Paris kafeleri IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn’ın karıştığı skandalın söylentileriyle kaynıyor. Kafamı dağıtmak için Fransız modasının son durumuna odaklanıyorum. Sonuç: Vitrinler orta sınıf Amerikan zevkine teslim
Yirmi yıldan fazladır Saint Germain kahvelerini dolaşarak gazete satan Ali, kucağında tuttuğu tomardan çektiği mürekkebi kurumamış bir adet Le Monde’u sallayarak Les Deux Magots’nun kaldırıma taşmış, sıkışık masalarında oturanların ilgisini çekmek için bağırıyor: Sonnnn dakika! Sonnn Dakika! Karaderili kat hizmetlisi IMF başkanına tecavüz etti! Hemen ardından tomardan bir adet Figaro çıkarıp bağırmaya devam ediyor: Skandal! Skandal! Skandal! Dominique Strauss-Kahn zenci bir hizmetçiye tecavüz etti! Sıra Liberation’da: “Komplo mu Gerçek mi? DSK tecavüze mi yeltendi?” Son yirmi dört saattir Fransa’yı esir alan skandal ve Fransız basınının keskin tarafgirliğiyle gırgır geçiş şekli müşterilerin kıkırdamasına yol açıyor. Haksız da sayılmazlar. Le Monde tırnak içinde solcu, Figaro tırnak içinde sağcı, Fransızların deyişiyle Libe ise siyaseten dürüst olma iddiasında bir gazete ya, kimse bundan daha iyi özetleyemez aynı haberi veriş şekillerini. Le Monde ilk günün şaşkınlığını üstünden atamamış, haberi başkanlık seçimlerinin Sarkozy karşısındaki en güçlü aday adayını yerle yeksan etmeden duyurmaya çalışırken, belli ki dile de dikkat kesilmiş. Zenci yerine karaderili, hizmetçi yerine kat görevlisi. Figaro her zamanki gibi vurdumduymaz. İşin ucu Sarkozy’ye dokunmasın da gerisi palavra.
I LOVE AMERICA
Libe iki iskemle arasına oturup poposunu hangisine kaydıracağını bilmeyenler gibi. Rahatsız ve temkinli. Yan masada oturan kır saçlı adamlardan biri Le Monde diğeri Figaro alıyor. Üçüncünün yüzündeyse müstehzi bir ifade. Belli ki uzun süredir gazete okumuyor. Konuşmalarına kulak kabarttığımda hepsinin Jussieu Fakültesi’nin emekli profesörleri olduğunu anlıyorum. “Eee ne diyorsun bu işe” diye soruyor Le Monde alan Figaro alana. “Sen ne diyorsun peki?” diye soruyor Figaro alan Le Monde alana. Beriki serçeleri beslemeye devam ederken, ikisinin de vereceği cevapları merak ediyormuş gibi kaşlarını kaldırıyor. Le Monde alan, “Burnuma bir pislik kokusu gelmiyor değil” diye başlıyor. “Bizimkinin kadın düşkünü olduğu zaten aşikar da, kaçacakmış, iki ülke arasında suçluları iade anlaşması yokmuş, palavra! Ayrıca biz Fransızlar tersi ispat edilene kadar herkesin masum olduğuna inanırız. Ne o öyle kelepçe takmalar filan? Amerikan adaletiyse herkes suçlu olabilir ve kişi suçsuzluğunu ispatla yükümlüdür diye başlar işe. Ne malum bir komplo kurulmadığı? Unutma, herhangi bir otelde değil Fransız Sofitel Oteli’nde geçiyor hikaye. Ya kadın DSK’nın üstüne atladıysa -baksana adam duştan çıkmış çıplakmış- ya orasına burasına iki tırmık attıysa?” Figarocu, “Ne zamandan beri DSK üstüne atlanacak adam olup çıktı?” diye soruyor gülerek. “Arasan tarasan milyar verip tehdit etsen, o köhne zamparanın üstüne atlayacak kadın bulamazsın bir kere. Ayrıca ilk vakası da değil, unutma.” İkisinin arasında ‘suçluydu değildi’ sohbeti sürerken, serçe besleyen kalkıp iki masa ötede oturan iki geçkin Amerikalı kadının masanın önünde yerlere kadar eğiliyor ve şaşkın bakışlarına aldırmadan ellerine birer öpücük konduruyor. Ali’ninkini de bastıran bir sesle ‘I Love America’ diye bağırdıktan sonra da, arkadaşlarına hoşçakal bile demeden çekip gidiyor.
DEUX MAGOTS’NUN TADI NASIL KAÇTI
Kalkıyor ve biraz ileride La Hune kitapçısının önündeki gazete bayiinin önünde durup gazete manşetlerine göz atıyorum. Bakalım diğerleri ne yazmış? Üç aşağı beş yukarı aynı terane. Bir tek feminist bir gazete aklı başında bir başlık atmış: Doğru ya da eğri ortada bir kurban olduğu kesin, diyerek. Doğru. Ortada bir kurban olacağı kesin: Adı gizli Gineli.
ORTA SINIF HÜKÜMRANLIĞI
Bir saat sonra başka bir kahvenin terasında kendimi DSK skandalını tamamen unutmuş halde, moda dünyasında olup bitenler üzerine kafa patlatırken buluyorum. Sermayeyle modanın iç içeliği bilinen bir şey. Bilinmeyen ya da perde arkasında dönense sermayenin artık yaratıcılıktan ziyade para getirene odaklandığı. Yani orta sınıfa. İşte Sandro! Kimdir, necidir bilmiyorum ama bildiğim son iki yılda Paris’in hemen her köşesinde siz deyin yüz ben diyeyim iki yüz, Sandro adlı butiğin bittiği. Ne satılıyor diye soracak olursanız, sıradan bir sürü ıvır zıvır. Kaşesi yok, yaratıcılık sıfır. Alın size Vanessa Bruno. Kim olduğu belli de yaptığı ne? Sıfır bile değil, altında. Isabelle Marant da onlardan.. Aynı dönem ve sınıftan. Zadig Voltaire bir gram üstte olsa da, minik hırkacıkların arkasına işlediği taşlı kanatlar dışında özelliği ne? Gelelim babalara. Christian Lacroix bitti. Galliano, sen misin içip içip Yahudi düşmanlığı yapan, sadece Dior’un tasarımcılığı elinden almasıyla kalmadı; Galliano adlı kendi markasına bile hükmedemez hale geldi. Gaultier! O kadar yenilikçi ve fırlamaydı ki, Fransız modasının en tutucu markası Hermes’in dümeni bile verilmişti eline. Hem bu dümen geri alınmış hem de hisseler açısından, Galliano gibi kendi markası üzerinde bile söz hakkı olmayacak bir durumdaymış. Paris ya orta sınıfa yönelik ortalama zevke ya da Amerikan egemenliğine teslim. Michael Kors diye sıradan bir modacının Faubourg Saint Honore’de dükkan açmasına ne demeli? Olsa olsa bir Nisan şakası denirdi, beş yıl öncesi...