Ferai Tınç

Buruk acı

27 Ağustos 2006
KEŞKE tek mesele kitap rezaleti olsaydı. Tavsiye ettiği kitapların içinde neler bulunduğunu duyunca gözleri şaşkınlıktan fal taşı gibi açılarak yayınevlerini sorumlu ilan eden bakanla ilgili aklımdan geçenleri yazsaydım.

Okumadan kitap tavsiye edilmez deseydim. Bundan sonra kitapları birilerine okutun ondan sonra çocuklara tavsiye edin, yayınevlerini de belirtin. Bizim zamanımızda bu işler böyle yapılırdı. Yayınevinden çevirmenine kadar ayrıntılı yardımcı ders kitapları listeleri ellerimizde Cağaloğlu’nda kitapçı kitapçı dolaşırdık. Sadece kendi öğrenciliğimden söz etmiyorum, çocuklarım öğrenciyken de böyle yapılırdı bu işler.

Eh tabii, rant için ihale sistemleri ile oynanmadığı zamanlardan söz ediyorum yine de.

Ama tek mesele o değil ki.

***

ALEV
alev yanan ormanların önünde çocuklarla futbol oynamaya kalkışan çevre bakanı da var. Hayır alevlere arkasını dönmüş çocuklarla top oynayan resmi de değil esas mesele.

Ağaçları, hayvanları, böcekleri önüne gelen her canlıyı yakan alevlere teslim olduğumuz sırada bakanın Of’ta Orman Bölge Müdürlüğü’nün fidanlığında seraları incelerken çekilen resmini de sindirdim diyelim.

Beni çileden çıkartan "onların topu tüfeği varsa bizim mangal gibi yüreğimiz var" türünden yaptığı açıklama oldu.

Yunanistan’ın ve Fransa’nın bizden daha çok uçağı olmasına rağmen bizden çok daha fazla orman kaybettiklerini söyleyen bakan bunun nedenini de "Onların bizim gibi yüreğini ortaya koyan ve bu işi yurt savunması olarak kabul eden ormancıları yok" diye açıkladı.

Ormancılarımızın özverili çalışmalarına diyeceğim yok. Teşekkür etmekten başka. Ama bakan neden öyle diyor diye uzun uzun düşündüm.

Bizim ormanlarımız yanıp dururken neden Yunanlı ormancıları eleştiriyor, Fransızları neden vatan haini ilan ediyor anlamaya çalıştım.

Yoksa mesele onlar değil miydi? Her yaz aynı sorunla karşılaşılmasına rağmen önlem alınmadığı eleştirilerini mi yanıtlamaya kalkışıyordu çevre ve orman bakanımız?

Yangın söndürme uçaklarının yeterli sayıda bulunmayışı, var olanların da neden arızalı durumda bırakıldıkları yanıtsız kalınca "mangal gibi yürek" hamasetinin içimize su serpmeye yeteceğini mi düşünüyordu?

***

KARA
Kuvvetleri Komutanlığı’ndaki değişim törenini dikkatle izledim. Yeni Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ı Diyarbakır bölge komutanlığı sırasında tanımıştım. Güneydoğu’nun ve terörle mücadelenin siyasiler tarafından askere ihale edildiği o dönemde, "Terörizmle mücadele sadece askeri bir mücadele değildir. Siyasi boyutu da vardır. Siyasiler üzerlerine düşeni yapmalı" diyen çok az kişiden biriydi. Terörle mücadelede uzman bir ekip ile yeni görevine başlarken, daha az siyasi mesaj verebilirdi.

Örneğin, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin etkisizleştirilmek istendiğini söylemesini yadırgadım.

Türkiye’nin demokratikleşmesi, ordunun siyasetten elini çekmesi TSK’nın etkisizleştirilmesi anlamına gelir mi? Demokrasi halkın gücünü sağlamlaştırır, rejimin gerçek garantisi de budur.

Komutanların, sadece cumhurbaşkanını muhatap alarak başbakan ve bakanları dışlamalarını da, AKP politikalarını ne kadar eleştirirsem eleştireyim, doğru bulmadım. Ben seçmemiş olsam bile halkın temsilcisi olarak o davette hazır bulunan başbakanın muhatap alınmamasını iyi karşılamadım. Devlet kurumlarının zirvelerine hákim olan bu zıtlaşma üslubu, vatandaş olarak beni tedirgin ediyor.

Cumhurbaşkanı Sezer’in, Meclis’teki tartışmayı beklemeden Türk askerinin Lübnan’a gitmesini istemediğini açıklaması gibi. Konuşmadan önce en çok düşünen cumhurbaşkanı sıfatına hak kazanan Sezer’in, böylesine kritik bir tartışmaya apar topar neden ağırlık koyma ihtiyacı duyduğunu da anlamadım.

Bana mı öyle gelmeye başladı yoksa gerçekten her şey iyice tuhaflaştı mı?

Çok eski bir şarkı geliyor aklıma.

"Hangi kapıyı çalsam" diyordu "her yerde buruk acı."
Yazının Devamını Oku

Lübnan için kritik toplantı

25 Ağustos 2006
BUGÜN Brüksel’de Lübnan’a asker gönderilmesi konusunda kritik bir toplantı var. Bu toplantıdan sonra bir hafta içinde Avrupa üyesi ülkelerin askerleri Lübnan’a gitmeye başlayacaklar. Toplantı Ankara’da da yakından izleniyor. BM Genel Sekreteri Annan’ın da katılması beklenen bugünkü toplantının önemli sorunları çözeceğini söyleyen gözlemciler, Lübnan’a gidecek yeni barış gücünün komutasıyla ilgili sorunun da bunların arasında olduğunu belirtiyorlar.

Sızan bilgilere göre, uluslararası gücün komutanı Lübnan’daki Barış Gücü Komutanı Fransız Jean Marie Gueheno’ya bağlı ama geniş bir otonomiye sahip olacak.

Bu otonomi nereye kadar? Hangi durumlarda kullanılacak? Henüz bir şey belli değil. Başarı şansı çok az olan bir misyonu tam bir fiyaskoya dönüştürmemek için asker vermeyi düşünen ülkeler bir yandan koşulların netleşmesini bekliyorlar.

Brüksel zirvesi süreci hızlandırmaya yarayacak.

* * *

ANKARA’
da ilgili kurumlar günlerden beri durum değerlendirmesi yapıyorlar. Türkiye’nin hangi koşullarda asker desteği sağlayacağı belli olmaya başladı.

Türkiye, misyonun insani boyutuna önem veriyor. Halkın yaşam alanlarını yeniden devreye sokacak faaliyetlerde görev alacak bir güç düşünülüyor.

Yetkililer bu sayının bini aşmayacağını tahmin ediyorlar.

Katkıya hazırlanan diğer bütün ülkeler gibi Türkiye de Lübnan’da taraf durumuna düşmek istemiyor.

Angajman kurallarıyla ilgili tartışmalarda, uluslararası gücün silah kullanma yetkisine sahip olmasını isteyen eğilimin ağır bastığı anlaşılıyor.

Pekiyi hangi durumlarda? UNIFIL askerleri kendilerine yönelik saldırı olması durumunda savunma amaçlı ve sivilleri korumak için silah kullanabilecekler.

"Operasyon Konsepti" başlıklı bir başka dokümanda ise bölgenin denetimi ve de Hizbullah’ın silahsızlandırılmasının sorumluluğu Lübnan ordusuna bırakılıyor.

Pekiyi ya Lübnan ordusu yetersiz kalırsa? Hizbullah ya da İsrail karşılıklı eylemleri tırmandırmaya başlarsa ne olacak?

* * *

BUGÜNKÜ
AB Zirvesi’nde de bu soruya yanıt aranacak.

Ankara da bu noktanın aydınlığa kavuşmasında ısrarlı.

Lübnan’da görev yapacak gücün oraya gittikten sonra çatışmaya zorlanması, öngörülmemiş olan yeni görevlerle karşı karşıya kalması istenmiyor.

Bugün Avrupa Birliği toplantısından yansıyacak olan hava, önümüzdeki günlerde asker gönderme çalışmalarını hızlandırabilir.

Toplantıdan 24 saat önce Fransa, asker sayısını artırma sinyalleri vermeye başladı.

Türkiye bugüne kadar Lübnan’a asker gönderme konusunda doğru bir çerçeve çizdi. Ama buradaki hassas dengeyi bozmamaya dikkat etmek gerekiyor. Ben konu Meclis’e geldiğinde tartışmaların Hizbullah ile İsrail arasında taraf olup olmama noktasına çekilmesinden endişe ediyorum.

Türkiye’nin ne İsrail’i savunmak ne de Hizbullah’ı korumak gibi bir endişesi olabilir.

Bizi ilgilendiren tek şey bölgede barış ve istikrarın sağlanmasıdır. Hem de hiç vakit kaybetmeden, hemen.
Yazının Devamını Oku

Kaynayan kazan Kerkük

21 Ağustos 2006
DIŞİŞLERİ Bakanı Abdullah Gül dün, "Türkiye’nin komşu coğrafyasında olup bitene ilgisiz kalmasını kimse beklemesin" derken sadece Lübnan’ı mı kast ediyordu? Lübnan’a asker gönderip göndermeme tartışmaları gündemi kaplasa da Türkiye’nin ilgisini sürdürdüğü bir başka komşu coğrafya da Kuzey Irak. Sadece PKK’nın varlığı ve faaliyetleri açısından değil ama Irak’ın geleceğini ilgilendiren, istikrarsızlık potansiyeli taşıyan Kerkük gündemdeki yerini koruyor.

Uluslararası iki araştırma kuruluşunun Irak ile ilgili olarak yayınladıkları iki ayrı rapor, bugün geri plana düşse de Kerkük sorununun bir yıl içinde bölgenin başına büyük dertler açacağını ortaya koyuyor.

Kerkük’te kaynayan kazan aslında savaştan bu yana hiçbir zaman durulmadı. Irak’tan gelen haberler de o yönde zaten.

* * *

İKİ
hafta önce bir Türkmen heyeti Türkiye’yi ziyaret etti. Kürtlerle iyi ilişki içinde olan biri hariç, heyette Irak’ın Şii ve Sünni kökenli bütün Türkmen temsilcileri bulunuyordu. Onun neden gelmediğini sorduğumda davet edildiğini ama yanıt vermediğini öğrendim.

Bunu yazıyorum çünkü bu ziyaretten sonra Türkiye’nin Türkmenler arasında ayrımcılık yaptığı haberleri dolaştı kulislerde.

Türkmenler, Kerkük konusundaki endişelerini dile getirip, Irak Meclisi’nde birlikte hareket edecekleri mesajını verdiler. Türkiye’den de destek istediler.

Şii ve Sünni Türkmenlerin birlik içinde hareket etmeleri, Irak’ta yaşananları dini temele dayalı çatışmalar olarak görmenin ne kadar hatalı olduğunu da ortaya koydu. Irak halkının ortak çıkar etrafında birleşebileceğinin küçük bir örneğini verdi Türkmenlerin tavrı. Önemli olan herkesin kaynakları kendine yontması değil ortak çıkarda birleşmesi.

Ankara, Kerkük’ün statüsü konusunda Irak’taki tüm unsurlar arasında varılacak bir uzlaşmanın referanduma götürülmesini telkin ediyor.

Araplar, Türkmenler, Asuriler de bu uzlaşma sağlanmadan yapılacak bir referandumun sorunlara yol açacağını çeşitli vesilelerle dile getiriyorlar.

Ama Kürtlere dinletemiyorlar. Kürdistan bölgesel yönetimi yetkilileri, referandumda sorulacak soruyu şimdiden tartışmaya açmak istemiyorlar.

Kerkük pazarlıklarının önümüzdeki döneme damgasını vuracağı kesin.

* * *

SÖZÜNÜ
ettiğim iki rapor Kerkük ile ilgili ilginç iddiaları da ortaya atıyor. GIS/Defence ve Foreign Affairs damgasını taşıyan ve bu ay yayınlanan rapora göre, Türkiye Kuzey Irak’ta istihbarat ve askeri faaliyetlerini artırdı. Son zamanlarda bölgeye çok sayıda istihbarat görevlisinin ve özel timlerin yollandığı ileri sürülen rapora göre bu faaliyetler PKK ile ilgili gibi görünse de esas hedef Kerkük’teki gelişmeleri kontrol altına almak.

Lübnan dahil bölgedeki olayların izleyeceği gelişmelerin İran’ı güçlendirmesi halinde Tahran’ın kendi Kürt bölgesinden Kuzey Irak’a ilerleyerek Kerkük’e el koyabileceğini öngören raporda, Türk ordusunun buna izin vermeyeceği yer alıyor.

Liberal eğilimli International Crises Group’un (ICG) 18 Temmuz’da yayınladığı raporda ise Kerkük’te bölgedeki diğer krizlerden daha tehlikeli bir krizin için için geliştiği yer alıyor. "Daha da tehlikelisi bu krizin ihmal edilmekte oluşu" deniyor.

Birleşmiş Milletler’in derhal Kerkük özel temsilcisi ataması çağrısında bulunulan raporda, BM Güvenlik Konseyi’nin şemsiyesi altında sorunun çözülmesi öneriliyor. Bush yönetimi de buna destek olmaya çağrılıyor.

Bölgemiz öyle bir hale geldi ki, bütün krizleri bir arada düşünmek gerekiyor. Kriz içinden kriz çıkıyor.
Yazının Devamını Oku

Yobazlığa prim hepimizden

20 Ağustos 2006
NEDEN şaşırıyoruz ki? <br><br>Evet yobazlık hızla tırmanıyor. Çünkü ne kadar farklı görüşlere sahip olursak olalım, hepimiz yobazlaşıyoruz. Deniz kenarında bikinili bir genç kıza dayanamayan haşemalı tesettürlü tahammülsüzler ne kadar yobazsa, her köşede vatan haini arayanlar da o kadar yobaz.

Latife Hanım ile ilgili kitabı nedeniyle İpek Çalışlar hakkında dava açılmasına ne diyeceksiniz?

Mustafa Kemal Atatürk hakkında bir anektoda kitabında yer verdiği için 4.5 yıl hapis cezasıyla yargılanacak İpek Çalışlar.

Çalışlar, kaynağını kitabında belirtiyor. Kaynakları da belirtilen iddiaları çürütmenin yolu demokrasi kültüründe tartışma zeminleridir.

Ama biz tartışmaları engellemek için, ağzını açanın karşısına tabuları diken, susturma kültüründen rahatsız olmuyoruz.

Çalışlar’ın ve bu iddianın da yer aldığı röportajının Hürriyet’te yayınlanması nedeniyle sorumlu müdürümüz Necdet Tatlıcan’ın da yargılanacağı yasa, 1951 yılına ait Atatürk aleyhinde işlenen suçlara ilişkin kanun.

Yasalar, günün koşullarına uymasalar da korunuyor olabilirler. Önemli olan yasaları çağdaş bakış açıları ve anlayışlarla yorumlamak. Gerisi mazeret.
Yeni ceza ve anti terör yasalarıyla düşünce ve ifade özgürlüğü üzerindeki baskılar artarken, eski yasaları da devreye sokmaya başlayan zihniyet ikliminin dinci yobazlıktan ne farkı var?

Kendisi gibi olmayana diş bileyen, zayıfa eziyet ile güçlüye itaat sarmalına sıkışmış hayatına isyan etmeyen, cemaat desteği olmadan özgürce ayakta duramayan bireyler üreten ortamın tek istikameti vardır. Yobazlık.

Dinci, milliyetçi, laik, kürtçü özgür düşüncenin barındırılmadığı her cemaatte üreyecek tek şey, tabii ki fikir değil, yobazlıktır.

AKP Hükümetinin reform sürecini rafa kaldırması ise bu tırmanışın altında yatan en büyük etken. Artık ne Kopenhag kriterlerinden söz eden kaldı ne de "Onları Ankara kriterleri yapar yolumuza devam ederiz" diyen.

ASKER VAADİ FOS ÇIKIYOR

ABD
’nin NATO gücü gönderilmeli ısrarına karşı Birleşmiş Milletler’den karar çıkartılarak derhal 15 bin BM barış gücü askerinin Güney Lübnan’a yerleştirilhmesini öneren Fransa, sonunda uluslararası güce sadece 200 asker göndereceğini açıkladı. Sadece Fransa değil, 3 bin asker vaad eden İtalya dışında hiçbir Avrupa Birliği ülkesi BM Barış Gücü’ne katılmaya niyetli görünmüyor.

Geriye kaldı Müslüman ülkeler. Bu durumu da İsrail kabul etmiyor. Uluslararası güçte Malezya, Endonezya gibi İsrail’i henüz tanımamış ülkelerin ağırlık kazanmasını istemediklerini duyurdu İsrail.

Avrupa, işi sağlama almadan askerlerini belirsizliğe atmak istemiyor.

Uluslararası Güç’ün operasyon kuralları henüz tam olarak net değil. Zaten BM kararının yorumu da yavaş yavaş şekil değiştiriyor.

İlk önce Güney’de Hizbullah’ın yeniden denetimi ele geçirmesini engellemek ve Hizbullah’ı silahsızlandırmak olarak belirlenen hedefte kayma var.

BM Genel Sekreter Yardımcısı Mark Malloch Brown, "Çok uluslu güç, Hizbullah’ın güney Lübnan’ı İsrail’e karşı üs olarak kullanmasını önlemekle görevli. Hizbullah’ı silahsızlandırması beklenmiyor. Sadece daha önceki BM kararı uyarınca Hizbullah’ın Lübnan ordusu tarafından silahsızlandırılması sürecini gözlemleyecek" dedi. Ama, bu da belli değil. Lübnan Hükümeti böyle bir amacının olmadığını açıkladı.

Lübnan’da, her geçen gün ateşkesin kırılganlığı artıyor.
Yazının Devamını Oku

Nedeni unutulan savaşın barışı mümkün mü?

18 Ağustos 2006
NE oldu? Her şey 12 Temmuz’da Hizbullah’ın sınırda pusu kurarak kaçırdığı iki İsrailli askerin kurtarılması için başlamamış mıydı? Pekiyi şimdi ne oldu? İsrail askerleri Lübnan’dan çekilmeye başlarken, Lübnan ordusu dün güneye yol alırken ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararına göre Lübnan’a yabancı güç tartışmaları sürerken iki askerden hálá haber yok.

Yok ama yanlış duymadıysam, İsrail zafer ilan etti.

Amerika da zafer ilan etti.

Tamam İsrailli askerler yok ama ya İsrail hapishanelerindeki Hizbullah militanları?

Hizbullah bu pusuyu kurup birkaç Hizbullah militanını kurtarabildi mi?

Lübnan’ın yıkılmasına, insanların İsrail bombaları ve tankları altında ezilmesine değdi mi?

Değmedi ama Hizbullah Lideri Nasrallah da zafer ilan etti.

İran, daha da ileri gitti. İran Lideri Hameney, Hizbullah’a ait Lübnan’daki El Manar televizyon kanalında yayınlanan mesajında, sonucu "İslamın zaferi" ilan etti. Müslümanlık adına neyin zafer neyin utanç olabileceğine karar vermek ona düşermiş gibi.

12 Temmuz’dan beri yaşananlar insanlık adına tam bir yüz karasıdır.

Birleşmiş Milletler’den çıkan karar, belki bugüne kadar alınan en anlamsız kararlardan biri.

Bir tek olumlu yanı var. Irak savaşı sonrası kopan transatlantik ilişkilerin yeniden tesis edilmesi için Washington ve Paris’in çaba gösterdiğinin ortaya çıkması.

Yoksa bu karar Lübnan’da çatışmalara neden olan durumu değiştirmiyor. Condoleezza Rice’ın iddia ettiği gibi Yeni Ortadoğu’yu küllerinden doğurmuyor.

* * *

TÜRKİYE
’nin Lübnan’a gidecek olan barış gücünde görev almasına bir diyeceğim yok. Ama bu güce şubat ayına kadar komuta etmeye hazır olduğunu söyleyen Fransa bile, misyonun daha netleşmesini istiyor. Her şey o kadar belirsiz ki.

Hizbullah kuzeye çekilmeyeceğini ve silahları teslim etmeyeceğini açıkladı. Güneyde kalmaya devam edecek.

Dün bölgeden gelen haberler, İsrail bombalarından kaçarak evlerini köylerini terk eden halkın geri dönmeye başladığını ve Hizbullah’ın açtığı yardım merkezlerinde bir odadan diğerine koşturarak hasarlarını yazdırdıklarını bildiriyordu.

Daha önceden olduğu gibi yine Hizbullah, halkın muhatap olarak karşısında bulduğu tek otorite. Dürzi Lider Velid Canbolat’ın, "İsrail Hizbullah’ı bölgede esaslı bir güç haline getirdi" sözleri boş değil.

Evet dünden itibaren Lübnan ordusu güneye yerleşmeye başladı ama ancak ayağına takılan Hizbullah silahlarını toplamakla görevlendirildi. Hizbullah’ın silahsızlandırılması diye bir konu yok Lübnan hükümetinin gündeminde.

ABD ve İsrail hükümetinin, bu çatışmadan sonra Lübnan hükümetinin güçlenerek Hizbullah’a karşı etkili kararlar alacağı öngörüsü başından çöktü.

* * *

EVET,
binden fazla sivilin ölümü, köylerin yakılıp yıkılması, hayatların altüst oluşunun ardından dönüp neyin değiştiğini anlamak için bakıyorum. Ne değişti?

Lübnan’da, Hizbullah ve ülkenin yüzde 40’ını oluşturan Şiilerle uzlaşma temelinde kurulmuş olan kırılgan bir hükümet;

Güneyde, silahlarını kullanmayacağını söyleyen ama onları teslim gibi bir niyetinin asla olmadığını açıklayan Hizbullah;

Güneyde kimi kime karşı koruduğu belli olmayan Lübnan Ordusu ile Birleşmiş Milletler Barış Gücü.

İsrail saldırısından önce de durum buydu, bugün de bu, yarın da böyle olacağa benziyor.

Savaş ve çatışma olasılığının barış intimalinden yüksek olduğu bir bölgeye Türk askerinin savaşmak için gidemez. Ama barış için gerekli lojistik ve insani yardım zaten boynumuzun borcu. Aslında tartışmalar boş, misyon netleşmeden kimsenin asker göndereceği yok.
Yazının Devamını Oku

Yeni soğuk savaş ve baklalar

14 Ağustos 2006
TERÖRİZME karşı mücadele renk değiştiriyor. Şimdi anlatacaklarım size komplo gibi gelse de komplo teorilerine itibar etmem. Son bir ay içinde satır aralarında dikkatimi çeken bir gelişme var. Terörizme karşı savaş renk değiştiriyor.

Artık bu, alışageldiğimiz teröristleri etkisizleştirmek için verilen güvenlik mücadelesi değil.

Bunun adı "Yeni soğuk savaş."

Masa başında uydurduğum bir kavram değil bu. "ABD’nin terörizme karşı mücadeleye yaklaşımı" konulu bir konferansta Afganistan’da sorumluluk üstlenmiş ve yeni emekli bir Amerikalı generalin sunumundan aktarıyorum.

"Eski soğuk savaşta ideolojimizi komünist ideolojiye karşı mobilize etmiştik. Yeni soğuk savaş da değerler savaşıdır. Bu, demokratik değerlerimizi yayma ve yerleştirme savaşıdır" diyordu Amerikalı general.

Askerin tek görevinin artık sadece terörizme ve ayaklanmaya karşı mücadelede "yen, ele geçir ve öldür" hedefi ile sınırlı olmadığını vurgulayan bu yetkili, yeni görev tanımı içine halkın düşünce iklimini de değiştirmek, onları kazanmak ve gelecekle ilgili siyasi, ekonomik ve toplumsal programlarını yapmaya yardımcı olmanın da girdiğini anlattı.

Afganistan ve Irak, yapılan hatalara rağmen çok şey öğretmişti, bir tanesi de Yeni Soğuk Savaş kavramıydı.

* * *

ZİRVELERDE
yeni bir tartışmanın başladığına hiç şüphe yok.

Bizler, sıradan faniler, "soğuk savaş" kavramının Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra tarihin çöp tenekesine atıldığını sanmıştık.

Ama şimdi ABD’deki yeni muhafazakarlar adı verilen çoğu eski politikacı ve zamanının hızlı antikomünistleri olan bu "neo-con"lar yeniden iki kutuplu bir dünya yaratmaya çalışıyorlar.

Bir yanda Batı ve değerleri öte yanda, daha doğrusu "doğu"daki radikal İslamcı değerler. İslamofaşistler.

İşin tehlikeli yanı, bu liste sadece Usame bin Ladin ve tayfasını kapsamıyor. Çok geniş. Örneğin Başbakan Erdoğan’ı bile oraya sokanlar çıkıyor. Washington Times gazetesinde geçen yaz yer alan Frank Gaffney imzalı bir makalede olduğu gibi.

Eğer sadece tutucu dar bir çevrede kalmış olsaydı, "İslamcı faşistler" tanımı ciddiye alınmayabilirdi ama bir de baktık gibi Rumsfeld ve Cheney de Irak ve Filistin topraklarındaki çatışmalarla ilgili bu tanımı kullanmaya başlamışlar.

Ama geçen hafta, İngiltere’den Amerika’ya gidecek yolcu uçaklarına yönelik sabotaj planlarının ortaya çıkartılmasından sonra ABD Başkanı George Bush’un da aynı tanımı kullanmasıyla bunun oturmaya başlayan bir kavram olduğu anlaşıldı.

"Olanlar ABD’nin İslamcı faşistlerle savaş halinde olduğunu gösteriyor" dedi.

Bu söylem sadece ABD ile de sınırlı kalmadı.

Blair de koroya katıldı. Onun sözleri daha da açık ortaya koyuyordu bu anlayışı.

* * *

İNGİLTERE
Başbakanı Tony Blair 1 Ağustos’ta Los Angeles’ta Dünya İş Konseyi’nde yaptığı konuşmada, "Terörizme karşı savaş küresel değerler için verilen küresel bir savaştır" diyor ve devam ediyordu "Bu savaşın amacı İslam’ın kendi içinde ve dışarıyla ilişkilerinde modernleşmesini sağlamaktır."

Blair bunun nasıl olacağını da şöyle anlatıyordu kendisini dinleyenlere:

"Bu savaş, kendi değerler sistemimizin onlarınkini yenecek kadar güçlü, ilkeli ve çekici olup olmadığını göstermek ile ilgilidir." Ve ekliyordu:

"İsrail meselesi de sonuçta, bölgenin ruhu için verilen bu daha geniş mücadelenin bir parçasıdır."

* * *

11 Eylül
’den sonra en zor soru terörizmin tanımıydı. Bir türlü yapılamıyordu. Artık dillerin altındaki baklalar dökülüyor.

Doğu ile Batı değerleri arasında savaş ilan etmek Haçlı zihniyetini canlandırmak anlamına geliyor.

Bu yaklaşım, aslında demokratikleşmeye büyük bir darbe indirirken radikal İslamcıların ekmeğine de yağ sürüyor.
Yazının Devamını Oku

Rüzgárlar kentinin çağrısı

13 Ağustos 2006
ÇARŞAMBA gecesi, dolunayın aydınlattığı Troya kentinin kalıntıları arasından dünyayı sarsarak kendine getirmek isteyen barış çağrısı yükseldi. Çanakkale Belediye Başkanı Ülgür Gökhan, 43’üncü Uluslararası Troya Festivali’nin açılışındaki konuşmasında dünyaya seslendi.

"Günlerdir Lübnan ve Filistin’de sivil hedefler bombalanıyor. Savaş hukuku ihlal edilip çocuklar katlediliyor. Analar, babalar, uluslar geleceklerini yitiriyor. Binlerce yıl önce büyük dramatik bir savaşın yaşandığı bu topraklardan gerçek barışın egemen olduğu bir dünya için sesleniyoruz" dedi.

Her yıl barış ile ilgili bir konuda verilen Homeros Şiir Ödülü bu yıl yoktu. "Dünyada ödül verilecek barış kalmadı" diye açıkladı bu durumu Çanakkale Belediye Başkanı, ödül yerine bu yıl barış çağrısı yapmaya karar verdiler Çanakkaleliler.

Çünkü, "Acıların, savaşların yoğun yaşandığı bu topraklarda barışa olan dinmez özlemimiz artıyor" diyordu Gökhan, "Bir geçiş noktası olarak Troyalıların, Urartuların, Hititlerin, Selçukların, Osmanlının ve daha nice uygarlıkların yaşam bulduğu Anadolu topraklarında bugün geleceğe dönük sorumluluğumuz barışı yaşamak ve yaşatmaktır. Kendimizle ve çevremizle barış içinde yaşamak tarihten aldığımız öğretidir. Belki de bu yüzden bu topraklarda barışın önemi daha bir anlam kazanıyor."

***

HOMEROS
’tan Troya’yı, Troya’dan Çanakkale’yi, Çanakkale’den özgürlüğü öğrenmek gerekiyor.

Çanakkale Belediye Başkanı böyle derken bir şeyin daha altını çiziyor. "Bütün devletler, şu cümle için çok içtenlik ve ciddiyetle çaba sarf etmelidirler: Yurtta barış, dünyada barış"

Barış çağrısı orada lafta kalmıyor. Bir barış deklarasyonu hazırlanarak devlet başkanlarına yollanıyor.

Bir hafta sürecek olan festivalin ana teması "Barış kültürümüz olsun!"

Bu çok önemli bir seçim. Çünkü biz bu konular üzerine yeterince düşünmüyoruz.

Çocuğumuza sesimizi yükselttiğimizde, trafikte başkalarını hiçe saydığımızda bile çatışma kültürünü çoğalttığımızın farkında olmuyoruz.

Sorunlarımızı şiddet ile değil uzlaşma ile çözmenin yöntemleri var mıdır, bunlar neler olabilir? Bu soruları pek tartışmıyoruz. Oysa sadece çevremizdeki savaşlar nedeniyle değil, terör başta kendi sorunlarımızla başa çıkabilmek için de barış kültürü üzerinde düşünmeye ihtiyacımız var.

Yıldız Kenter gibi büyük bir sanatçılardan, Tiyatro Troya, Tiyatro Ti ve Bozcaada Çocuk Tiyatrosu’nun küçük sanatçılarına kadar geniş bir yelpazede süren müzik, resim sergileri, gençlerin kısa metrajlı film gösterimleri ile festival barış kültürünü her açıdan gündeme taşıyor.

Çanakkaleli kadınlar, kendi boyadıkları maskelerle aile içi şiddete karşı yürüyüş yaparak barış kültürünün ailede başladığı mesajı ile barış kültürünün ne kadar boyutlu olduğunu vurguluyorlar.

Türkiye’de ilk kez bir kentimiz barış çağrısı yapıyor. Bu Çanakkale’ye çok yakışıyor. Çünkü Başkan Gökhan’ın dediği gibi, "Barış, Doğu ile Batı’nın buluşma noktası, rüzgárların kenti, kültürlerin mirasçısı Çanakkale’nin çağrısıdır."
Yazının Devamını Oku

Kıbrıs’ta PKK krizi

11 Ağustos 2006
SICAK ve savaş bütün gündemimizi kapladığı için, bir başka sıcak yerdeki, Kıbrıs’taki gelişmeleri ikinci plana ittik. Olayları yakından izleyenlerin "Ne gelişmesi?" diye sorduklarını duyar gibi oluyorum.

Belki "gelişmemeler" demek daha doğru olacak.

Önceki gün KKTC Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Hasan Erçakıca’nın açıklaması dikkatimi çekmeseydi ne olup bittiğini merak etmeyecektim.

Erçakıca, Rum kesiminin PKK ile işbirliği içinde olduğunu söyledi ve bunların belgelerini yakın zamanda Birleşmiş Milletler’e sunacaklarını açıkladı.

Bu açıklamanın nedenini araştırırken, Kıbrıs’ta Birleşmiş Milletler’in girişimiyle teknik görüşmelerin başlama sürecinin hiç de iyi gitmediğini gördüm.

Daha doğrusu iki taraf henüz görüşmelerin metodu konusunda bile anlaşma sağlayamadı. Umarım bu yazıyı yazarken, temaslarda hiç olmazsa bir milimlik bir ilerleme sağlanır.

Erçakıca’nın çıkışının nedeni, Rumların Annan referandumu ile kucaklarında kalan çözüm istemeyen taraf suçlamasını yeniden Kıbrıslı Türklerin üzerine atma taktikleri.

Taktik diyorum çünkü teknik görüşmelere yanaşmalarının esas amacı bu gibi görünüyor. Türk tarafını yeniden çözüm istemeyen taraf olarak ilan ederek baskılardan kurtulmak.

Hem devletin tek temsilcisi olarak kabul göreceksin, hem AB üyesi olacaksın hem de elindekileri paylaşma baskısıyla karşı karşıya kalacaksın. Onların yerinde kim olsa aynı şekilde davranırdı aslında.

* * *

KKTC
Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, bir gazetecinin sorduğu Rumların PKK’ya destek verip vermedikleri sorusunu "Evet, PKK’yı destekliyorlar" diye yanıtlayınca Rumlar ortalığı ayağa kaldırdı.

KKTC Cumhurbaşkanı’nın bir soruya verdiği yanıt, Talat’ın süreci baltalamak için ortaya attığı yeni bir iddia olarak yansıtıldı Rum basınında.

Bununla da kalınmadı Rumlar konuyu BM’nin Kıbrıs temsilcisine götürdüler ve Türk tarafını şikayet ettiler.

Türk yönetimi bu tür iddiaları ortaya atarak 8 Temmuz anlaşmasına aykırı davranmış, başlayan görüşmeleri sabote etmeye kalkışmıştı.

Bunun üzerine BM temsilcisi de KKTC’den izahat istedi.

"Belgeniz varsa verin, PKK’nın güneyde faaliyet gösterdiğine dair bizde belge yok" dedi.

Dün telefonla görüştüğüm KKTC’li yetkililer, Öcalan yakalandığında üzerinden Kıbrıslı bir Rum adına düzenlenmiş bir pasaportun çıktığını anımsattılar. Bu kişi, halen güneyde faaliyet göstermekte olan PKK’nın denetimindeki bir örgütün başkanıydı.

Ayrıca, BM kendisinde belge olmadığını söylüyordu ama Denktaş döneminde BM temsilciliğine bu iddiaları kanıtlayan belgeler verilmişti.

Şimdi onlarla birlikte yeni belgeleri de içeren bir dosya hazırlanıyor Birleşmiş Milletler’e verilmek üzere.

* * *

8 TEMMUZ
’da başlayan teknik görüşme sürecinin, Rumlar için zaman kazanma gerekçesi haline gelmekte olduğu anlaşılıyor. Rum Dışişleri Bakanı Lillikas, üç gün önce BBC’de yayınlanan demecinde Kıbrıs sorununa bakış açısını ele veriyor, "Türkler üzerindeki izolasyonların kaldırılmasından söz ediliyor. Ne izolasyonu, bu bir mit haline geldi. İstediler kendilerine Kıbrıs pasaportunu verdik. Onlar kendilerini izole hissediyorlar çünkü kimse onların devletini tanımıyor."

Türkiye’nin, limanların açılmasına karşılık Türkler üzerindeki ambargoların kaldırılması denklemine Rumların yanıtı bu.

İki kesimli yeni bir devlet kurmak için görüşmelere samimiyetle başlayan tarafın yaklaşımı böyle mi olur?

Kıbrıs’taki gelişmeleri yakından izlemekte yarar var, iki ay sonra Avrupa Birliği ile görüşmelerin en kritik konusu olarak karşımıza çıkacak Kıbrıs.
Yazının Devamını Oku