İstanbul’un en iddialı tasarım merkezi Nicol’ün davetlisi olarak şehrimizi onurlandıran yaşlı çınarın hayatını internet üzerinden arşınlamalıyım. Yapıyorum da... Google’a ‘Vladimir Kagan’ yazıyorum
Doğru dürüst hazırlanmalıyım diyorum kendi kendime. Konuşacağım kişi şaka değil, tasarım dünyasının devlerinden. İyi de vakit dar, kitaplarını edinmeye uğraşmaktansa Amerikalıların gösterdiği yoldan gitmek daha akla yakın: Onlar ‘just google him’ demiyorlar mı? Ben de öyle yapmalıyım; google’a ‘Vladimir Kagan’ yazıyorum. İşte karşımda maddeler halinde yaptığı yapmadığı, olduğu olmadığıyla bir adam. Önce uzun uzun fotoğrafına bakıyor ardından okumaya başlıyorum.
Giyinip süslendim. Hafif, hafif değil fena halde gerginim. Gerginliğimin bir nedeni konuşmanın İngilizce yapılmasıysa, diğeri internetin binlerce bilgi sunmasına karşın kişinin karakteri hakkında tek bir ipucu bile vermemesi. Kagan’ın nerede doğduğunu, okuduğunu, kaç yılında evlendiğini, kaç çocuğu olduğunu biliyorum da kibirli midir, yukardan mı bakar, geveze midir, ağzından zorla mı laf çıkar en küçük bir bilgim yok. Hadi hayırlısı diyor, Nicol’e yollanıyorum. Bir zamanların Bizans sarnıcı başka zamanların Ceneviz çarşısı bu büyülü mahzen her gelişimde aynı şeyi düşündürüyor: Türkiye’nin Ayşe Nur ve Adem Yılmaz gibi delilere ihtiyacı duyduğuna. Zamanın kemirdiği, küfün yiyip bitirdiği bir yerdi burası. Şaka değil onlardaki inat ve sabır. İki buçuk yıl süren restorasyon çalışmalarının insanda hal bırakmamasının yanı sıra cepte de büyük delik açtığı böyle bir işe kalkıştıkları yetmezmiş gibi, tuttular burayı dünyanın en önemli tasarımcılarının ürünlerinin sergilendiği bir galeri yaptılar. Ortaköy’deki akıl almaz trafikten ötürü konukların biraz gecikeceklerini söylüyor Ayşe Nur. Gecikmiyorlar ama.. Ben kahvemi bitirmeden kapı açılıyor Erica Wilson ve Vladimir Kagan giriyor. 1927’de Almanya’da doğdunuz, 1938’de Amerika’ya göç ettiniz, Columbia Üniversitesi’nde mimarlık okudunuz ve ilk dükkânınızı 1946’da New York’ta açtınız. Kumaş tasarımcısı Erica Wilson ile evlisiniz ve üç çocuğunuz var. Ben bu bilgileri sıralarken Kagan ‘doğru’ diye başını sallayarak onaylıyor. Bunlar Wikipedia’dan öğrendiğim bilgiler, diye devam ediyorum. Ama sizi sizden dinlemek istiyorum.
İTİNAYLA DEVRİM BAŞLATILIR
Söylediği gibi konuşkan biri Kagan. Gece yarısına kadar değil ama üç saat boyunca o anlatıyor ben ağzım açık dinliyorum. Ailenin en genci olduğundan hayli şımartıldığını, buyüzden de hep çocuk kaldığını anlatarak başlıyor söze. Çocuk kalmak herkesin harcı değildir ve çocuk dediğin merak böceğidir diye devam ediyor. O merak sayesinde başarılı olduğunu, seksen yaşını aştığı bugünlerde bile bir çocuğun gözleriyle baktığını söylüyor. Tasarım gözün değdiği her yerde. Firketeye de fermuara da aynı hayranlıkla baktığını ve adları bilinmeyen mucitlerini de tasarımcı olarak selamladığını söylüyor. “Hayata olumlu bakan, hâlâ şaşırma becerisine sahip, gülmeye bayılan biriyim kısaca” diye bitiriyor sözünü. Bu arada kartvizitini uzatıyor. ‘Okusanıza’ dediğinde kartvizitinin bir anlamda sorumun cevabı olduğunu anlıyorum. Adı, telefon numarası ve mail adresinin üstünde: Meşguliyet babında eski araba, arsa, benzin, viski, duman, takma diş yazıyor. Altında da, devrim başlatılır, suikast hazırlanır, bar boşaltılır, savaşılır, vs... Eski arabalara, viskiye, kadınlara, gezmeye olan düşkünlüğüyle çizgi dışı hayatını özetleyen yaşı seksen, ruhu ergen bir sanatçının kartviziti de böyle olur... “Tom Ford eserlerinizin sadeliği karşısında çarpıldığını söylüyor, sadece onu değil eserlerinizi gören herkesi çarpan bu sadeliğe nasıl ulaştınız” diye devam ediyorum. Biraz düşündükten sonra “Babam Bahaus akımından etkilenmiş öncü bir mimardı. Bahaus’un ‘Biçim işlevi izler’ düşüncesi gençken beni de etkiledi sanırım” diyor. “Sadelik süsün atılmasıdır ama çok attığın zaman da ortaya çıkan göz okşamaz. Tasarlarken az’ın çok olduğunu unutmam ama dengeyi de yabana atmam” dedikten sonra da kulağıma “Aslında antikalara bayılırım” diye fısıldıyor. Antikalara düşkünlüğü blogunda uzun uzun söz ettiği antika araba koleksiyonundan belli. Sohbet tasarımlardan tasarımcılara, yazı geçirdikleri kasabadan New York sokaklarına, yarattıkları arasında en sevdiği parçanın tam karşımızdaki çelik koltuk olmasından Mies Van der Roehe’nin koltuğuna, en sevdiği mimarlardan Oscar Niemeyer’den Palm Beach’te her yıl düzenlenen tasarım fuarına uzayıp gidiyor. Gelirken Kagan’ın dev olduğunu düşünüyordum. Şimdi derya olduğunu biliyorum. “Son olarak” diyorum, “BM binasından Marilyn Monroe’nun salonuna dört bir yana yayılmış eserlerinizle tasarım dünyasının eğildiği isimlerindensiniz. Daha bu yıl tasarım Oscar’ı sayılabilecek Ulusal Tasarım Ödülü ile taltif edildiniz. Nasıl oldu da bu kadar renkli bir hayat evliliğinizi zedelemedi?” Kagan, gülümseyerek bizi izleyen Erica Wilson’a dönüp baktıktan sonra gayet ciddi bir ifadeyle, “İşin sırrı çok kavga etmemiz” diyor. “Bir de çok eğlenmemiz.” “Haa bir de” diyor sonradan aklına gelmiş gibi “Birbirimize hiç mi hiç benzemeyiz.” Kagan bir-iki gün daha İstanbul’da kaldıktan sonra New York’a dönecek... Eserlerini görmek isteyenler tasarım müzelerine gidebileceği gibi; ünlü yılan yatağı, sallanan koltuğu gibi doğadan esinlenerek tasarladığını söylediği parçaların sergilendiği Nicol’e de uğrayabilir. Hayatını merak edenlerse blogunda mizahi bir dille yazdıklarına göz atabilir.