Ferai Tınç

Satır araları dönemi

29 Ekim 2006
İLERLEME raporu haberleri yine sancılı. <br><br>Kritik toplantılar öncesi Rumların gizli belge ve bilgileri kamuoyuna sızdırarak pazarlık sırasında ellerini güçlendirme taktiği yine devrede. Avrupa Birliği Komisyonu’nun Türkiye ile ilgili hazırladığı İlerleme Raporu Kıbrıslı Rumlar tarafından basına sızdırıldı. Raporun, Kıbrıs Rum Yönetimi’nin istekleri doğrultusunda olduğu izlenimi yayılıyor.

Hayır, sadece izlenim değil. Rum Yönetimi, resmiyet kazanmamış raporda yapılan değişikliklerden memnun olduğunu bile açıklamış bulunuyor.

Rumların bu taktiğinin, geçmiş deneylerden herkesin çok iyi bildiği bir amacı var.

Türk tarafına "Sen çoktan bittin" mesajı verip kenara itmek, Türkiye’ye de "pazarlığı çok sıkı tutarsan çoğunluğu karşına alır, uzlaşmaz taraf olursun" diye gözdağı vermek ve satır arası pazarlıklarında istediği değişiklikleri elde etmek.

Tabii işin iç politika yönü de var. Bu tip haberlerle son an uzlaşmalarında kendi kamuoyuna "merak etmeyin biz istediğimizi kopardık" diyebilmek.

Henüz yayınlanmayan bir rapor hakkında konuşmak doğru değil.

Ama Rumların basına sızdırdığı iddiaları yorumlamak mümkün.

***

FİLELEFTEROS
Gazetesi’nde yayınlanan habere göre Rumların "elde ettik" dedikleri "kazançlar" şöyle.

"Türkiye, AB ile Ortaklık belgesi metni temelinde Kıbrıs Cumhuriyeti’ne karşı üstlenmiş olduğu yükümlülükleri reddediyor"; "Türkiye’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanıması, üyelik sürecinin esaslı unsurlarından biridir"; "Türkiye’nin taahhütlerini yerine getirmekte yetersiz kalması halinde müzakere prosedürünün tamamının etkilenmesi muhtemeldir."

Bu satırların girmesiyle Türkiye’nin AB üyesi olmak için Kıbrıs’ı tanımak zorunda olduğu şimdiden adım atmasının kendi hayrına olacağı söylenmiş oluyor.

Bunlar dense bile, yeni bir şey değil. Çünkü Türkiye Kıbrıs Rum Yönetimi’ni Kıbrıs’ın tek temsilcisi olarak tanımıyor. Bu köklü sorunun BM şemsiyesi altında çözümünden önce de tanımayacağını da açıkça söylüyor.

Avrupa Birliği’nin bu konuda Türkiye’ye verilmiş sözleri var. Gerek adaylık statüsünün verildiği Helsinki Zirvesi öncesinde Finlandiya Başbakanı’nın yazdığı mektup, gerek bu mektubu zamanın başbakanı Ecevit’e getiren Dış Politika Komiseri’nin garantisi Ankara’nın arşivlerinde. Ayrıca Türkiye’ye müzakere tarihi verilen zirve ve sonraki diğer bütün zirve toplantılarda Komisyon başkanlarının "Çözüme kadar Türkiye’nin Kıbrıs’ı tanıma mecburiyeti yoktur" şeklindeki açıklamaları da arşivlerde.

Rumlar, çözümden önce Kıbrıs’ın Türkiye tarafından tanınması ve sorunun Avrupa Birliği çerçevesine havalesini istiyorlar. Ama buna Türkiye’nin razı olması mümkün değil.

***

AYRICA
taslakta, Türkiye’nin pozisyonunu destekleyen yaklaşımlar da var. Türkiye’nin çözüm konusunda yapıcı bir tutum benimsediği belirtiliyor, Kıbrıs eylem planına dikkat çekiliyor. Ve Kıbrıs Türklerine yönelik izolasyonların kaldırılması gerektiği vurgulanıyor.

Nitekim Avrupa Komisyonu, Kıbrıs Türklerinin izolasyonuna son vermek için vaad ettiği mali yardımın ilk dilimini hafta içinde serbest bıraktı. Bu o kadar önemli olmayabilir ama bu yardım, Rum yönetimi üzerinden değil doğrudan Brüksel ile KKTC arasında kurulacak bir mekanizma aracılığıyla hayata geçirilecek. Ayrıca, Olli Rehn’in, "Bir sonraki adım doğrudan ticaret tüzüğü olmalı" sözleri de önemli.

***

KIBRIS
sorunu ne Avrupa kulislerinde ne de ilerleme raporlarıyla çözülebilir. Bu mesele, satır araları güreşiyle sonuca bağlanacak bir mesele değil.

Çünkü Kıbrıs, Türk kamuoyu vicdanında derin bir "adalet sorunu" haline geldi. Adil çözüm dışındaki her taktiğin, Türkiye’yi müzakereleri durdurma seçeneğini bile göze alabilecek noktaya getireceği artık fark edilmeli.
Yazının Devamını Oku

Açıktaki et

27 Ekim 2006
"AÇIKTA bırakılan et sorun yaratır" buyurmuş Şeyh efendi, " eğer bir parça eti alır ve sokağa, bahçeye ya da parka bırakırsanız kediler gelir ve onu parçalayıp yerler. Suç kimde şimdi? Kedilerde mi açıkta bırakılan ette mi?" Geçen ay Sydney’de bir camiide verdiği vaazda bunları söyleyen Şeyh Taceddin El Hilali, şimdi pişmanlıktan yorgan döşek yatıyormuş.

Müslümanlar dahil başta kadınlar, tüm Avustralya şeyhi topa tutmuş vaziyetteler.

Şeyh özür dilerken daha beter pot kırıyor.

"Ben sadece kadınların onurunu korumak istemiştim" diyor.

Kadınların onuru nasıl korunurmuş bakın. Vaazında onu da şu sözlerle belirtiyor.

" Kadın evinde, odasında oturur ya da çarşafta sokağa çıkarsa hiç bir sorun yaşanmaz."

Türban, çarşaf, peçe ile etrafa verilmek istenen mesaj, hayatı kitaba göre yaşamak gibi ne kadar derin ve felsefi içerikle sunulurlarsa sunulsun, tam da şeyh efendinin söylediği gibidir.

Yani kadın, doğuştan günahkar ve baştan çıkartıcıdır.

El Hilali’nin açık yüreklikle söylediği gibi. Eti açıkta bırakırsan, ki et kadın oluyor burada, kediler saldırır.

Sadece kadını değil erkeği de aşağılayan, eline beline diline sahip olamayan ne yaptığını bilmez seviyesine düşüren bir anlayış.

Şeyhin, tecavüzü suç olmaktan çıkartan, daha doğrusu suçu kadına yükleyen sözlerine büyük tepki geldi. Ama gericilik tahribatını yapmaya devam ediyor.

* * *

BUGÜN
tüm dünyada, kadınların kılık kıyafetlerinde değişiklik yapılması müslüman grupların cemaatleşmesinin, din adına iktidar alanı yaratmaya çalışan çıkar çevrelerinin güçlenmesinin ilk koşulu haline geldi.

"Batı ahlakına tepki"nin karşısına kadınları kapatarak ahlaki alternatif yaratma iddiasını türbanla, çarşafla, peçeyle somutlaştırmak en kolay yol.

Pekiyi kadınlar nasıl buna razı oluyor? Çünkü, Müslüman kadının diğer kadınlardan daha üstün olduğu inancı yaygınlaştırılıyor. Dinine bağlılığının, dolayısıyla da diğerleri gibi olmadığının, değerli olduğunun tescili türbanıyla, çarşafıyla, peçesiyle eline verilmiş oluyor.

Kimi bununla, toplumda ayrıcalıklara sahip oluyor kiminin ise boyun eğmekten başka bir çaresi yok zaten.

* * *
/images/100/0x0/55eaf60ff018fbb8f8a1e551
LÜBNAN’daki BM Barış Gücü’nün sözcülüğünü yapmış olan ve çok uzun yıllardan beri bu bölgede yaşayan Timur Göksel’in gönderdiği bayram tebriki Lübnan’ı ve "Yeni Ortadoğu"nun bugünkü halini gösteriyor.

Kadını et olarak gören anlayışın varacağı son nokta bu.

Evet açıkta ne göz var, ne saç, ne de et.

Ama sıfat da yok, isim de yok, kadın da yok.
Yazının Devamını Oku

Onun gözü uzayda

23 Ekim 2006
UZAY artık onlara ait. Öyle iddia ediyorlar. Bush Yönetimi’nin geçen hafta imzaladığı yeni uzay politikası belgesinde şunu söylüyorlar: "Uzayda hareket özgürlüğü Amerika Birleşik Devletleri için hava ve deniz gücü kadar önemlidir."

Çünkü "uzay faaliyetleri Birleşik Devletler’de ve dünyada güvenliği arttırarak, çevreyi ve canlı yaşamını koruyarak, ekonomik gelişmenin motoru olan bilgi akışını hızlandırarak, insanların dünya ve evrene bakışlarında devrimler yaratarak hayatı geliştirmiştir."

Kısacası, ABD’nin uzay faaliyetleri insanlığın gelişmesi için çok önemlidir bu yüzden herkes uzaydan uzak durmalıdır.

Çünkü "ABD uzayda haklarını, faaliyetlerini ve hareket özgürlüğünü koruyacaktır" ancak "gerektiğinde düşmanların ABD’nin ulusal çıkarlarına karşı olan uzay faaliyetlerini engelleyecektir."

Hayallerinizde de bile yıldızlara ve mehtaba yaklaşmaya kalkışmayın. Onların da sahibi var artık.

* * *

ASLINDA
yeni uzay politikası belgesinin kamuoyuna açıklanan bölümünde silahlanmadan söz edilmiyor, sivil amaçlar vurgulanıyor ama, bu yıl başında Pentagon’un Kongre’den yeni uzay silahları denemek için milyonlarca dolar istediği düşünülecek olursa, sadece mısır tarlalarının gelişimini gözlemek gibi sivil deneylerle sınırlı olmayacak bu yeni politika.

Birleşmiş Milletler’de 1967’de imzalanan anlaşmaya göre nükleer ya da diğer kitle imha silahlarının uzaya yerleştirilmesi yasak. Ama uzayın silahlandırılmasının yasaklanmasını öngören bir anlaşma gündeme geldiğinde ABD’nin her zaman çekimser kaldığı akıldan çıkmamalı.

Washington’un uzay politikası tabii ki yeni değil. Daha önceden Yıldız Savaşları projesi ortaya atılmış ancak hayata geçirilmemişti. Clinton Yönetimi de uzay planları yaptı. Şimdi Bush, tek taraflı hareket ve önleyici savaş stratejilerinin babası, uzaya yelken açıyor.

Hem de Irak’ta yapılanların "aptallık ve kibirlilik" olduğunun üst düzey diplomatlar tarafından itiraf edildiği bu günlerde.

Terörle mücadele adı altında işkencenin, askeri mahkemelerin yasallaştırılmaya çalışıldığı bir sırada, yani Amerikan rüyasının paramparça olduğu bir dönemde, hiçbir şey olmamışçasına yeni savaş alanları açıyor Bush Yönetimi.

Bu, gazeteci arkadaşım Zeynep Atikkan’ın ABD ile ilgili çalışmalarını yayınladığı yeni kitabında vurguladığı şeyin ta kendisi değil de nedir? Amerikan Cinneti.

* * *

11 Eylül
’ün beşinci yılında yani geçen ay, Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlanan Amerikan Cinneti’nde Zeynep Atikkan, Soğuk Savaş sonrası ABD’nin girdiği değişim süreci ve 11 Eylül’ün bu sürece etkilerini, gazeteci gözüyle ve ciddi bir gazetecilik çalışmasının ürünü olarak okuyucuya aktarıyor.

Globalleşmenin yarattığı yeni dinamiklerin, bugün "liberal ve layt bir Amerikan imparatorluğu" ile yönetilmesi gerektiğini düşünenlerin derininde, İngiliz İmparatorluğuna öykünmenin yatması gibi naif bir motifin de bulunduğunu ortaya çıkartan Zeynep Atikkan dindar sağ ile neo-con yani yeni muhafazakarların 21’inci yüzyılı Amerikan yüzyılı yapmak için nasıl güç birliğine girdiklerini tarihi tanıklıklarıyla yazıyor.

Sadece bayram tatilinde kolayca okunacak iyi bir kitap değil, ezberleri bozan gelişmeleri daha iyi değerlendirmek için bir el kitabı Amerikan Cinneti.

* * *

BU
güzel bayram gününde uzaya döşenmekte olan dikenli teller neden aklıma geliyor, yıldızlı semalarda hayallere dalmak varken neden bunlara takılmaktan kendimi alıkoyamıyorum? Bilginin silahtan daha çok koruduğuna inandığım için belki de sevgili okuyucularım. Dostlukla bayramınızı kutluyorum, neşeli bayramlar diliyorum.
Yazının Devamını Oku

Goril maskeli kızlar

22 Ekim 2006
GORİL maskesini yüzlerinden hiç çıkartmıyorlar. Sanat tarihinin ünlü kadınlarının isimlerini kod adı olarak kullanıyorlar. Protestonun kişilikleriyle değil, kadın sanatçı olarak kimlikleriyle ilgili olduğunu vurgulamak için. Venedik-İstanbul sergisinin İstanbul Modern’deki hazırlık çalışmalarında bizim tanıştığımız sanatçının adı Frida Kahlo’ydu mesela.

Haklarında bugüne kadar çok haber ve yazı okumuş ama çalışmalarını izleme fırsatı bulamamıştım.

1984 yılında New York’ta Modern Sanatlar Müzesi’nin düzenlediği o büyük sergide duydukları isyan ile başlıyor serüvenleri.

***

"ULUSLARARASI resim ve heykele bakış" adını taşıyan sergi çağdaş sanatın önde gelen eserlerini topladığı iddiasıyla kapılarını açtığı gün, bir grup kadın sanatçı 169 erkek sanatçıya karşın sadece 17 kadın sanatçının bu sergide yer alabildiğini hayretle fark ediyorlar.

Önce bildiriler dağıtarak bu durumu protesto ediyorlar. Ama hiç etkili olmuyorlar.

Heykeltıraş, grafiker, ressam hepsi sanatçı bir grup kadın, sanat dünyasında kadın eserlerinin büyük müzelere ve galerilere girememesi, bunun tabii sonucu olarak da kadın sanatçıların erkeklerden daha az para kazanmaları karşısında duydukları isyanı değişik bir biçimde dile getirmeye karar veriyorlar.

İşte Gerilla Kızlar böyle doğuyor.

İlk protestonun ses getirmemesi üzerine oturup iki poster hazırlıyorlar. Bir tanesine kadın sanatçılara yer vermeyen bütün müzelerin, galerilerin isimlerini alt alta yazıyorlar. Diğerinde de ayrımcılığın farkına varmadan buralara eserlerini veren erkek sanatçıların isimlerini sıralıyorlar.

Bütün gece New York sokaklarını bu dev posterlerle donatıyorlar. Ertesi sabah posterleri gören sanat dünyası hop oturup hop kalkıyor. "Mesajlarımızı çarpıcı olduğu kadar komik ve ironik yöntemlerle vermenin daha etkili olduğunu gördük" diyor Frida Kahlo. Kadın gazeteciler olarak biz de ayrımcılığa karşı sesimizi değişik yöntemlerle duyurmanın yollarını mı arasak diyorum. "Eğer böyle bir girişimde bulunursanız bize mutlaka haber verin" diyor.

Dur bakalım Frida.

***

ASLINDA
eserleri ciddi araştırmalara dayanıyor. Türkiye ile ilgili projeleri kahve falı. İstanbul Modern’deki sergileri için hazırlamışlar bu eseri. Kahve fincanının içinden Türk kadın sanatçıların konumunu okuyorlar.

Gorilla başlıklı gerilla kız Türk kadın sanatçıların daha şanslı olduğunu söylüyor. "Türk kadın sanatçıların geleceği" başlığını taşıyan büyük posterde, kadın sanatçılara dair ilginç sonuçlar var.

"İstanbul galerilerinde yapıtları sergilenen sanatçıların yüzde 40’tan fazlası kadın... Bu Avrupa ve ABD’dekinden çok daha yüksek bir yüzde...."

"Müzelere güvenmeyin bankalara güvenin. İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nin kalıcı koleksiyonunda sadece 17 kadın sanatçının eserleri var. İstanbul Modern’in durumu da iyi değil. Pera Müzesi içinde yalnızca iki kadın sanatçının yer aldığı bir ’Türk resminde kadın imgesi’ sergisi düzenledi. Sanatsal kaderiniz bir bankanın elinde olabilir. Bazı bankaların sicilleri çok daha temiz..."

Posterin üzerindeki bir başka ilginç mesaj ise şu: "Şansınızı donanmada deneyin." "Bir müzede serginizin açılması konusunda ısrarlıysanız Donanma Müzesi’ni deneyin. Deniz Müzesi Sanat galerisinde sergilenen yapıtların yüzde 75’i kadın sanatçılara ait."

Kadın sanatçıların en fazla ayrımcılığa tabii olduğu yer neresiymiş biliyor musunuz? Avrupa. Londra’daki sergilerinde bu konuyu işlemişler.

İstanbul Modern’deki bu sergi mutlaka izlenmeli. Bayram tatili de çok güzel bir fırsat. Sadece Guerilla Girls’ün eserleri değil, Venedik Bienali’nin ödüllü eserlerinin tümü, görülmeye ve düşünülmeye, hissedilmeye değer.
Yazının Devamını Oku

Avrupa ile tren kazası olacak mı

20 Ekim 2006
OLLI Rehn’in haziran ayında Lüksemburg’da sözünü ettiği tren kazası olacak mı? Bu sıralarda herkesin konuştuğu ve yanıt aradığı soru bu.

Bir yıl önce müzakere başlama kararı alındığında, yapılan bütün uyarılara rağmen pürüzlü konuların düzeltilmesi yine son ana bırakıldı.

301’inci maddeyle ilgili şikayetlerimizi, basın olarak biz çok önceden, iki yıl önce gündeme getirmiş ve bu maddenin düşünce, ifade ve basın özgürlüğünün önünde ciddi bir engel teşkil edeceğini söylemiştik.

Hatta, düzeltileceğine dair söz bile almıştık. Ben kendi adıma, Uluslararası Basın Enstitüsü’nün Yönetim Kurulu toplantısı nedeniyle düzenlenen bir akşam yemeğinde Başbakan Erdoğan’a bu konu iletildiğinde, kendisinden olumlu yanıt da alındığının tanığıyım.

Ama maalesef halkın taleplerine kulak kapatmak gibi bir alışkanlık var bu ülkede.

Mutlaka dışarıdan dayatılacak bazı şeyler.

* * *

AVRUPA Birliği üyesi ülkelerin diplomatları, Brüksel’den gelen mesajlarda iki konu öne çıkıyor. 301 ve Kıbrıs.

301 için geç bile kalındı. Kaldı ki ifade ve düşünce özgürlüğünün önündeki tek engel 301 değil. Ya 288, terörle mücadele yasasının getirdiği kısıtlamalar?

Onlar da gelecek yılın ilerleme raporunun malzemeleri mi olacak?

Her yıl sonu Türkiye ile ilgili ilerleme raporu yayınlanırken, Brüksel’in gözüne batan bir iki konuda düzeltme ile Avrupa Birliği sürecinde yürümek mümkün değil.

Bu çok daha sıkıntılı ve hiçbir köklü kararın alınamadığı bir sürece, daha doğrusu bir sürünme haline dönüşmek üzere.

Belki de herkes bundan memnun. Böylece her iki tarafın da fazla bir yükümlülük altına girmeden sürdürebileceği bir ilişki kuruluyor. Üstüne düşenleri yapmaktan kaçanlar memnun olsa da bu bize zarar veriyor. Avrupa kapısında sürünen bir ülke konumundan bir an önce çıkmanın yolu, bazılarının beklediği gibi ilişkileri kestirip atmak mı yoksa halkın demokratikleşme taleplerini ciddiye almayan bir ülke haline gelmek mi? Bu konuda bir an önce karar vermemiz gerekiyor.

* * *

KIBRIS
konusunda ise ilginç gelişmeler var. Finlandiya dönem başkanı olarak hazırladığı öneriyi sözlü olarak taraflara sunduktan sonra yeni bir egzersiz başladı. Maraş’ın BM denetiminde Rumlara açılması ile Gazi Magosa limanından KKTC ile Avrupa Birliği arasında doğrudan ticaretin başlamasını öngören paketi kimse reddetmiyor ama kabul da etmiyor.

Görüştüğüm yabancı bir diplomata göre Finlandiya’nın da istediği bu.

Kıbrıs konusunun tren kazasına neden olmaması için yeni bir açılıma fırsat tanımak, zaman kazanmak.

Gelen haberler, son günlerde ABD’nin de Finlandiya’nın girişimini desteklemek için hareket geçtiği yönünde.

Türkiye, Maraş’ın açılmasının kapsamlı çözümün bir parçası olduğunu söyleyerek bu öneriyi reddetti. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Maraş’ın önce yüzde 20’sinin BM denetimine verilmesini önererek aşamalı açılım üzerinde çalıştığı ileri sürülüyor.

Finlandiya, Türkiye ve Kıbrıs Rumlarının değişiklik önerilerini teker teker toplayıp bir formül oluşturmaya çalışıyor.

Bu arayışın sonuç getireceğini hiç sanmıyorum. Ama hiç değilse tren kazasının istenmediği anlaşılıyor.

Pekiyi ne olabilir? Kıbrıs’a limanların açılmasıyla doğrudan ilgili fasıllarda müzakere açılmayabilir, diğerleri devam eder.

Türkiye AB’den uzaklaşmaz ama yaklaşmaz da.
Yazının Devamını Oku

General konuşunca

16 Ekim 2006
İNGİLTERE Genelkurmay Başkanı konuşunca ortalık karıştı. Generaller konuşmalı mı? İngiltere’de bu bir kez daha olmuştu. Margaret Thatcher Falkland’ı savaşarak almaya karar verdiğinde, zamanın genelkurmay başkanı karşı çıkmış, görüşünü siyasi mekanizma içinde dile getirmiş ama Thatcher kararından vazgeçmemişti. Thatcher’ın dediği oldu ve savaş başlayıp zaferle bitti.

Bu kez öyle olmadı. General Sir Richard Dannat, üç gün önce Daily Mail Gazetesi’ne yaptığı açıklamalarda Irak’taki varlıklarının kaosu arttırdığını söyledi ve "bu ordu bize ileride de lazım olacak" anlamına gelen açıklamalar yaparak Irak’taki durumun orduyu zayıflattığını ima etti.

"Savaştan önce hedef, Saddam’ı devirip liberal demokratik bir Irak’ın kurulmasını sağlamaktı ama artık oradaki tek amacımız Irak’ın bütünlüğünü korumak" dedi.

Dün İnternetteki tepkilere baktığımda, askerlerden ve savaş karşıtı geniş cepheden generale büyük destek olduğunu gördüm.

***

ESKİ
savunma bakanları ise bir askerin siyasi konularda görüş açıklamasına şiddetle karşı çıkıyorlar.

Malcolm Rifkind, "Generalin söyledikleri doğru. Ve kamuoyunun geniş bir kesimi tarafından da paylaşılıyor. Ama o mevkiideki bir görevli bunları söyleme özgürlüğüne sahip değildir" demiş.

Bu açıklamaya gelen okuyucu tepkileri, kavramların fena halde karışmaya başladığını ortaya koyuyor.

Batı demokrasisi ciddi bir zihinsel kaostan geçiyor. (Fransa örneği ortada.)

Tartışmalar "Generalin maaşını biz veriyoruz. Dolayısıyla bize, yani halka karşı sorumludur. Hükümetler geçicidir, asker düşüncelerini, endişelerini bize açıklamak zorundadır" noktasına, yani Nazizme geçit veren o tehlikeli popülizmin başladığı noktaya hızla ilerliyor.

***

İNGİLTERE
Genelkurmay Başkanı neden konuştu? Çeşitli iddialar var. Sir Dannat’ın, "ABD politikalarına rehin düştük" mesajı vermek için bu açıklamaları yaptığını ileri sürenler olduğu gibi, "Aralık ayında BM’nin Irak ilgili kararının zamanı dolacağı için İngiltere, çekilmenin alt yapısını hazırlıyor" diyenler de var.

Ama nereden bakılırsa bakılsın ortaya çok ciddi bir durum çıkıyor.

Siyasi sınıf ile onun kararlarının uygulayıcısı konumundaki bir kurum arasındaki zıtlık kamuoyu önüne dökülürken işler nasıl yürüyecek?

Siyasi karar olmadan general birliklerini alıp Irak’tan çekilebilecek mi? Siyasileri buna ikna edemezse Irak’taki zor koşullarda askerlerin göreve devam etmesi nasıl mümkün olacak, onları kim motive edecek?

***

İNGİLTERE
Genelkurmay Başkanı, fikirlerini açıkladı. Askerlerin de siyasi fikirleri elbette var. Kendi kurumlarının içinden gelen sese kulak kabartacak ve nabzını tutacak üst seviyedeki askerler. Nitekim Sir Dannat’ın açıklamalarının altında Irak’taki birliklerden gelen baskı var.

Pekiyi asker fikirlerini açıklamayacak mı?

Tabii ki açıklayacak. Ama öyle uluorta değil. Hiyerarşik hukuki düzen içinde, kime karşı sorumluysa, talimatı kimden alıyorsa ona açıklayacak görüşlerini, hukuki platformları kullanacak.

Generaller de siyasetçiler gibi görüşlerini bildirdiklerinde halktan destek bulabilirler, ama arada bir fark var, siyasetçi haklılığının ölçüldüğü siyasal mekanizmalara sahip, seçimler gibi. Ya generallerin haklılığı nasıl ölçülecek?
Yazının Devamını Oku

Nobelli bir ulusuz onun sayesinde

15 Ekim 2006
NE denirse densin. İster pazarlama yöntemlerinden söz edilsin, isterse kararın siyasi olduğu tartışılsın. Bunlar sonucu değiştirmez. Bizim de artık bir Nobel’imiz var.

Düşünce açıklamanın, fikir üretmenin, gözlemlediğini olduğu gibi aktarmanın yasal baskılar ya da kafalardaki duvarlar yüzünden çok zor olduğu bir ülke burası.

Gençleri düşünceleri yüzünden hapislere attık, dağlara kaçırttık, köşelere sıkıştırdık.

Sonunda entelektüel tartışmalarımızı bir tek noktaya, din noktasına odaklayarak çoraklaştırdık.

Biz haramları, sevapları, takvaları, mekruhları tartışırken, aydınlarımızı ve aydın olmayı, "entel-dantel" tanımlamalarıyla aşağılarken, yasaklar ve vasatlarda kurtuluşu ararken, biri çıktı bize Nobel’i getirdi.

Bu büyük bir olay. Büyük mutluluk.

Sorunlarımızın üstesinden bir türlü gelememenin verdiği güvensizliği, belki aşmamıza yardımcı olacak bir fırsat bu.

***

BİZ
değil miyiz "muasır medeniyet" seviyesine ulaşmak için seksen yıldır mücadele eden.

İşte Nobel.

Edebiyatımızın "muassır medeniyet" seviyesinde olduğunun dünyaya ilanı.

Şimdi neden bu burun kıvırma, kılı kırk yarma?

Oysa şimdi, Orhan Pamuk sayesinde yeniden canlanacak olan merakı beslemenin, tartışmalarda entelektüel düzey aramanın, sanatçılarımızı kollamanın tam zamanı.

Türk sanatının, sanatçılarımızın dünya sahnesinde rekabeti için destek vermenin, ödenekler ayırmanın tam zamanı.

Başbakanımız ve bakanlarımız Pamuk’u telefonla arayıp tebrik etmişler. Yetmez. Ben bu vesile ile çok daha etkili bir açılım bekliyorum. Sanata ve sanatçıya sahip çıkacak bir açıklama, çağdaş Türkiye’nin sesi gibi bir kampanya ile sanatı geliştirecek özel bir politikanın ilanını bekliyorum.

Kültürümüz deyip duruyoruz ama onu geliştirecek, rekabet edebilmesini hızlandıracak ne yapıyoruz?

Çevrem, yıllarını sanat eğitimine veren gençlerle dolu.

Bu çabaların karşılığında bizim onlara verdiğimiz ne var? Hiç. Bastırıp susturamadıklarımızı, açlıkla, ilgisizlikle vaz geçirtecek kadar ısrarlı bir umursamazlık.

***

NOBEL
jürisi Orhan Pamuk’u 2006 edebiyat ödülüne neden layık gördüğünü şu cümleyle açıklıyor: "Doğduğu kentin melankolik ruhunda kültürlerin çatışma ve buluşma noktalarını anlatırken bulduğu yeni semboller için."

Sanat hayatı en incelmiş biçimiyle aksettiren aynaysa eğer, orada siyaset de tabii ki var olacak.

Herman Hesse, Ernest Hemingway, Jean Paul Sartre, Soljenitsin Nobel ödüllü yazarlardan ilk aklıma gelenler. Onlara ödül verilmesinin siyasi mesajı yok muydu? Vardı tabii.

Geçen yıl ödül alan Harold Pinter, son yıllarda suskunluğa gömülmüştü ama yazdıkları, Amerikan tutuculuğuna karşı en etkili karşı çıkış değil miydi? Biz onu bu yüzden sevmiyor muyduk zaten?

Yaratıcılığın temelinde muhalefet vardır. Karşı çıkma, yalnızlığı göze alma vardır.

Sanatçılar bu duruşlarıyla dikkat çeker, empati toplarlar. Bugün uluslararası entellektüel çevrelerde Türkiye dendi mi, ne yazık ki ilk akla gelen düşünce özgürlüklerine yönelik kısıtlamalar, 301 kurbanları ve çözümsüzlük direncidir.

Nobel ödülüne sevinemeyenlere, neden Orhan Pamuk’a ödül verildi diye kendi kendilerini yiyeceklerine, Türkiye’nin bu görüntüsünü değiştirmek için ne yapabileceklerini düşünmeye başlamalarını tavsiye ediyorum. Ben çok seviniyorum.
Yazının Devamını Oku

Günü kurtarma zamanı geçti

13 Ekim 2006
BAKIYORUM, daha şimdiden Fransa Meclis kararının yasalaşabilmesi için önümüzde uzun bir yol olduğu yorumları yapılmaya başlandı bile. Hayır önümüzde uzun yol filan yok. Önümüzde aklını başına toplayıp uzun vadeli planlar hazırlama görevi var.

Tartışılan öneriler ciddiye alınır gibi değil. Türkiye’de çalışan Ermenistanlıların iadesi örneğin.

Tam tersi, zorluklar nedeniyle buraya gelip çalışma durumunda kalan, bir anlamda yaşamak için Türkiye’ye sığınan insanlara, birlikte getirdikleri çocuklarının okul sorunlarını çözmek gibi olanaklar sağlamalıyız. Halklar arasındaki yakınlaşmayı derinleştirecek adımlar atmalıyız.

Fransa’ya ekonomik ambargo önerisi de etkili bir seçenek değil.

AXA olayını unutmayın.

New York Life ile AXA aleyhine Ermeni diasporasının açtığı dava sonucu her iki sigorta şirketi de 37.5 milyon dolar tutarında para ödediler davacılara. Bu ödeme soykırım iddiasının ilk kez resmi olarak kabulü olarak yorumlanıyor ve hukuki referanslarda da öyle geçiyor.

Türkiye’de AXA’nın ortağı OYAK. Ne bu ödeme engellenebildi ne de ilişki kesilebildi.

Boş tehditlerden kaçınmak lazım.

Fransa ile diplomatik ilişkilerin kesilmesini önerenler de oldu. Bu da, diyalog kanallarını derinleştirip Türkiye’nin sesinin duyulmasını engellemekten başka işe yaramaz.

Pekiyi ne yapmalıyız?

* * *

SOYKIRIM
iddiasına uluslararası meşruiyet sağlayıp Birleşmiş Milletler’den bu konuda bir karar çıkartmak için çalışan güçlü çıkar mekanizmasına karşı mücadele ile Türkiye- Ermenistan ilişkilerini birbirinden ayırmak üzerinde daha ciddi düşünmeye başlamalıyız.

Çünkü bu mekanizmanın pazarladığı uzun vadeli amaç, Ermenistan’ı siyasi olarak da denetim altına alarak Kafkasya’yı yeniden biçimlendirmek.

Fransa ve Hollanda’nın yaptıklarının ise tam tersini yapmalıyız. Yani ifade ve düşünce özgürlüğünü kısıtlamadan bu meselenin tartışılmasını sağlamalıyız. Üniversitelerde özgür ortamlarda düşünce üretilmesini ve bugün Ermeni diasporasının gözüyle yorumlanan belge ve kanıtların Türk bilim adamlarının gözüyle yorumlanmalarını desteklemeliyiz.

Birbirimizi yemeden gerçeğin peşinden koşmalıyız.

Çünkü bakın neler oluyor. Önümüze açılan bu süreci bilgisiz ve hazırlıksız göğüsleyemeyiz biz.

* * *

SİGORTA
davalarını kazanan Kaliforniyalı Ermeni Hukukçular Geragos&Geragos, Brian Kabaleck ve Vartkes Yeghiayan adlı avukatlık şirketleri (ki sigortaların ödediği tazminatın üç milyon doları bu firmalar arasında paylaşıldı. Büyük para var bu işte) Alman Bundesbank ve Dresdner Bankaları aleyhine toplu dava açıyorlar.

1915’den sonra bu bankaların Ermenilere ait altın, para ve sanat eserlerini İstanbul Hükümeti’nin talimatı doğrultusunda Osmanlı topraklarındaki şubelerinden Avrupa’ya transfer ettiğini ileri sürerek bunların iadesini istiyorlar. 1915 değeri üzerinden 22.5 milyon dolar ve faizlerinin ödenmesi isteniyor bankalardan. Avrupalı Musevilerin İsviçre bankalarındaki altınları için açılan davanın yolu izleniyor.

Dava, bu yıl başında 13 Ocak’ta California Yüksek Mahkemesi’nde açıldı. Bölge Hakimi Margaret M. Marlow, 78 sayfalık bir gerekçe hazırlayarak davayı kabul ettiğinde, avukatlar "soykırım mağdurlarının çocukları adalete ve gerçeğin tanınmasına bir adım daha yaklaştılar. Bundan sonra Türkiye aleyhine soykırım davası açmak zaman meselesi" açıklamasını yaptılar.

Bu dava devam ediyor. Arnold Schwarzenegger de California Valisi olarak, 26 Eylül’de, yani iki hafta önce bir karar çıkartarak destek verdi. California eyaletinde yaşayan Ermeni soykırım mağdurlarına ait para ve malların varislerine iadesi için Asya ve Avrupa mali kuruluşlarına Kaliforniya mahkemelerinde dava açma olanağı tanındı. Bu ciddi sonuçlara gebe hukuki bir süreç. Çünkü artık sıra tazminat meselesine ve hukuk aşamasına geldi.

Karşımızda günü birlik tepkilerle idare edemeyeceğimiz bir dönem var. Farkında mıyız?
Yazının Devamını Oku