağları yeniden dikmesine kadar. Sonrası az çok malum: Hızlı bir yükseliş. Bağların hacmi 218 hektar ve 160 hektarı Grand Cru denilen birinci sınıf bağlar.
Bu kısa tarihçeden sonra tadıma geçiyoruz. Her şey bitip dışarı çıktığımızda ise, mis gibi bir hava koca bir gün beni bekliyor. Sokağa adım atıyorum ve varsın deli desinler, yüksek sesle bir oh çekiyorum.
Havadan mı, şampanyadan mı mutluluğum. İnanın bilmiyorum.
Paylaş