Ferai Tınç

İran ile gaz anlaşmasını araştırdım

16 Temmuz 2007
PETROL meselelerinde iyimser ile kötümser arasındaki fark, kötümserin genelde konu hakkında daha fazla bilgi sahibi olmasından kaynaklanırmış. Bilenler böyle diyor.

Türkiye ile İran arasında cuma günü imzalanan enerji anlaşması, her ne kadar önemli bir adım olsa da, "enerjide kartların değiştiği, Rusya’nın doğal gaz tekelinin kırılacağı" gibi kesin yargılara varmak içi çok erken.

Her şeyden önce Enerji Bakanı Hilmi Güler ile İran Petrol Bakanı Kazım Veziri Hamaneh’in imzaladıkları nihai anlaşma değil. Bir "memorandum of understanding" yani bir mutabakat belgesi. Bir ön anlaşma.

Dünya enerji sektörünün tozlu rafları böyle ön anlaşmalarla doludur.

Bunların kesinleşmesi, ayrıntılı incelemelerin, pazarlıkların ve tabii ki enerji piyasalarının büyük aktörlerinin etkileyeceği dengelerin denk gelmesiyle mümkün.

İran Ulusal Petrol Şirketi NİOC’un uluslararası ilişkiler bölümü başkanı Hüccetullah Ghanimifard, İran haber ajanslarına yaptığı açıklamada, Türkmenistan ve İran gazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınmasını öngören görüşmelerin önümüzdeki ay sonuçlanacağını söyledi.

Buna göre projenin yapısı, yatırım biçimi, sermaye paylaşımı önümüzdeki ay yani seçimlerden sonra belli olacak. Olursa tabii. Boru hatlarının inşası da ayrı bir sorun.

* * *

MUTABAKAT
belgesi bir başka önemli konuyu içeriyor. Dünyanın önemli doğal gaz rezervlerinin bulunduğu Güney Pers sahasının üç fazında Türkiye’ye yatırım olanağı tanıyor.

Bu mutabakatın kesinleşmesi ise İranlı yetkililere göre, "dört ile altı ayı" alabilir.

Ancak İranlı yetkililer bu anlaşmanın geri ödemeli olacağını söylüyorlar. Yani Güney Pers Sahası’nda üretim tesislerini yapacak yabancı firmaların yaptığı harcamalar, yatırım bedeli ödenene kadar "belli bir süre" bedava doğal gaz ile karşılanacak.

İran, dünyanın ikinci en büyük petrol ve doğal gaz rezervlerine sahip ülkesi olsa da enerji alt yapısı çok eski ve zayıf halde.

Bu alanda yabancı yatırıma şiddetle ihtiyacı var. Nükleer kriz nedeniyle köşeye en fazla sıkıştığı bu dönemde, yatırımcılar açısından pek cazip görülmüyor.

Dolayısıyla, Türkiye’nin yapacağı alt yapı yatırımları İran açısından önem kazanıyor. Bu anlaşma, Türkiye’ye sahalarda uzun vadeli üretim hakkı ya da pay sağlayacaksa, uluslararası baskılara göğüs germeye değer.

Çünkü bu girişimin, BM kararlarıyla çelişme olasılığı da var. Ankara, yaptırımların sınırına girmediği görüşünde olsa bile.

* * *

AVRUPA
’yı Rus doğal gazına bağımlılıktan kurtarmak üzere geliştirilen Nabucco, Rusya’nın geçen ay İtalyan enerji şirketi ENİ ile imzaladığı doğal gaz petrol boru attı anlaşması ile zora girdi. Nabucco’nun hayata geçememesinde, Avrupa enerji kulisleri Türkiye’nin AB ile ilişkilerindeki hayal kırıklığını etkili görüyorlar.

Türkiye’nin de üyesi bulunduğu Nabucco Konsorsiyumu’nun başındaki Avusturya’nın Dışişleri Bakanı’na Ankara’da randevu verilmemesinden tutun da, şimdi altıncı partner olarak katılmak isteyen Fransa’nın Gaz de France şirketine kırmızı kart gösterilmesine kadar çeşitli olaylar bu söylentileri besliyor.

Şimdi İran ile varılan mutabakat ile "Nabuco projesini kurtardım" demek kolay değil.

Zaten bu o kadar önemli bir adım ki, gerçekten sonuç isteniyorsa ağır olmakta yarar var.

Ne demişler, ağır ol molla desinler. Şaka bir tarafa, bu mutabakatı nihai anlaşma diye lanse etmek seçim öncesi prim toplama çabası olarak yorumlanabilir.
Yazının Devamını Oku

Yabancı gözü

15 Temmuz 2007
DERGİ kapağındaki genç kızı önceden tanıyor gibiydim. <br><br>Resme dikkatle bakınca anımsadım. Time Dergisi’nin kapağındaki türbanlı genç kız resmini, Hollandalı ressam Vermeer’in dört yüz yıl önce yaptığı ünlü "İnci Küpeli Kız"a benzetmiştim. Bir zamanlar, kapak konuları evrensel bir değerlendirme kıstası olan Time Dergisi de eski ağırlığını korumuyor artık.

Bu hafta Amerikan baskısının kapak konusu, Demokratların dini nasıl siyasete soktukları idi.

Üstünkörü işlenmiş, sıradan bir konu.

Avrupa Baskısı’nda ise, aynı adlı romandan aktarılan filmini de izlediğimiz İnci Küpeli Kız’ı andıran, yani her Avrupalıya aşina gelecek olan bir türbanlı Türk kızını kapak yapmış.

Bu "aşina"lık olayı satışları artırma sırlarından biridir.

Okuyucu, kendine yakın olanı, aşina geleni daha fazla alır.

Zaten kapak konusu da yine bu sıralarda, Batı basınının en fazla itibar ettiği bir yaklaşımla işlenmişti:

Türkiye bu seçimlerden sonra ne olacak? Radikal İslam Türkiye’yi de mi ele geçiriyor?

Bugün, borsadaki hisselerinin durumu, düzgün gazetecilik yapma endişesinin önüne geçmiş olan her yayın organı için Türkiye ağız sulandıran bir konu.

Orasından burasından biraz çekiştirip, ilginç resimlerle de paketleyince okunma ve izlenme garantisi kesin.

***

İŞTE
Time Dergisi’nin, kapağın ben böyle değerlendiriyorum.

Haberi, dikkatli okuyunca da orasına burasına serpiştirilmiş, fazla dikkat çekmeyen ama okuyucuyu garantili biçimde yönlendiren cümlecikler dikkatimi çekti.

Gelişmelerle ilgili hiçbir ön bilgi vermeden, AKP’nin cumhurbaşkanlığı seçimleri konusunda, bir yıldan beri sürdürdüğü dayatmacı tavrının yarattığı gerginlikten hiç söz etmeden, "Türk askeri Nisan’da Cumhurbaşkanı seçimlerini engelledi" demekle yetinmek gibi;

"Gül’ün cumhurbaşkanı olma çabaları askerler tarafından engellendi" gibi;

Ya da, "Türkler derin biçimde bölünmüş durumdalar. Ve hiçbir yerde fay hatları laik, İslamcı ya da ulusalcı genç Türkler asındaki kadar derin değil" sözleriyle, bir Türkiye tablosu çizildiğini fark ettim haberde.

***

TÜRKİYE’de durum bu mu?

Dışişleri Bakanı Gül’ün cumhurbaşkanlığına sadece askerler mi karşı çıktı? Sivil tepki hiç mi yoktu? Ya da karşı çıkanlar darbe meraklısı siviller mi?

Ayrıca, seçim ortamında gençlerin aktif biçimde siyasete katılıyor olmaları, mutlaka derin bir bölünmeyi mi göstermeli?

Demokratik seçim ortamında, seçmenlerin, gençler de dahil tabii, kendilerine yakın hissettikleri düşünceyi savunan partilerin kazanmaları için çalışmaları neden tuhaf olsun?

Bu gençler birbirlerine mi giriyor? Çalışmalarını engelleyen mi var?

Demokratik bir kampanya sürüyor. Dergi’nin muhabiri bu çalışmaları, "Gençler arasındaki derin bölünmenin Türkiye’nin geleceğine damgasını vuracağı" kehanetiyle yorumluyor.

Seçimleri, laiklikler ya da İslamcılar arasında bir ölüm kalım mücadelesi gibi görmek ve okuyucusuna öyle yansıtmak, Batılı bir gazeteci gözüyle çok cazip. En azından bir hafta daha Türkiye konusu manşetlerini kurtarır.

Ama benim için öyle değil. Bu seçimleri ben Batılı gazeteci gözüyle görmüyorum. Onların gözüyle kendimizi değerlendirmeyi de yanlış buluyorum.
Yazının Devamını Oku

Kes sesini

13 Temmuz 2007
OKUSAYDIM inanmazdım. Meclis Başkanı’nın "Kes sesini" dediğini ekranda kulaklarımla duydum.

Mersin’de, "23 Temmuz’da bizi unutursunuz" dediği için Meclis Başkanı’ndan "fırça yedi". "Kes sesini!"

Çiftçi Bey, siz kendinizi ne sanıyorsunuz sesinizi çıkarmaya kalkışıyorsunuz. Kesin sesinizi.

Pardon, "Kes sesini!"

Unuttum bir de "saygısız"ı vardı.

"Kes sesini! Saygısız."

* * *

SEÇİMLER
yaklaştıkça sinirler geriliyor.

Politikacı vitrine çıktığı dönemde bile, tahammülünü kontrol edemiyorsa sonrasını artık siz düşünün.

Bu gerginlik içinde erkeklerin seslerini sürekli yükseltmeleri-meydanlarda kadın adayların esamesi okunmuyor- birbirlerine idam urganları fırlatarak delikanlılık taslamaları, cumhurbaşkanlığı hesaplarına girmeleri benim bu kampanyaya ilgimi giderek azaltıyor.

Çünkü ben başka şeyler sormak, başka şeyler duymak istiyorum.

* * *

TÜRKİYE’de laikler askerden yana, darbeci. AB yanlıları, demokratlar AKP’yi mi destekliyor sahiden?

Bu iddialara CHP’nin, AKP’ye karşı sadece rejim noktasında muhalefet etmesi yol açıyor aslında.

CHP, sol muhalefeti tamamen bıraktı. MHP zaten kendi çizgisinde muhalefetini yapıyor, DP muhafazakar sağ alternatif söylemi tutturmaya çalışıyor.

Sol muhalefet yok.

301, hálá duruyor. Basın üzerinde sansür niteliği taşıyan diğer maddeler de öyle. Bu meseleler hiç tartışılmıyor.

Sadece demokratikleşme mi? AKP, Avrupa Birliği reformları konusunda da elini tam olarak taşın altına koymadı. Bunu da sormuyor CHP.

Avrupa Birliği ilerleme raporlarına üşenmeyin ve bir daha göz atın.

İhale yasaları, rekabet ortamının adil düzenlenmesi, sosyal haklar, sendikalaşma alanlarında yapılacak çok şey var.

Hukuk devletinin güçlenmesini sağlayacak uyum çalışmalarını tamamlamalıydı AKP Hükümeti.

Sonuçta halkın çıkarına değil miydi bunlar?

"Çoğunluk bizdeydi ama bize cumhurbaşkanını seçtirmediler. Mağdur ettiler" diyen AKP’li politikacılara, "Elinizdeki o çoğunluk imkánını neden daha fazla demokratikleşme için kullanmadınız?" sorusunu sormak isterdim.

Sorulsun isterdim.

* * *

BU
seçimlerde ilk kez, birilerine karşı mecburen bir başkasını desteklemek durumunda değilim. İlk kez rahatım.

Yani, benim aklıma gelen soruları soran birileri var. Yaşadığım bölgenin bağımsız adayı Baskın Oran Hoca’nın Meclis’e girmesini istiyorum.

Bana "oyun boşa gidecek" diyenlere "A ya da B,C hangisine verirsem oyum boşa gitmeyecek?" diyorum.

Benim oyum ne zaman boşa gitmedi ki? Ne zaman bir derdim olduğunda Ankara’da çalacak bir kapım oldu?

Kim benim sesimi Meclis’te yansıttı? Kimin üslubu üslubuma uydu?

Herkesin bir cemaati, bir aşireti var, neden benim olmasın?
Yazının Devamını Oku

Yoksullar da İstanbul’da

9 Temmuz 2007
İSTANBUL’un trafiği nefes kesiyor. Yatırımcılar geliyor, alıcılar geliyor, düğün yapmak için çevremizdeki ülkelerden zenginler geliyor. Haberleri her yerde. Dün sessiz sedasız, birileri daha geldi İstanbul’a.

Onlar, dünyanın en yoksul ülkelerinin temsilcileri.

Dünya nüfusunun yüzde 12’sini oluşturan 50 ülke, küreselleşme ile nasıl başa çıkacaklarını tartışacaklar bugün İstanbul’da.

Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında düzenlenen, Türkiye’nin ev sahipliğinde yapılacak olan toplantıda şu heyecanlı günlerimizde hiç ilgimizi çekmeyen, sıcak gündemimizde umurumuzda olmayan, olmaması için gözlerimizi sımsıkı kapattığımız, kendi derdimizin kendimize yettiği bahanesiyle kulaklarımızı tıkadığımız sorunlar tartışılacak.

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-Moon, 2 Temmuz’da açıkladığı Bin Yıl Kalkınma Hedefleri 2007 Raporu’nda, 2004 verilerine göre 980 milyon kişinin günde bir ABD doları ya da daha az bir parayla hayatını sürdürmek zorunda olduğunu belirtiyor.

Önlenebilir sorunlar sonucu doğum sırasında her yıl yaşamını yitiren yarım milyon kadından, AIDS yüzünden annesiz ve babasız kalan çocuk sayısının 15 milyonu geçtiğinden söz ediyor.

* * *

EN
az gelişmiş 50 ülkenin küreselleşmeden en olumsuz etkilenen ülkeler olmaları tesadüf değil.

Bir defa bu ülkelerin demokratik kurumları yeterince gelişmiş değil. Daha da önemlisi uluslararası pazarda rekabet şansları yok.

Örneğin uluslararası ticari engeller, kota ve tarifler en az gelişmiş ülkelerin ihracat potansiyelinde her yıl 2.5 milyar dolarlık bir kayba yol açmakta.

Tarım alanında küresel pazardaki hisseleri 81-90 yılları arasında yüzde 2.3 iken, geçen on yıl içinde bu oran 1.8’e gerilemiş durumda.

Örneğin Ruanda kahvesi çok kaliteli ama uluslararası gıda standartlarına uyum sağlaması çok pahalıya mal oluyor.

İnsanlığın ayıbını yüzüne vurmamak için olsa gerek, en yoksul değil de en az gelişmiş ülkeler olarak sınıflandırılan bu ülkelere yardım için zengin ülkeler çok vaatlerde bulundular.

Dünyanın en zengin ülkeleri, 2005 yılında İskoçya’nın Gleneagles kasabasında yapılan toplantıda, 2010 yılına kadar Afrika’ya yaptıkları yardımı iki katına çıkartma sözü verdiler.

Ne oldu? 2005-2006 yıllarında Afrika’ya yapılan yardım iki katına çıkmak şöyle dursun yüzde 5.1 oranında azaldı.

Gelişmiş ülkelerden sadece Danimarka, Hollanda, İsveç, Lüksemburg ve Norveç, BM’de alınan karara göre gayri safi milli hasılalarının yüzde 0.7’sini en az gelişmişlere yardım için ayırıyorlar.

Gelişmiş ülkelerin yardım vaatlerini tutmamaları, yoksullukla mücadelede en önemli sorunlar arasında.

* * *

EN az gelişmiş ülkeler ile gelişmişler arasında eşitliğin sağlandığı tek platform, uluslararası kuruluşlar. ABD’nin de bir oyu var oralarda, Kongo’nun da.

Hem insanlık açısından bir borç onların sorunlarına çözüm aramak, hem de uluslararası ittifak arayışında dostlukları sağlamlaştırmak açısından.

İyi ki Türkiye böyle bir toplantıya ev sahipliği yapıyor.
Yazının Devamını Oku

Kurbanın göğsündeki damga

8 Temmuz 2007
O öyle kala kaldı. Unutulacak. Bir resim karesi. 0 kare aklımdan hiç çıkmıyor. <br><br>Kamera başucundan almış. Kanlar içinde toprakların üzerine serilivermiş. Siyah eteklerinin altından şıpıdık terlikli çorapsız ayakları karanlığa uzanıyor.

Töreye kurban edilecek kadınlar siyah giyinirmiş. O da siyah etek ve tişört giymiş.

Siyah uzun kollu bluzunun göğsündeki yazı dikkatimi çekiyor.

"Ladyship" yazıyor göğsünde. "Hanımlık" tarikatının bir üyesi gibi.

Altında 1939 tarihi görülüyor. Neden böyle bir yazı var tişörtte, merak ediyorum, araştırıyorum.

İkinci Dünya Savaşı’nın etkilerinin İngiltere’de de hissedilmeye başlandığı 1939’da, BBC’de gösterilen bir dizinin adıymış Little Ladyship - 1939.

Çok sert bir eğitim ve sıkı kurallar altında küçük hanımefendi olarak yetiştirilen genç bir kızın hikayesi anlatılıyor dizide.

Demek birileri bu diziyi anımsamak için tişört dokutmuş.

O yazı, o mesaj Şanlıurfa’ya uzanmış, töreye kurban giden Yasemin’in, kefen niyetine giydiği kıyafetinin damgası olmuş.

Ne ailesinin namusunu lekelediği ileri sürülen Yasemin, ne de kızını öldürdükten sonra karanlıkta öyle kala kalan babası ırgat İbrahim Halil farkındaydı orada "Hanımefendi" yazdığının...

***

BABALAR
kızlarına hayrandır, kızlar da babalarına.

Yasemin’in babası sağ elini, kanlı parmaklarıyla beli hizasında unutmuş gibi tutuyor, sol elini karşısındaki polise uzatıp konuşurken.

Bir yanı kendisini kurtarmaya çalışıyor, katil yanı çoktan teslim olmuş.

Birkaç gün önce seçim nabzını tutmak için geldiğimde, bana ne demiştiniz, siz ey Şanlıurfa’da çarşıda, sokakta, parkta,bahçede konuştuğum erkekler? Hani Şanlıurfa’da namus uğruna kadınları öldürmek diye bir şey yoktu?

Hani, töre möre, bunlar hep dedikoduydu?

Neden bu genç kadının cenazesini kaldıracak bir isyankar ruh, bir cesur adam çıkmadı.

***

HADİ sizler hiçbir ey yapamadınız, nerede seçim meydanlarında, kahvelerde, televizyonlarda, gazetelerde her an karşımıza çıkan eski politikacılar, yeni adaylar?

Biz üstümüze düşeni yaptık değil mi? Yasaları değiştirdik, reformlar yaptık.

Gerisi bizi ilgilendirmez, Hele şu seçim döneminde.

Şu seçim döneminde ses çıkartılmaz, yer yerinden oynatılmaz. Nabza göre vereceksin şerbeti.

Liderler susuyor. Ne AKP’lisi, ne CHP’lisi ne de DTP’lisi olayı görmüyorlar bile. Adaylar bu konulara hiç değinmiyor.

Ya kadın adaylar. Neden bir araya gelip Urfa’ya gitmediler. Bir çıkarma yapmayı düşünmüyorlar?

Şimdi seçim sırası diye kadın adaylar da tedirgin. Bir iğretiliktir gidiyor. Konuşmalarını dinliyorum, bayrak açan yok.

Bireyleri kazanmak yerine, tepede yapılan pazarlıklarla iş bitirildi bile. Aşiret, cemaat oylarının adresleri şimdiden belli. Bu böyle sürdükçe seçimler erkek oyunu olmaktan çıkamayacak.

Namus cinayetlerinin kurbanı sadece kadınlar değil halbuki. O gerici zihniyet, erkekleri de teslim alıyor.

Elleri kanlı babanın çaresizliğini gösteren fotoğrafa bir daha bakın. Şerefini kurtarmış, pişman değilmiş! İnanıyor musunuz?
Yazının Devamını Oku

Hamas

6 Temmuz 2007
BBC muhabiri Alan Johnston’un, serbest bırakılması için aylardan beri uluslararası basın kuruluşları çaba harcadılar. BBC’den meslektaşlarımız, Müslüman ülkelerden gazeteciler olarak daha fazla destek vermek istediğimizde çok sevinmişlerdi. Gazeteciler Cemiyeti, 16 Mayıs’ta Filistin Ulusal Yönetimi Başkanı Mahmut Abbas’a ve Hamas Hükümeti’nin Başbakanı İsmail Haniye’ye mektup göndererek Alan Johnston’un serbest bırakılması için çaba sarf edilmesini istedi.

Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) de, Johnston’un serbest bırakılması için Filistin’e gönderdiği heyete Müslüman gazetecileri dahil etti. Afrika’dan bir gazeteci ile birlikte Türkiye’den Milliyet Dış Haberler Müdürü Kadri Gürsel de Basın Enstitüsü Derneği’ni temsilen katılmıştı.

Ama Alan Johnston’un serbest bırakılması için herkesten çok Filistinli gazeteciler mücadele ettiler.

Meslektaş dayanışmasının yanı sıra, Filistinli gazeteciler bölgede genel olarak basına yönelik baskıların kaçırma ve öldürme boyutuna varmasına karşı çıktılar.

Yine de Alan Johnston’un serbest bırakılmasını sağlayan tek nedenin basın kuruluşlarının çabaları olmadığını söylemeliyim.

Hamas tavır değiştirmeseydi bu sonuç alınabilir miydi? Hiç sanmıyorum.

* * *

BUGÜNLERDE
elimde, genç bir meslektaşımın, CNN Dış Haberler Müdürü Bora Bayraktar’ın yazdığı bir kitap var. "Hamas. Terör mü yoksa silahlı direniş örgütü mü? İslami Hareket demokratik ve ılımlı bir siyasi oluşuma mı dönüşüyor?".

Hamas’ın yükselişini gazeteci olarak Filistin’de yakından izleyen Bora, kitabında Hamas’ın ideolojisini öyle güzel anlatmış, o kadar net siyasi tahliller yapmış ki, örgütün ideolojik olarak barış görüşmelerine karşı olmasına, Oslo sürecini "oyalama" olarak nitelemesine rağmen, uzlaşma arayışına girebileceğinin sinyallerini veriyor.

Alan Johnston’un serbest bırakılmasını da Hamas’ın uzlaşma arayışının mesajı olarak değerlendirmek gerekiyor.

Kendilerine İslamın Ordusu adını veren ve zaman zaman Hamas için öldürme, kaçırma gibi "iş"ler de yaptığı bilinen bu grup neden İngiliz gazeteciyi şimdi bıraktı?

Hamas bu konuda kararlı olsaydı BBC muhabiri çok önce serbest kalamaz mıydı?

Kalabilirdi. Ama Hamas, Gazze’de denetimi sağladıktan ve hiç olmazsa bir bölgede ayağını güvenle yere bastıktan sonra pazarlık kartlarını açmaya başladı.

Hamas’ın sözcüsü, İsrail’de tutuklu bulunan Hamas üyelerinin serbest bırakılmaları karşılığında ellerindeki İsrailli rehineleri iade edebileceklerini de açıkça ifade etti.

Bazı gözlemciler Johnston’un serbest bırakılmasından sonra Hamas’ın şimdi de elindeki İsrail askeri Şalid’i iade edebileceğini düşünüyorlar.

* * *

GAZZE
’de denetimi ele geçirdikten sonra, bölgeden gelen haberler hayatın yavaş yavaş normalleşmeye başladığını anlatıyor. Uluslararası toplumun, El Fetih’i muhatap aldığı ve onu güçlendirmek için kolları sıvadığı bir dönemde Hamas, dünyaya "Filistin’in istikrarı benim elimde" mesaj veriyor ve bunu, birkaç gün önce gövdesinde patlayıcılarla ekran karşısına çıkartılmış olan İngiliz gazetecinin serbest bırakılmasını sağlayarak yapıyor. Bölgenin sahibi olduğunu söylüyor.

Düne kadar yüzüne bakmayanların, mesela İngiltere Hükümeti’nin bugün adını telaffuz etmeseler de kendisine teşekkürlerini iletmeleri, Birleşmiş Milletler’in ve Avrupa Birliği’nin Hamas’ın girişimi ile Johnston’un serbest bırakılmasını alkışlamaları, önümüzdeki günlerde ilginç gelişmeler yaşanabileceğini gösteriyor.
Yazının Devamını Oku

Düşünceye sınır ve iki dava

2 Temmuz 2007
BUGÜN size iki arkadaşımdan söz edeceğim. Meral Tamer ve rahmetli Hrant Dink. Meral Tamer, beş yıldır başının üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanan hapis cezası tehdidi altında gazetecilik yapıyordu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, düşüce ve ifade özgürlüğünü kısıtladığı için devleti Meral’e tazminat ödemeye mahkum etti. Diğeri de silahlı bir saldırı sonucu yaşamını kaybeden Hrant Dink. Hrant’ın cinayet davası bugün başlıyor.

Hakkında 301’den açılan dava olmasaydı ya da bu dava provokatörler tarafından karanlık amaçlarına alet edilmemiş olsaydı, Hrant yaşasaydı o da belki beraat edecekti. Belki de, Meral gibi Avrupa İnsan hakları Mahkemesi’ne gidecek ve aklanacaktı.

Bugün başlayacak olan dava, bir "terör" davası. Türkiye’nin sadece PKK değil, farklı terör örgütlerinin de tehdidi altında olduğunu gösteren bir dava.

İddianamede, şüphelilerin kendi görüşleri dışındaki görüşleri zorbalıkla, korkutarak ve şiddet kullanarak bastırmayı amaçlayan bir grup oldukları belirtiliyor. Bu grubun "terör örgütü" olarak yorumlanmasının doğru olacağı söyleniyor.

Örgütün eylemlerinin bir "iç güvenlik tehdidini ortaya çıkarttığı" saptaması da yapılıyor.

Böyle ciddi iddiaları taşıyan bir dava başlıyor bugün.

* * *

DİNK
adına davaya müdahil olan avukatlar, çok önemli bir noktaya dikkat çekiyorlar. Soruşturmanın, cinayetin planlandığı Trabzon ile sınırlı kaldığını, cinayetin işlendiği İstanbul ile ilişkisini, buradaki bağlantıları ile örgütün İstanbul ayağının üzerine gidilmediğini söylüyorlar.

Terör tetikçisi kadar, kurgucu ve işbirlikçi de önemlidir değil mi terör olaylarında? O zaman onların da üzerine gidilmeli.

Ama esas olan düşünce ve ifade özgürlüğünü bu ülkede normalleştirmektir. Farklı düşüncelerin ifade edilmesinin hakaret sayılmadığı ortamı yerleştirmektir. Yoksa terör ağaları, her zaman kullanacak birilerini bulacak, işbirlikçi ağı kendiliğinden hizmet sunacaktır.

* * *

MERAL Tamer
, düşünce ve ifade özgürlüğü için sekiz yıldan beri sürdürdüğü hukuk mücadelesini kazandı. Bence bu sadece Meral’in davası değildi. Hepimizindi. Davanın nedeni, Meral Tamer’in, Milliyet’te 17 Ağustos depremi ile ilgili yazısında, can ve mal kaybının neden bu kadar büyük olduğunu araştırırken "balık baştan kokar" demesiydi. Süleyman Demirel o zaman cumhurbaşkanıydı ve bu yorum onu rahatsız etti. Meral aleyhine iki yazı için 10’ar milyarlık tazminat davası açtı. Adalet Bakanlığı da Cumhurbaşkanı’na hakaretten dava açtı. Meral, hem tazminat ödemeye, hem de 16 ay hapse mahkum oldu. Ama cezası ertelendi fakat sabıkalı olarak ve ikinci kez, herhangi bir yorumu hakaret addedilirse cezaevine girme riski ile yaşadı.

Yeni ceza yasasında 301’inci madde ile devam eden anlayışın, iktidar gücü ile bütün kapıları kapatması ve iç hukuk yollarının tükenmesi üzerine Meral Tamer Strasbourg’daki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne baş vurdu.

Geçen hafta sonuç belli oldu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, devleti 6 bin Euro tazminat ödemeye mahkum etti.

Mahkeme kararında, "Elbette kişilerin, kişiliklerini ve dış dünyadaki görünümlerini, unvanlarını korumak gibi bir kaygılarının olması doğal

haklarıdır. Ancak bu hak, onların eleştirilerden muaf oldukları anlamına gelmez. Hele ki, bir politikacının, sıradan bir vatandaşa nazaran eleştiriye katlanma mükellefiyeti haydi haydi vardır"
deniyor.

Düşünce ve ifade özgürlüğünü, Türkiye için lüks sayanların Türkiye’yi, hepimizi düşürdükleri durumlara bakın ve yeniden düşünün. Özgürce.
Yazının Devamını Oku

Baş başa

1 Temmuz 2007
İPEKBÖCEĞİ değiliz ki, kozamızı ördükten sonra kelebek olup özgürleşelim. İnsan, etrafına kendi doğrularından koza örünce, gerçekle bağını yitiriyor, doğrularının tutsağı oluyor.

Yazılarıma sizlerden gelen tepkileri, çeşitliliği bana hiç unutturmadıkları için çok önemsiyorum. Hepsine yanıt vermeye çalışıyorum. Ama bugün sizi, sizinle bırakmak istiyorum.

Kimliklerini saklı tutarak, hakaret içermeyen ve incitici olmayan, farklı duygu ve düşünceleri dile getiren mesajlardan rastgele seçiyorum.

Bu yanıtlar, cuma günü yayınlanan yazıma geldi. Orada, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın, bir teröristin dağda dolaşabilmesi için aşağıda en az on işbirlikçiye ihtiyacı olduğu saptamasını ele almıştım.

Terörün kitle desteğini yok etmek için kucaklayıcı politikalar üretmemiz gerektiğinden söz etmiş, şiddet ve teröre karşı duran Kürtlerin de duygu ve düşüncelerine önem verilmesi gerektiğini yazmıştım.

"Abla, anlaşılan Kürtlerin etkisinde kalmışsın" diye başlıyor bir okuyucum, "Hepsi bu ülkenin çocuğu ancak biri isteyerek belli amaçlar doğrultusunda ölümü göze alırken, diğeri görev icabı hayatını kaybediyor. Gündüz külahlı, gece silahlı olanların sözleri sizi yanıltmasın. Siz onların sadece gündüzdeki yüzleri ile karşılaştınız. Türk Ordusu’nu ve mücadelesini sonuna kadar destekliyoruz. Vatan hainleri ve işbirlikçileri hak ettikleri cezayı elbette göreceklerdir."

***

"SELAMLAR, ben tarih öğretmeniyim. Bugünkü yazınızı okuyunca ferahladım. Her türlü milliyetçiliğe karşı çıkmadan Kürt sorunu çözülemez. Türk ve Kürt milliyetçiliğine cephe almak gerekiyor. Sağ duyulu insanların çoğalması umuduyla. Vatan, millet, Sakarya edebiyatı yapıp alkış almak çok kolay. Zor olan siz ve sizin gibilerin yapmaya çalıştığıdır."

***

"Sayın Tınç, 1968’den beri gerçeklerle hülyalar arasındaki uyumu arayan şaşkın bir aydın takımı kafamızı karıştırıyor. Kiminle konuşacaksınız? Şerafettin Elçi ile mi? O açıkça bağımsızlık istiyor. PKK’ya rağmen Kürt aydınları ile mi? Anında öldürürler. PKK dışındaki Kürt aydınları kimden destek bulacak? Bunalmış zavallı Kürt vatandaştan mı? Geçiniz. AB destek vermez çünkü maksadına uymaz. Siz de hayal kurar ve bizlere masal anlatır durursunuz. Atatürk’ün yolundan gidin, bastırın ve uluslaşma sürecini sürdürürken demokrasinin hülyalı erdemlerinden biraz sakının.

***

MERHABA, ülkemizde başbakanın dediği gibi bir Kürt sorunu yok bence. Bir kısım Kürt vatandaşların aleni desteklediği, bir kısım Kürt vatandaşlarımızın sempati duyduğu, bir kısım Kürt vatandaşlarımızın da tamamen reddettiği PKK sorunu vardır. Bu sorunu çözüm noktasında 30 yıl boyunca siyasiler çeşitli yöntemler denediler. Sizin dediğiniz halkı kucaklama ve doğuya yatırım yapmaya kadar varan pek çok yöntem geliştirdiler. Ancak başarılı olamadılar. Neden başarlı olamadılar derseniz? Terör sadece iç kaynaklı olmayıp pek çok ülke tarafından fiili olarak (Gn.Krm.Bşk.dediği gibi) desteklenmektedir? Bana terör nasıl çözülür diye sorarsanız; Ah bir bilsem Ferai Hanım, inanın söylerim."

***

BİR
okuyucum "Selam, ilkokula giderken öğretmeniniz size, evde ana dilinizi konuşmayı yasakladı mı hiç?" derken bir başkasının gerçeği farklı: "Kırk yıldır Güneydoğu’ya giderim. 1970 öncesi Kürtçe yasağı filan yoktu, otobüse bindiğinizde başlardı Kürtçe?"

"Bağımsız"
imzalı mesajda ise durum şöyle özetlenmiş: "Terörün en büyük işbirlikçileri yalancılardır. Yalan=yoksulluk=terör"

***

HER
görüşte gerçek payı var, hiçbiri boş değil. Kendi gerçeklerimizle ördüğümüz kozalarımızdan başımızı çıkartıp, birbirimizi dinlemeye başlayınca gerçeği bulmak ve gerçek sorunu aşmak inanın daha kolay olacak.
Yazının Devamını Oku