Paylaş
“Kırkpınar’a köfte yemeye gidelim mi” diyor bir arkadaşım, ertesi gün nerede buluşalım diye konuşurken. Yanlış duydum herhalde diye düşünüp “Nereye gidelim mi” diye yeniden soruyorum. “Kırkpınar’a” diyor en sakin sesiyle. “Delirdi galiba” diyorum kendi kendime. Tamam, geçen hafta sonu öğle yemeği için bir arkadaşımızın Şile’deki evine gittik ama Şile’yle Kırkpınar bir mi? Sesime alaycı bir ton yerleştirip, “Hayrola” diyorum; “Buradaki köftecilerin köküne kıran mı girdi, kalkıp Kırkpınar’a gidiyoruz yoksa baş pehlivan olmak gibi gizli bir hevesin mi var?” Kahkahayı patlatıyor, “Bakarsın gün gelir kispeti de çekerim ama bu günlük Beşiktaş’ta buluşalım yeter” diyor. Sayesinde Beşiktaş Çarşısı’nda Kırkpınar diye bir köfteci olduğunu öğreniyorum. Yine de niye Beşiktaş gibi trafiği alengirli bir yerde buluşmak istediğini çözemiyorum. Kem küm edeceğimi sezmiş gibi neden mutlaka oraya gitmemiz gerektiğini açıklıyor: “Müthiş
köfte yapıyorlar.”
Ertesi gün öğle vakti, sözleştiğimiz saatte Beşiktaş çarşının Akaretler’e yakın köşesindeki iki katlı küçük lokantaya damlıyorum. Girişin solunda yemeklerin sergilendiği bir tezgah ve arkasında karınca misali bir servis ordusu. Alt kattaki bütün masalar dolu olduğundan alçak tavanlı üst kata alıyorlar bizi. Burası da hıncahınç. Tam öğle yemeği paydosuna denk geldiğinden olacak, çalışanlar burada.
“Köftesi başka leziz ama istersen diğer yemeklerden de tadabilirsin, her gün Türk mutfağından farklı bir yemek yapıyorlar” diyor arkadaşım. Karnıyarık, dolma, börek, ne istersen... “İstemem” diyorum, “Senin gibi yediği hiçbir köfteyi yeterince iyi bulmayan biri, burada yapılanı müthiş diye övüyorsa eğer, ben köfte yer gerisini pas geçerim.” “Yetmez” diyor emir verir gibi, “Bir de yoğurt yiyeceksin, bak gör bakalım İstanbul’da böyle yoğurt var mı? Tıpkı çocukluğumuzdaki, hani yoğurtçunun omzuna astığı tablalarla kapımıza gelen cinsten...”
MANDA YOĞURDU MU KALDI
İçimden, “Anadolu’da manda soyu tükendi, nereden sütünü bulacaklar da yoğurdunu yaptıracaklar” diye geçirsem de gıkımı çıkarmıyor, seçimi ona bırakıyorum. “Dört porsiyon köfte, biri sana üçü bana, iki piyaz, bir yoğurt, bir Çubuk turşusu” diye sıralamaya başlıyor. Siparişi alan garsona “Çubuk turşusu dediğiniz Ankara’nın ünlü turşusu mu” diye soruyorum. “Evet efendim” demesiyle de çocukluğuma gidiyorum...
Beypazarı kurusu, Çubuk turşusu... Ayaş’taki çiftlikte her öğün sofraya Çubuk turşusu gelirdi. Mevsiminde Çubuk’tan gelen turşu ustaları bir sonraki yıla kadar tüketilecek salatalık turşusunu küplere basar, olağanüstü yemek yapan ve mutfağını kimselere bırakmayan Melahat Yengem bile turşu kurmaya yeltenmez, işi ehline bırakırdı. Önüme konan tabakla birlikte daldığım hayallerden sıyrılıyor ve iştahla yemeğine sarılan arkadaşıma “afiyet olsun” dedikten sonra köfteden ilk lokmayı ağıma atıyorum.
Herkesin elbette köftesi kendine ama ben İnegöl köftesi gibi lastik köfteleri, peynir katılanları, salçaya bulananları, ketçapla sunulanları sevmem. Benim için köftenin hası cızbızdır. Yuvarlak, şişman içi sulu dışı kıtır cızbız.. Tercihen de evde yapılan, anneannemin elinden çıkan... İşte ağzıma attığım tam da o lezzette, o kıvamda bir cızbız... İkinci lokmaya geçmeden arkadaşıma dönüp “Haklısın” diyorum. Yüzüme ‘ben sana demedim mi’ yollu bir bakış attıktan sonra yemeye devam ediyor.
Yoğurt özel olarak Silivri’de yaptırtılıyor, turşu gerçekten Çubuk’tan geliyormuş. Köfteler zaten malum. Tek burun kıvırdığım piyaz oluyor, “Ben bundan iyisini yaparım” diyerek. Gerçekten de sadece Kırkpınar’da değil, İstanbul’un diğer iddialı köftecilerinin tümünde bir piyaz sorunu var. Bunun dışında yediklerimiz içtiklerimiz için tek bir şey söyleyebilirim: Ha-ri-ka! Ne diyeyim, helal olsun açanlara, yoğuranlara...
Paylaş