Ferai Tınç

Kıbrıs’a imam hatip baskısı

22 Eylül 2006
HER kafadan bir ses, karşılıklı suçlamalar. KKTC’de neler oluyor? İddialardan hangisi doğru, hangisi yalan? Bu toz duman arasında gerçeği bulmak zor.

Orada her zaman böyle olur.

Gerginlik dönemleri öncesinde Ankara bağımsız Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin iç işlerine müdahale eder.

İddiaların hangisi doğru?

Hepsi desem?

Evet, hemen hepsi doğru.

CTP ile DP koalisyonunda uzun süreden beri sıkıntı vardı. Bu doğru. Özellikle yerel seçimler sırasında DYP’nin koalisyon ortağı aleyhine yürüttüğü kampanyanın büyük rahatsızlık yarattığı biliniyordu.

DP ile ilgili yolsuzluk iddialarının temelinde CTP’nin bu rahatsızlığı mı yatıyor? İddialar yersiz mi?

* * *

KUZEY
Kıbrıs sahillerine son zamanlarda büyük rağbet var. AKP hükümetinin turizm yatırımlarıyla ilgili yaptığı bir düzenleme KKTC sahillerine rağbeti arttırdı.

KKTC’ye yatırım yapan Türk firmalarının giderlerinin büyük kısmı geri dönüyor. Toprak zaten bedava. O da Kıbrıs Türk Devleti’nin "jesti".

Antalya’daki gibi kitle turizmine dönük büyük oteller inşa ediliyor. O güzelim Bafra ve Karpat sahillerini kitle turizmine açmak, bizde olduğu gibi sonunda müşteri gelsin diye sudan ucuz fiyat politikalarına neden olur mu? Bunlar önceden hesaplandı mı? Belli değil ama bu ranta göz diken çok.

Çevre ve turizm bakanlıklarının Serdar Denktaş’ın partisine ait olması, kanıtlanmasa da bazı iddiaların ortalığı karıştırmasına yetti.

Aynı risk, AKP tarafından kurdurulduğu söylenen Özgür Parti’yi de bekliyor. Çünkü bu bakanlıklar şimdi onlarda olacak.

CTP’nin rahatsızlıklarından biri buydu. Hükümetin dağılmasına neden olan diğer iddia ise AKP’nin baskıları.

* * *

KIBRIS’
ta AKP hükümetinin İmam Hatip Lisesi açtırmak için baskı yaptığı sır değil. Kıbrıslı bir meslektaşım ilginç şeyler anlattı:

"Burada imam yok. Bizim imamlarımız Türkiye Diyanet İşleri’nden gelir. Gelenlerden bazısı tarikat bağlantılı çıktı ve köylerde sorunlar yaşandı. AKP bunu sorun etti. Ulusal duygular güçlü ama Kıbrıs Türk’ünün din duygularının zayıf olduğu kanaatine vardı. İmam Hatip Liseleri açılmasını istedi."

CTP, İmam Hatip Lisesi baskısından kurtulmak için camilerde Kuran kursları açılmasına izin verdi. Ama buralara çocuk alınmadı.

Kurslar üç hafta sürdü. Üç hafta sonra, halkın da talebi üzerine polis kapattı.

AKP, siyasi partisini kurdurdu, seçmenini de yaratmak için çaba harcayacak. CTP’nin buna tahammül etmesi pek kolay değil.

Bu değişikliklerin, kısa vadede Avrupa Birliği taleplerine boyun eğme anlamına gelecek adımların atılmasına yol açmasını beklemiyorum. Bazı çevrelerin yaptığı "AKP Denktaş’lardan kurtulmak istedi" yorumları da anlamlı değil.

Denktaş’ların sesi muhalefette daha fazla çıkacak. Avrupa Birliği sürecinde sadece Talat ve partisi CTP değil, AKP’nin de işi zorlaşacak.

301 VE VAKIF OKULLARI

301’inci madde kaldırılmalı mı düzeltilmeli mi? Düşünce ve ifade özgürlüğü zihniyetini içimize sindirmek için gerekli siyasi liderlikte gevşeklik oldukça yasakçı zihniyet, mahkemeleri siyaset kürsüsü haline getirecek yasal boşlukları her zaman bulacaktır.

Müslüman olmayan Türk vatandaşlarına ait okullar tartışılıyor. İktidar ile muhalefetin ne dediklerini biliyoruz. Ama acaba onlar ne diyor? Müslüman olmayan Türklerin sesi, bu kritik tartışmalarda siyasete nasıl yansıyor?
Yazının Devamını Oku

Papa herkesin kafasını karıştırdı

18 Eylül 2006
AŞIRI dincilerin, Papa’nın konuşmasına verdiği tepki İslamiyet’i şiddet dini gibi göstermek isteyenlere haklılık kazandırsa da, 16. Benedikt’in konuşmasını dikkatli okuyunca bu yaklaşımla gerek kültürler arası gerek dinler arası diyalogun kolay olmayacağı görülüyor. Ölen Papa II. Jean Paul, Şam ziyaretinde camiiye girerek Vatikan tarihinde bir ilki gerçekleştirmemiş, İslam dünyası ile diyalog için ortak bir temel oluşturmaya özen göstermişti.

Eğer 16. Benedikt de, Almanya’da üniversitedeki konuşmasını bir din bilimcisi ya da bir papaz olarak yapmış olsaydı, sözleri bu kadar yankılanmayacak, aşırı tutucu bir Katolik din adamının yorumu olarak nitelenecekti.

Ama konuşan bir papa, yani bir din devletinin adamı olunca işler değişiyor. Papa’nın sözleri siyasi değer taşıyor.

* * *

PAPA
konuşmasında Bizans imparatoruna durduk yerde atıfta bulunmuyor. İslamiyetteki kutsal savaş yani cihad anlayışının Allah’ın doğasına aykırı olduğunu söylemek için bu örneğe başvuruyor.

Papa, etkisinin ne olacağını hesaplamadan böyle bir örnek vermekle kalmıyor Hıristiyan ve Müslüman Allah ayrımına da gidiyor.

Yine Profesör Teodore Khory’i kaynak göstererek Hıristiyanların, daha doğrusu Katoliklerin Tanrısı’nın doğasında, inanç ve aklın bir arada olduğunu söylüyor ve "Müslüman öğretiye göre" ise diyor "Tanrı aşkındır. Onun buyruğu bizim kategorilerimizden, akıl da dahil hiçbirine tabi değildir."

Papa konuşmasında pozitif bilimi ve aklı da sorguluyor ve akıl ile bütünleşmeyen imanın Tanrı’nın doğasına uygun düşmediğini söylerken, imansız akıl için de şunu söylüyor:

"Dini sadece bir alt kültür olarak gören ve ilahi olana kulaklarını tıkayan bir akıl da kültürler arası diyaloga girme kapasitesine sahip değildir."

Yani dünya barışı ancak dini temelde mi kurulabilecek?

Papa 16. Benedikt konuşmasının sonunda Batı’nın salt akılcılık uğruna çok tehlikelerle yüz yüze geldiğini vurguladıktan sonra "Hıristiyan Tanrı anlayışına göre, akılcı hareket etmemek, Tanrı’nın doğasına aykırıdır diyordu Pers muhatabına II Manuel. İşte bu büyük kelamın, bu engin aklın temelinde partnerlerimizi kültürler arası diyaloga davet ediyoruz...."

Bu sözler eğer sıradan bir din adamının ağzından çıksaydı farklı yorumlanacakken, Vatikan Devlet Başkanı’nın diyalog çağrısına, Hıristiyan Tanrı anlayışı temelinde koşulunu eklemesi ne kadar isabetli?

* * *

NE
Katolikliği yaşamın merkezine oturtmak isteyen Papa’nın, ne de İslam’ı savunmak adına şiddete başvuranların dünyası yaşanabilir bir dünya olabilir.

Kültürler arası diyalog önyargılarla mücadele ederek, bir arada yaşama ve paylaşma kararlılığıyla, anca aklın öne çıktığı bir temelde mümkün olacak.

Papa dün özür dilemedi. Dilemesi de mümkün değil zaten. Vatikan bir kez özür diledi o da birkaç yıl önce. 1204 yılında Haçlıların İstanbul’u işgali ve kent ile birlikte Ortodoks kilisesini de tahripleri nedeniyle Rum Ortodoks Kilisesi’nden özür diledi Papa II. Jean Paul. Ortodoks ve Katolik alemi böyle barıştı. Papa’nın Türkiye ziyaretinde bu barışma daha da ileri götürülecek.

Papa’dan özür dilemesini istemek de yanlış. O dün yaptığı gibi "ben değil Bizans İmparatoru söyledi" diyecek. Ama işin özü orada değil.

İşin özü, daha iyi bir dünya için kültürler arası diyalogun birbirini olduğu gibi kabul edip, yaşamı kolaylaştıracak ortak noktaların ön plana çıkartılmasında. Laiklik, insan hakları ve demokratik değerlerin din tartışmalarının önüne geçmesinde.
Yazının Devamını Oku

Urfa’da aile içi şiddeti konuşabiliyoruz artık

17 Eylül 2006
<b>URFA</b><br>1903 yılında Urfa’da ilk kız mektebi açıldığında ağabeyleri okulun kapısına dayanıp kız kardeşlerini sınıflardan zorla çıkartıp almışlar. Urfa’daki ilk kız okulu, açıldığı gibi kapanmış. Bunları anlatan Şanlıurfa Barosu Başkanı Av. Müslüm Akalın, 15 yıl önce Urfa’nın ilk kadın sekreterinin kendi bürosunda çalışmaya başladığını o gün buna tepki gösterilmesine rağmen artık bugün kadınların çalışma hayatında yerlerini almaya başladıklarını da anlatıyor.

Gerçekten de son on beş yıldan beri aralıklarla ziyaret ettiğim bu kadim kentimiz, ağır ama gözle görülebilir bir değişim içinde.

Hürriyet Gazetesi, CNN Türk ve Çağdaş Eğitim Vakfı’nın düzenlediği Aile İçi Şiddete Son kampanyası önceki gün Şanlıurfa’daki ilk adımıyla Anadolu’ya açıldı. Ve biz, bir grup gazeteci bu buluşmayı izlemek için Urfa’ya geldik.

Bir gece önce otele iner inmez bizim için düzenlenen sıra gecesinde, yıllar öncesi ilk kez GAP çerçevesinde katıldığım bir sıra gecesi aklıma geldi. Kadınların böyle gecelerde bulunması turistik amaçlı olsa bile yadırgatıcıydı.

Artık bu gecelerin iyice turistik hale geldiğini ve yabancı kadınları kimsenin yadırgamadığını öğrendim.

Şanlıurfa’da bu bile bir şey. Çünkü Birleşmiş Milletler Türkiye Temsilciliği’nin Şanlıurfa, Van, Kars, Trabzon ve İzmir’de yaptığı bir kamuoyu yoklamasına bakıldığında kadın hakları konusundaki farkındalığın en düşük olduğu il burası. Kadınların yüzde 26,8’i, erkeklerin yüzde 30,5’inin törenin gereği olan cezayı onaylamaları bir tesadüf değil. Bu oran, ikinci en yüksek sonuçları veren Van’da bile kadınlar arasında yüzde 13.7, erkekler arasında yüzde 23.1.

***

ÖNCEKİ
sabah Urfa’nın ilk beş yıldızlı oteli olan El-Ruha’da düzenlenen basın toplantısına katılan Şanlıufra Valisi Yusuf Yavaşcan, çok önemli bir noktaya dikkat çekti. "Şiddet kabullenecek bir olgu değildir. Etkileri kalıcı ve yıkıcıdır. Şiddet kültürünün ortadan kaldırılması için öncelikle evdeki şiddete son verilmelidir" dedi.

Aile içi şiddete son kampanyası bu açıdan çok önemli. Bugün çevremizi örümcek ağı gibi kuşatan şiddet kültürünün temelinde aile içi şiddet yok mu?

Yapılan araştırmalarda aile içi şiddettin önce erkek çocuğa yöneldiği ortaya çıkıyor. Çünkü şiddet bir terbiye, yola getirme yöntemi olarak görülüyor. Şiddeti uygulayan baba ya da anne terbiye amaçlı bu yola başvurduğu için kendini mazur görüyor. Şiddet normalleşiyor ve bu ortamda büyüyen çocuklar şiddeti sorun çözme aracı olarak gören yetişkinler haline geliyorlar.

"Vur oturt" kültürü böyle gelişiyor.

Hürriyet’in aile içi şiddete son kampanyasının Urfa’daki tanıtımı sırasındı iki nokta üzerinde önemle duruldu. Şiddet, sadece fiziki şiddeti içermiyor, aşağılama, alay da bir nevi şiddet ve çok yaygın. Diğer konu ise şiddetin sadece eğitim düzeyi düşük çevrelerde görüldüğü. Bu da yanlış bir inanış. Çünkü yapılan araştırmalarda eğitim düzeyi yüksek olan ailelerde de şiddet yaşandığı ortaya çıkıyor.

***

AMACI
toplumsal farkındalığı artırmak olan "Aile İçi Şiddete Son" kampanyasının Şanlıurfa durağı ile Anadolu’ya adım atmasının nedeni, bu bölgede şiddetin yüksek olmasından çok Şanlıurfa’daki değişim.

Kadın sivil toplum örgütlerinin temsilcileri, son iki yılda bölgelerinde etkili çalışmalar yürütmeye başlamışlar. Harran Üniversitesi etkili çalışmalar yapıyor, kadına e kadın sorunlarına önem veren bir belediye iş başında. Şanlıurfalı kadının sesi de sivil toplumda duyuluyor artık.

Şanlıurfa Barosu Dergisi’nin son sayısını Töre Cinayetleri’ne ayırması da aile içi şiddete karşı bu bölgede denetim mekanizmalarının devreye girdiğinin habercisi.

Hemen söyleyeyim, kampanya erkekleri de kapsıyor. Gönüllü eğiticiler, öğretmenlere, polis ve itfaiyeye, din görevlilerine de kampanyayı tanıtacak ve eğitimler verecekler.

Bu kampanya Türkiye’de değil dünyada da bir ilk. Emeği geçenler, sahip çıkanlar alkışı hak ediyorlar.
Yazının Devamını Oku

Diyarbakır Belediye Başkanı barışta ısrarlı

15 Eylül 2006
TERÖRÜN çocukları gözeteceğini mi bekliyordunuz? Terör, şiddetin gözü dönmüş hali olarak neyi gözetebilir ki? Çocuklar da, arkasına gizlendiği bütün kutsal amaçlar gibi değersizdir terörist için.

DTP’nin ateşkes çağrısında bulunmasının ardından, bir grup aydının da silahların bırakılması talebiyle seslerini yükseltmeleri bu ülkede yaşayan herkesin şiddete karşı tepkisini dile getiriyordu.

Diyarbakır’daki patlama barış çağrılarını gündemden düşmesine yol açabilir mi?

Dün telefonla görüştüğüm Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir, "Bu çağrıya olumlu bir yanıt alacağımızı kuvvetle umuyordum. Ama ne olursa olsun ben kendi adıma ateşkes ısrarını sürdüreceğim. Barış umudundan vaz geçmememiz lazım" diyordu.

* * *

DTP’
nin terörizme son verilmesi konusundaki ısrarı, PKK ile arasına kesin duvar çekmek anlamına geliyorsa önemli.

Kim adının terörle ilişkilendirmesini ister ki? Bu ülkenin Kürtlerini temsil etme iddiasında olanlar da, PKK gibi bir terör örgütünün gölgesinin bütün Kürtlerin üzerine çökmesini önlemek sorumluluğunu artık fark etmek zorundalar.

Kürtler de herkes gibi şiddete ve teröre karşı çıkıyor bu ülkede.

Terörizm, halkın sesinin duyulmasını, taleplerinin tartışılmasını engellemek ve kendi taleplerini halkın taleplerinin önüne çıkartmak isteyenlerin silahıdır. Amaçları ve iddiaları ne olursa olsun sonuç fark etmez.

Bunca deneyimden sonra, Türkler, Kürtler kendisine ne derse desin bu ülkenin vatandaşlarından daha iyi bilen olamaz bu gerçeği.

* * *

DİYARBAKIR’
da son zamanlarda bir tedirginlik gözlendiğini söylüyor Belediye Başkanı Baydemir.

"Mersin’deki bayrak olayı, Şemdinli, Danıştay saldırısı Türkiye’nin geleceğinin karartılmak istendiği kaygısını uyandırmıştı Diyarbakır’da" diyor.

Sivil toplum örgütleri, meslek kuruluşları ve bütün partilerin bu kaygıyı ortaklaşa paylaşmalarının ardında söylentiler de var. Son zamanlarda 92 yılında bölgede faili meçhullere karışmış olan bazı simaların yeniden bölgeye döndüğü fısıltıları dolaşıyor.

Patlamayı üstlenen Türk İntikam Tugayları imzalı tehdit mektupları aldığını ama bunları kamuoyu ile paylaşmadığını söyleyen Baydemir, buna rağmen patlama ile ilgili hiçbir tahminde bulunmak istemiyor. Ama büyük provokasyonlar diye nitelediği bu saldırıların arkasında "Türkiye’de barışı, istikrarı, demokratikleşme ve ekonomik kalkınmayı istemeyen güçler" olduğuna inanıyor.

Söylentilerin durması ve halkın yeniden kendini güven ortamında hissetmesini sağlamak hükümetin görevi.

Diyarbakır’daki patlamanın arkasındakiler mutlaka ortaya çıkartılmalı. Şüpheler ve söylentiler giderilmeli.

* * *

"DÜN Koşuyolu’nda bir grup kadın etrafımı sardı.’Nedir bizden istenen’ dediler. Çok ciddi bir incinmeyi yaşıyorlardı. Duygusal kopuşu engellemeliyiz"
diyor Baydemir.

Bu soru Türkiye’nin bütün annelerinin dilinde bugün. Duygusal kopuş tehlikesi Türkiye’nin her tarafında kendisini hissettiriyor.

Ne olursa olsun bu önlenmeli. Ne olursa olsun terörün sona ermesi ısrarcı olunmalı.
Yazının Devamını Oku

11 Eylül’ün beşinci yılında kim kazandı

11 Eylül 2006
11 Eylül 2001’in üzerinden beş yıl geçti. Beş yıl önce, ABD bu büyük terör eylemiyle karşı karşıya geldiğinde bütün dünya onun yanında terörizme karşı savaş ilan etti. Afganistan’da Taliban yönetimine son veren, yeni hükümetin kurulması ve demokratik Afganistan’ın uluslararası camiadaki yerini alması için herkes el verdi.

2002’de, 11 Eylül’ün yıldönümünde terörizme karşı savaş kazanılmış gibiydi.

Ama bugün durum farklı. Beş yıl sonra Amerikan kamuoyu gibi dünya kamuoyu da o ilk yılın iyimserliğini paylaşmıyor.

Bir hafta önce ülkenin güneyini Taliban’dan temizlemek için başlatılan Medusa operasyonunda NATO kuvvetlerinin karşılaştığı direniş, başkent Kabil’in son iki yıldan beri görülen en şiddetli patlama ile sarsılması, zaferin değil daha büyük karmaşanın gelebileceği haberini veriyor.

Bölgeyle ilgili raporları okuyorum. Güneyde afyon ekiminin devam ettiği, halkın tek ekonomik kaynağını elinden almamak için NATO askerlerinin bu tarlaları yakmadığı belirtiliyor. Bu durumdan Taliban yararlanıyor. Toprak ağaları ile uyuşturucu trafiğinde işbirliği içine giriyor ve güçleri artıyor.

Afganistan, 11 Eylül’den beş yıl sonra yeniden zor bir döneme giriyor.

Dün NATO üyesi ülkeler Afganistan’a daha fazla asker göndermek için toplandılar. Kimsenin daha fazla katkı yapacak hali olmadığı ortaya çıktı. Bu tartışmanın burada bitmeyeceği kesin. Taliban’a karşı mücadelede kimse havlu atmak istemese de, mücadelenin sonu belirsiz bir savaş haline dönmü olasılığı çekimserliğe neden oluyor.

* * *

AFGANİSTAN
, terörizme karşı savaşın başarılı cephesiyken, Irak savaşı yüzünden bugün daha iyi bir duruma ulaşılamadığı ortada. Irak savaşın hata olduğu, savunucuları tarafından bile kabul edildi artık.

Irak, sadece ABD’nin değil uluslararası herhangi başka bir gücün de altından kalkamayacağı bir belirsizliğe yuvarlanıyor.

Terörizme karşı mücadelenin başarıya ulaşması için öngörülen Geniş Ortadoğu Projesi, yani Arap ve Müslüman ülkelerde demokratikleşmenin teşvik edilmesi hedefi rafa kalktı bile.

Demokratikleşme süreçlerinde, ulusalcı tepkinin radikal dinci akımlara yönelerek onları güçlendirdiği, HAMAS ve Lübnan’daki Hizbullah örneklerinde görüldüğü gibi, yeni sorunlar doğurdu.

11 Eylül’ün beşinci yıldönümünde, terörizme karşı mücadele, farklı değerler paylaşan halka karşı savaş açma hakkı haline getirildi.

İsrail’in, Hizbullah’ı yok edemedi diye Lübnan halkını bombalaması, Bush Yönetimi’nin de bunu meşru görmesi 11 Eylül’ün beşinci yıldönümünde, terörizme karşı savaşın anlamını değiştiriyor.

* * *

TERÖRİZME
karşı zafer vaadi yerine getirilemedikçe, savaşın çerçevesi de değişiyor.

ABD Başkanı Bush, 11 Eylül’ün beşinci yıldönümü nedeniyle yaptığı açıklamalarda bunu açıkça ortaya koydu.

Terörizme karşı savaşın yerini "İslamcı Faşizme karşı savaş" aldı. Usame bin Ladin ve diğer teröristleri Hitler ve Lenin ile eşleştirdi. Bu savaşın "yeni soğuk savaş" olduğunu savundu.

Vaadini yerine getiremeyen bir politikacının elmalarla armutları karıştırarak kamuoyu desteğini devam ettirmek için yarattığı bu yeni formül, 11 Eylül’ün beşinci yıldönümünde kolay bir gelecek vaat etmiyor.

Terör, radikal dinci terör bir gerçek ve herkes gibi bizi de tehdit ediyor.

Ona karşı mücadelenin de gerçekten etkili olması gerekiyor. Ama bunun yolu, ABD’nin Suriye ve İran’ı marjinalleştirerek yaptığı gibi, cepheyi sürekli genişletmesinden geçmiyor.

Beş yıl sonra terörizme karşı başarıdan söz edebilmek için, radikal dinci terörü yalnızlaştıracak ittifaklar kurulabilecek mi? Zor, çok zor görünüyor.
Yazının Devamını Oku

Bir yıllık gecikme

10 Eylül 2006
HÜKÜMET 19 Eylül’de Meclisi olağanüstü toplantıya çağırmaya hazırlanıyor. Haberi duyduğumda takvime bakıyorum. Tam bir yıl geçmiş.

Olağanüstü toplantı, dokuzuncu uyum paketinde bulunan AB uyum yasalarının, Avrupa Birliği’nin ekim raporundan önce çıkartılmasını amaçlıyor.

Aralarında Vakıflar, Sayıştay yasaları gibi tartışmalı birçok konunun bulunduğu 12 tasarı teklifi on beş gün içinde Meclis’ten geçirilecek.

Böylece Avrupa Birliği Komisyonu’nun hazırlayacağı İlerleme Raporu’ndaki olumsuzlukları önleyeceğiz.

Avrupa Birliği’nin yasal değişimleri ancak "uygulamalar" temelinde değerlendirdiğini bir kenara bırakalım, böyle önemli değişiklikler yapılırken kamuoyunda daha fazla tartışılması gerekmez mi?

Örneğin Sayıştay yasası ne getirecek? Savunma giderlerinin şeffaflaşması ne anlama gelecek; Vakıflar yasasındaki değişikliklerin altyapısı hazır mı?

Ombudsmanlık yasasına kadınlar arafından yapılan eleştiriler dikkate alınacak mı?

İnsan haklarından yargıya kadar temel değişiklikler öngören 12 tasarı.

Bunları tartışmadan, değişikliklerin neler getireceğini anlayamadan demokratikleşme bilincinin yerleşmesi mümkün mü?

Tabii ki değil.

Bu bilince ulaşmadan yasaların uygulanması da kolay olmayacak. Avrupa istedi diye atılan adımların Avrupa üzerinde etkisi beklenenden az olacak.

***

AVRUPA
Birliği, 3 Ekim’i 4 Ekim’e bağlayan gece yarısından sonra Türkiye ile müzakerelere başlama kararı aldı.

Ne kadar zor bir geceydi.

Kıbrıs dahil, önümüzdeki dönemde karşımıza çıkacak sorunların neler olacağı tüm açıklığıyla karşımıza kondu.

Bu sorunların üstesinden gelmek için 5 Ekim’den itibaren kolları sıvayarak işe koyulmak gerekiyordu.

Ama hiç te öyle olmadı. Baş müzakerecinin seçimi bile aylar aldı.

Sonrası da aynı geniş yüreklilik temposuyla devam etti.

İşlerin yavaştan alındığı, hükümetin AB sürecini tavsattığı eleştirileri ise Başbakan’ın sert tepkileriyle karşılaştı.

Bu yılın başlarında, Başbakanın bir danışmanının Kıbrıs konusunda neler düşünüldüğü yolundaki bir soruya verdiği yanıtını anımsıyorum. "İlerleme raporu ekimde. Ekime kadar vaktimiz var" demişti.

***

İŞTE bir ay sonra ekim.

AB’nin Türkiye ile müzakerelere başlama kararının üzerinden 11 ay, müzakerelerin başladığı 12 Haziran’dan bu yana ise üç ay geçti.

Biz 9. uyum paketini görüşmek üzere Eylül’ün ikinci yarısında harekete geçiyoruz.

Bu bir yıllık gecikme, pusulamızda sık sık sapmalara yol açmasının yanı sıra, sivil toplum örgütlerinin Avrupa kulislerindeki lobi faaliyetlerini de tavsattı.

Dünkü Hürriyet’te Zeynep Göğüş çok doğru bir noktaya işaret etmişti. Avrupa Parlamentosu’nun raporuna giren değişiklik önerileri lobilerin marifetiyle gerçekleşti. Bu yıllardan beri böyle. Ve biz yıllardan beri bu kulislerde var olmamız gerektiğini biliyoruz ama bir türlü var olamıyoruz. Neden? Çünkü önceliklerimizi gözden kaçırıyoruz.

Bir süre önce Avrupalı bir parlamenter, Kıbrıslı Rum ve Yunanlı parlamenterlerin Türkiye adı geçen her belgeyi satır satır izlediklerini ve işlerine gelmeyen her sözcüğün üzerinde durarak değiştirmek için çaba sarf ettiklerini anlattı. "Biz bunu yapamıyoruz. Her şeyi inceleyemiyoruz. Türkiye’nin de aynı uyanıklığı gösterecek ekipler oluşturması gerekiyor" dedi.

Meclis’in 19 Eylül’deki toplantısı ile AB süreci hükümetin gündemine yeniden girer umarım.

Belki bir yıllık yan gelip yatmanın telafisi mümkün olur.

Yazının Devamını Oku

O dinlemiyor biz duyuyoruz

8 Eylül 2006
"BUNU mu dinleyeceğim yani?" Böyle dedi Başbakan. Öyle tuhaf bir soğukkanlık içindeydi ki. En çok ona alındım. Hadi işçilerin derdini dinlemek istemedi, yoksulluk yakınmaları da sinirini oynattı, ama bir şehit ailesinin isyanına böyle mi yaklaşmalıydı?

İnsanları değerlendirme kıstasları arasında benim için en sağlamı olgunluktur.

"Ateş düştüğü yeri yakar. Onların her türlü tepkilerinin başımızın üstünde yeri var" diyen Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın yanıtındaki gibi.

* * *

DÜN
Şehit ailelerinden gelen mesajlarda Başbakan Erdoğan’a sitem vardı. "Bizi en fazla üzen şey, Başbakan’ın çocuklarımızın ölümünü normal karşılaması" diyorlardı.

Gençler savaş makinesinin yakıtı değildir.

Askerlerin siyasete müdahalesi ne kadar kabul edilemezse siyasetçinin de sorumluluklarını askere havale etmesi o kadar kabul edilemez.

Siyasetçi güven, barış ve istikrarı sağlayacak alternatif çözümler üretmekle yükümlüdür çünkü.

Cephede cesaret talep ederken, siyasetin zorluklarını cesaretle göğüslemeye hazır olmadığını düşündüm başbakanı dinlerken.

* * *

ŞİDDET
öyle bir sarmal ki, yanına yaklaşanı içine çekiyor ve ölümü bile normalleştiriyor. Oysa normal ve kutsal olan yaşamdır.

Annelerin feryadı, babaların göz yaşlarını ciddiye almak, önlemler üzerinde güvenlik de dahil her açıdan yeniden düşünmek gerekmez mi?

Hiç merak etmeyin, bu yaklaşım teröristlerin ekmeğine yağ sürmez.

Çünkü esas teröristler için insan yaşamı önemsizdir. Onlar gençleri ateşe sürebilir, masum insanları gözlerini kırpmadan öldürmeyi kutsallaştırabilirler.

Onların iğrenç yüzlerini meydana çıkartacak ve yalnızlaştıracak olan da işte anaların babaların bu isyanlarıdır.

Başbakan bu isyan sesini dinlemek istemedi ama biz duyduk.

Çıkan ve çıkmayan diğerlerini de duymaya da devam edeceğiz.

Aynı başbakanın soğukkanlılığındaki tuhaflığı gördüğümüz gibi.

GENERALİN İTİRAFI

AFGANİSTAN’daki NATO Komutanı James Jones’un dünkü açıklaması çok önemliydi. Taliban direnişi karşısında şaşkınlığa uğradıklarını söyledi ve daha fazla kuvvet gönderilmesini istedi. Sadece bu kadarla da kalmadı, İSAF’a asker veren ülkelerin orada bulunmak için koydukları koşullardan vazgeçmelerini de istedi. Bugün yapılacak olan NATO toplantısında bu konular konuşulacak. Bizim için de sürprizler çıkabilir.

Ama General Jones çok önemli bir başka şey daha söyledi. "Özellikle uyuşturucu trafiğine karşı mücadelede uluslararası katkı yetersiz" dedi "Bugünkü durumda bu konu çok etkili olmaktadır ve biz bu soruna henüz bir çözüm bulamadık."

Taliban’ın ve terörün gücü işte bundan kaynaklanıyor ve bu sorunun kökünü kazımadan sadece daha fazla asker göndererek ve daha çok çarpışarak sonuç almak mümkün değil. Gelecek talepleri bu açıdan da değerlendirmekte yarar var bundan sonra.
Yazının Devamını Oku

İntepe kahramanları

28 Ağustos 2006
ÇANAKKALE’den İzmir’e doğru giderken, 20’inci kilometrede sola kıvrılan yolun ağzında "İntepe" tabelası kendi halinde durur. Hemen sapın. Çünkü orada Kuzey Ege topraklarının kahramanlarından birinin, Hektor’un mezarı vardır. Hemen sapın ve çam ormanları arasında, Birinci Dünya Savaşı’nda Fransız bombaları altında ağır hasar gören bu tepelerde, toprağın kimbilir kaç metre diplerinde, Troya Kralı Priamos’un oğlu, yaşadığı sürece Yunan kıyılarından gelen Akha’lılara geçit vermeyen Hektor’un tümülüsüne çıkın. Oradan Çanakkale Boğazı’nı izleyin. Hele de gün batışına denk gelirseniz, kendinizi insanlık tarihinin zaman tüneli içindeki galeride, geçmiş ve gelecek arasındaki tüm duvarların kalktığı o varoluşta buluverirsiniz.

Tıpkı bizim gibi.

İntepe Belediye Başkanı Alaattin Özkurnaz ve Çanakkale Üniversitesi’nin birlikte düzenledikleri IV. Erenköy Bağbozumu Festivali ve I. Uluslararası Troas Bölgesel Değerleri Sempozyumu sayesinde İntepe’yi keşfettik.

Alaaettin Özkurnaz, iki yıl önce Belediye Başkanlığı’na seçildiğinde kolları sıvayıp, İntepe’yi Türkiye’nin turistik bölgelerinden biri haline getirmek için harekete geçen bir tarih öğretmeni. Hektor’un mezarının sahibi olduklarını sadece bize değil dünyaya da anlatmaya çalışıyor. 18 Mart Üniversitesi de ona destek vermiş.

"Farklı efsaneler, uygarlıklar, kültürler coğrafyası olan Troas Bölgesi’nin tarihi değerlerini koruyarak yeni değerleri keşfetmek ve bu bölgenin uluslararası ekonomik, kültürel çekim merkezi özelliğini güçlendirmek gerekmektedir" diyen Çanakkale Üniversitesi İktisadi Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Ali Akdemir de bu paralelde kapsamlı ve çok ilginç bir sempozyum düzenlemiş.

Ben ilk kez Türk bilim insanlarının Troya bölgesi ile ilgili bu kadar değişik açılardan yaptıkları çalışmalara tanık oluyorum. Ve bu çalışmaların mutlaka devam etmesi gerektiğine inanıyorum.

*Ê*Ê*

"BİR Batılı aydın, Troya, Efes veya Bergama’yı gezince çocukluğunda duyduğu efsaneleri, okuduğu kitapları, müzelerde gördüğü sanat eserlerini hatırlar. Bizim müzelerimiz ilk çağın en seçkin sanat eserleri ile dolup taşar ama biz bu eserleri konuşturmak yolunu bulamamışız daha." Azra Erhat
Mavi Anadolu kitabında böyle yazıyor.

Ne kadar haklı. İtalyan Kız Orta Okulu’na ilk başladığım yıllardan lise son sınıflara kadar İtalyanca ve Latince ardından üniversitede İngiliz Dili ve Edebiyatı okurken İngilizce Homer hikayeleri ve ondan etkilenen yazarlar ile haşır neşir oldum. Önceki gün ilk okuduğum kitaplardan birine geri dönüp baktım. 1956’da Milano’da basılmış. Orta okullar için hazırlanmış bir kitap. Haritalar ve bir de sözlük var. Akha’lara ait kentler Yunanistan haritası üzerinde gösterilirken, Troya’nın nerede olduğu belli değil. Tahta atın inşa edildiği Tenedos (Bozcaada) için sözlükte "Ege’deki Yunan adalarından biri" deniyor. Ve ben Troya topraklarının sahibi olduğumuzu neden bukadar geç farkettiğimi anlıyorum. Biz hiç incelememiş, hiç yazmamış ve hiç sürekliliğin arayışına girmemişiz. Türk gözü ile Homer’i anlatmaya incelemeye, Troya’yı konuşturmaya önem vermemişiz. Mavi Anadolu’cuları yalnız bıkrakmışız. Sadece onları mı?

Bakın ne diyor Azra Erhat: "Atatürk bu malzemeyi kültür olarak benimsememiz için çığır açtı. Anadolu’ya gelmiş geçmiş bütün kültürler bizimdir dedi. Hitit’ten Latin’e kadar Anadolu’nun bütün ilk çağını araştırmak yolunda teşebbüslere geniş imkanlar sağladı. İstanbul ve Ankara Üniversitelerinde eski dil ve arkeoloji bölümleri bu amaçla kuruldu. Türk Tarih Kurumu bu hizmete açıldı. Bir yandan da tercüme işine girişildi."

Sonra da soruyor: "Bu iş bir kültür işi olarak başarılabildi mi?"

Başarabilseydik kültürümüzle, kimliğimizle, yaşam anlayışımız ve topraklarımıza verdiğimiz değer ile bu kadar hızla gecekondulaşabilir miydik?

*Ê*Ê*

"HEKTOR, Mustafa Kemal, Troya, Conkbayırı... İsimler birbirine karışıyor kafamda. Kahramanlar toprağı imiş burası."
OfRENeion, RENkoy, Eren Köy şimdi de İntepe olan bu noktadan Çanakkale Boğazı’na bakarken Azra Erhat’ın bu sözlerini anımsıyorum.

Çanakkale Troy tiyatrosunun, Hektor Kutsal Koruluğu’nda canlandırdığı cenaze töreni, İntepe halkının meydanda yaptığımız söyleyişi can kulağıyla dinleyişinin güzelliğini de unutmayacağım.
Yazının Devamını Oku